A'dan Z'ye Hans Von Aiberg masalı
Tam 25 yıldır Alman profesör ve din alimi diye ortalıkta gezen bir sahtekar ile adım adım onun izini takip edip maskesini düşüren bir hayalet avcısı... Haber7 farkı ile....
“Film eleştirmenliği” mesleğine getirdiği farklı bakış açısıyla, sayıları gitgide artan sadık bir okuyucu kitlesine sahip olan Yeni Şafak sinema editörü Ali Murat Güven’in, dikkatli takipçileri tarafından yakından bilinen bir diğer özelliği de yıllardan bu yana dinî içerikli yalan haberlere karşı ödünsüz bir mücadele yürütmekte oluşu…
Bugüne kadar pek çok medyatik hurafenin iç yüzünü sağlam kanıtlarla gün ışığına çıkartan Güven, geçtiğimiz hafta ülke gündemine damgasını vuran “Sahte Profesör Hans Von Aiberg” vak’asınında da gerçekte bundan uzun yıllar önce ilk “uyanan” ve dindar kitleleri de elinden geldiğince “uyandırmaya çalışan” gazeteci olmuştu.
İslâmî camiada “Prof. Dr. Hans Muhammed Von Aiberg” nâmıyla ünlenen bu şarlatanın gerçek adının “Bülent Ayberk” olduğunu 1990’ların başlarında ilk kez ortaya çıkartan ve durumu malûm kişiye ait resmî nüfus kayıtlarıyla da belgeleyen Ali Murat Güven, o tarihten beri sahte âlimin “kara liste”sinde bulunuyordu.
Ayberk’in hayatta en nefret ettiği insan olan Güven’e ulaşıp, önce “Arz’dan Arş’a Sonsuzluk Kulesi” adını taşıyan bir dizi sansasyonel kitapla, ardından da internette kurduğu propaganda siteleri aracılığıyla son yirmi yıldır onbinlerce insanı etkisi altına alan bu sahte bilgine karşı verdiği mücadelenin öyküsünü etraflıca anlatmasını istedik.
Yazarın bize aktardığı trajik-komik olaylar, gerçekte kendi kişisel öyküsü olmaktan çok, Türkiye Müslümanlarının (en azından bir bölümünün) eleştirel bir bakış açısından bütünüyle kopuk, önüne her konulana kolaylıkla inanan ve her an dolduruşa gelmeye müsait kişilik yapılarının da acıklı bir yansımasıydı aslında…
Bu uzun ama dopdolu söyleşimizi, Türkiye Müslümanlarının yakın tarihine kayıt düşecek nitelikte ibretlerle dolu bir belge olarak ilgiyle okuyacağınıza inanıyoruz.
‘Ayberk vak’ası, İslâmî yayıncılık piyasasının en büyük utancıdır’
Yaşar İliksiz'in söyleşisi
(Bu söyleşinin her türlü yayın hakkı saklıdır. Yayıncı ve konuğunun ortak mütâbakatıyla, Haber 7’den başka hiç bir yayın organında kısmen ya da tamamen alıntılanarak kullanılamaz.)
- İnternette yıllar boyunca “insanlar tarafından çekilmiş ilk gerçek cin görüntüsü” diye dolaşan ve görenlere korku salan bir fotoğrafın, aslında İngiltere’deki turistik bir mağaraya dekor amaçlı olarak konulmuş plastik bir canavar maketi olduğunu ortaya çıkartmanız…
Londra-British Museum’da yer alan ve pek çokları tarafından “Kızıldeniz’de boğulmadan önce Allah’a secde eden firavun” olarak kabul edilen ünlü cesedin, aslında bambaşka bir çağda yaşamış Mısırlı bir köylüye ait alelâde bir mumya olduğunu çağdaş arkeolojinin verileri ışığında kanıtlamanız… Bunların dışında, “cehennemden gelen çığlıklar” olduğu ileri sürülen ve bir dönem dindar kesimde -bütün mantıksızlığına rağmen- epeyce rağbet gören o gizemli ses kaydının gerçekte Danimarkalı bir ses uzmanı tarafından yapılmış ürkütücü bir özel efekt hilesi olduğunu belgeleyen araştırmanız…
Kur’an okuyan annesine karşı saygısızca davrandığı için bir anda fareye dönüşen Ürdünlü genç kızın fotoğrafının, Avustralyalı bir heykeltraşın yaptığı silikondan bir heykele ait olduğunu açıklamanız… Ya da, önceki yıl İslâm âlemini birbirine katan “Hz. Âdem’in dev iskeleti” fotoğrafının Kanadalı bir grafik tasarımcının yaptığı photoshop numarasından ibaret olduğunu gözler önüne sermeniz…
Ve şu anda aklıma gelmeyen daha niceleri...
Bizler sizi sinema yazarlığınızdan da önce gizemli olaylara yönelik araştırmacı kişiliğinizle tanıdık ve bu yöndeki haberlerinizden pek çoğunu geçmişte sitemizde de yayımladık. Hattâ, bunlar yayımlandıklarında öylesine ilgi gördüler ki “2005 yılının en çok okunan on haberi” arasında sizin bu yöndeki üç araştırmanız da yer alıyor.
Gizemli olaylar ve kişiler üzerine hatırlayabildiğimiz en eski araştırma haberiniz ise geçtiğimiz haftanın gündemine damgasını vuran ilginç bir kişilik, “Prof. Dr. Hans Muhammed Von Aiberg” takma adlı Bülent Ayberk üzerineydi. İnternette bu şahıs hakkında arama yaptığımızda, pek çok yerde sizin adınız da onunkiyle birlikte ve Ayberk’in kadim bir muhalifi olarak geçiyor.
Prof. Dr. Hans Muhammed Von Aiberg efsanesiyle yolunuz ilk kez ne zaman ve nasıl kesişti?
- Sizden, sorularınıza cevap vermeye başlamadan önce çok özel bir ricam olacak… Lütfen ne siz ne de ben, bu kişinin adını, söyleşimize ait yazılı metnin hiç bir yerinde “Aiberg” biçiminde anmayalım. Çünkü yeryüzünde bu adı taşıyan Müslüman bir bilim adamı asla var olmadı. Burada sözünü ettiğimiz kişi, doğduğu günden beri öz be öz Türk olan Elazığlı Bülent Ayberk’tir. O nedenle, anılan şahsın adının geçtiği her yerde onu ya “Bülent Ayberk” ya da “Ayberk” olarak anmanızı rica ediyorum. Çünkü ben yıllardır hep böyle yapıyorum.
- Bu haklı rica üzerine, ben kullanmamaya dikkat ederim.
- O halde başlayalım… Bu, geride bıraktığımız yirmi yıla yayılmış olan çok uzun ve karmaşık bir öykü. Ancak, ayrıntılarının bilinmesinde ciddi bir kamu yararı olduğuna inandığımdan dolayı, yine de olabildiğince derinlemesine aktarmaya çalışacağım.
“Prof. Dr. Hans Muhammed Von Aiberg” adını, ilk kez 1980’li yılların ortalarında, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde öğrenciyken duydum.
Bazı dindar üniversite arkadaşlarımın ellerinde bu adamın imzasını taşıyan cep kitapları peydahlanmıştı.
Merak edip kitaplardan bazılarını ben de edindim. Küçüklüğümden itibaren astronomiye meraklı biri olduğumdan, şahsın yazdıkları ilk anda ister istemez dikkatimi çekti. “Arz’dan Arş’a Sonsuzluk Kulesi” adını taşıyan ve sonradan bir seriye dönüşen bu kitaplarda, kendince yeni bir din ve bilim kavrayışı oluşturmaya çalışıyordu. İşin en ilginç yanı ise kitabın editörlerinin, yazarı önsözde takdim ederken kaleme aldıkları iddialı biyografiydi. Danimarkalı oluşu, yıllarca bir Hıristiyan olarak yaşayışı, NASA’da uzun süre astro-fizikçi olarak görev yapışı, iki önemli Avrupa üniversitesinden mezunu oluşu, vaktiyle bir sürü ödüllere aday gösterilişi, sonradan Türkiye’ye gelip Müslüman ve “Türk” olmaya karar verişi falan filan…
O günlerde gencecik ve alabildiğine saf bir Müslümandım; duygusal bir arayış içindeydim. Sistem içinde yaşadığımız izolasyon ve kültürel itilmişlik karşısında, yolundan gidebileceğim bir tür “model insan” arıyordum kendime. Doğal olarak, eserlerini yeni tanıdığım bu adamın ışıltılı kariyeri bende derin bir saygı uyandırdı ve okuduklarımı ilk anda hiç tereddütsüz kabullendim. O zamanlar pek çok dindar kişi gibi bende de İslâmî çizgide eserler basan yayınevlerinin asla yalan mâlûmat vermeyeceklerine dair bir ön kabul vardı. “Besmele” ile başlayan bir kitap dizisinde de yalan bulunma ihtimali -bana göre- “sıfır”dı.
Sonuç itibarıyla bu kitapları defalarca okudum, ardından da yüzlerce kişiye hararetle tavsiye ettim. Yalnız, o toyluk günlerimde bile, “önüme konulan bilgiyi beynime kabul etmeden önce analiz etme” konusunda o kadar da boş biri sayılmazdım. İnternet yoktu, ama benim bir kütüphane dolusu kitabım vardı. Zaman geçtikçe, bu adamın adına yeryüzündeki hiç bir bilimsel kaynakta tek kelimeyle bile yer verilmediğini fark ettim. O zaman da ilk tepkim şu oldu: “Tabiî ki böyle birinin adına asla yer vermezler! Çünkü, o bir Müslüman bilgin ve dünyayı yöneten Masonlar onu bu yüzden cezalandırdılar!”
Ancak bu naif tepki, kitaplarında ardarda yakaladığım diğer saçmalıkları örtbas etmeye ise yetmedi. Bir kere adam, iki önemli üniversiteyi bitirmiş biri olarak, bilimsel bir disiplin altında yazma yeteneğinden tamamen yoksundu. Bir konuya ciddi ciddi başlıyor, sonra onu pat diye yarıda bırakıp kendisini eleştirenlere sayfalar boyunca kocakarı gibi laf yetiştiriyordu. Sonra tekrar konuya döndüğünde ise bu kez de başka bir telden çalıyordu. Hatta, bundan yıllar önce, şimdi mutfaklarımızda yaygın biçimde kullandığımız teflon tavaları bile kendisinin icat ettiğini, ama NASA yöneticilerinin bu icadını bazı bürokratik hilelerle elinden aldıklarını iddia ediyordu kahramanımız…
Kitapların bilimsel ciddiyet yoksunluğu bir yana, Türkçeleri de tam bir felaketti. İslâm ile pozitif bilimleri yakınlaştırma iddiasıyla yola çıkan ve ilk aşamada yıllarca örselenmiş Müslüman gururumu alabildiğine okşayan bu seri, giderek canımı acıtmaya başlamıştı.
Hele de kitaplar üniversitedeki Marksistlerin diline düşünce kendimi daha bir kötü hissettim. Solcu gençler ellerinde Ayberk’in kitapları bulunanlarla alay ediyor ve “Sizin aranızdan çıkartacağınız profesör de bu kadar olur, üçkâğıtçının birini hiç utanmadan bize örnek diye gösteriyorsunuz” şeklinde sataşmalarda bulunuyorlardı. Bu arada, söylentiler ayyuka çıkınca, dönemin önde gelen haber dergilerinden Nokta bu adamın geçmişini mercek altına yatıran bir araştırma yayımladı ve onun kariyerine 1980’lerin başlarında popüler bir magazin gazetesinde “yıldız falcısı” olarak başladığını belirledi. Daha öncesinde, yani 1970’lerde ise Yeşilköy Havalimanı’ndaki bir mühendislik bürosunda ozalit çekimi yapan bir ofis-boy olduğu ortaya çıkacaktı. Onu geçmişte tanımış olan herkes, son derece garip tavırlı ve hayâl aleminde yüzen biri olduğu konusunda hemfikirdi. Bu arada dergi, Ayberk’in mezun olduğunu ileri sürdüğü iki üniversiteye de yazılı başvuruda bulunmuş, ancak bu kurumlar geçmişte böyle bir mezun vermediklerini bildirmişlerdi.
Öte yandan, şahsın etnik kökenleri de son derece şaibeliydi. Yani, bırakın dünya çapında bir bilim insanı olmayı, hayatı boyunca yurt dışına bir kez olsun çıktığı bile son derece kuşkuluydu.
Buna karşılık, ilk kıvılcımı çakan Nokta dergisi, ardı ardına uzayıp giden soruların hepsinin birden cevaplarına ulaşamamış ve akademik kariyeriyle ilgili bazı yalanları ortaya koymakla birlikte, adamın gerçek kimliğini bir türlü açığa çıkartmamıştı. Çünkü bir insanın nüfus kayıtlarının izini sürebilmeniz için, öncelikle onun toplumsal etkinliklerle içiçe, “normal” bir hayat sürmesi gerekir. Yani en azından bir ehliyeti, pasaportu, sigorta kartı ya da bazı sivil toplum örgütlerinde üyeliği falan olmalı…
Bu kişi ise İstanbul’da yıllardır oradan oraya savrulan bir berduş olduğu için, tıpkı yönetmen Hal Ashby’nin “Being There” (Merhaba Dünya) filmindeki “Chancey Gardener” karakteri gibi âdeta bir anda yoktan varolmuştu. Hiç kimse ev adresine dahi ulaşamıyordu.
Kısa bir süre sonra, giriştiğim araştırmaların ardından Nokta’nın eksik bıraktıklarını ben tamamladım ve bulmacanın son boşluklarını da doldurdum. Oldukça kısa süren bir “körü körüne hayranlık” döneminin ardından, gerek anılan şahsın yazdığı tutarsız bilimsel iddialar, gerek kitapların içeriğiyle ilgili kuşkularımı izale etmek amacıyla ziyarete gittiğim yayınevinde yetkililerin sergilediği terbiyesizce tutum ve gerekse hakkında piyasada anlatılan onca karanlık olaydan sonra bu adama da söylediklerine de artık hiç bir inancım kalmamıştı.
1990 yılında, o dönemin popüler İslâmî dergilerinden Yörünge’de muhabirken, uzun süredir aradığım fırsat elime geçti ve bu kişinin evine rahatlıkla girip çıkabilen çok yakın dostlarından biriyle temas kurdum. O kişi, beslediğim bütün kuşkuların doğru olduğunu belirterek, bana, “camiaya hizmet” adına bu adamın gerçek nüfus kayıtlarını getirebileceğini belirtti. Bir kaç gün sonra da sahtekârın nüfus cüzdanının fotokopileri masamın üzerinde duruyordu. Tam da tahmin ettiğim gibi, annesinden doğduğu günden bu yana öz be öz Türk’tü.
Gerçek adı Bülent Ayberk’ti ve 29 Nisan 1947-Elazığ doğumluydu. Annesinin adı Müfide, babasının adı ise Mehmet Rifat’tı.
“Bu şizofrenik bir vakadır”
Bu değerli belgeler sayesinde elde ettiğim istihbaratı sonraki günlerde daha da ileri bir noktaya taşıdım ve kendisinin -aslında Kopenhag Üniversitesi’nde fizik okuyor olması gereken yıllarda- Sivas Temeltepe Kışlası’nda er olarak askerlik hizmetini ifâ ettiğini öğrendim.
Ayrıca, Ayberk’in bütün kitaplarında “mezun olduğu saygın okullar” şeklinde adları geçen her iki Avrupa üniversitesiyle de yazılı temas kurdum ve kendisinin hiç bir biçimde oralarda okumadığını bir kez daha teyid ettim. Gerçekleri öğrendikçe öfkemle birlikte cesaretim de artıyordu.
Derken NASA’ya bir mektup yazdım, oradan da olumsuz cevap geldi. Oysa aynı NASA’da, Mısırlı Prof. Dr. Faruk El-Baz gibi, İslâm dünyasının yüz akı bir bilgin, adıyla sanıyla diniyle milliyetiyle yıllarca en üst görevlerde çalışmıştı. Şu anda bile daha bu tür kurumların tamamında Müslüman bilginlere rastlamak mümkündü. Çünkü, batının bilim ve eğitim kurumlarında, o ülkelere yararlı olup hizmet edebilecek üstün zekâlı kişilerin istihdamının salt ırkçı ya da dinsel bir önyargıyla reddedilmesi yirminci yüzyıl boyunca neredeyse hiç görülmüş bir durum değildi. Avrupalı ve Amerikalılar böylesine donanımlı bir insanın bırakın görev yaptıkları döneme ilişkin kayıtlarını silmeyi, onu ellerinden kaçırmamak için önünde taklalar atarlar.
Aslına bakarsanız, yabancılarla yaptığım onca yazışma, doğma büyüme Türkiyeli olduğunu yasal belgelerle çoktan ortaya çıkardığım, Temeltepe’de 24 ay er olarak askerlik yapmış biri için lüzumundan fazla ciddi bir tahkikattı.
Çünkü adam zaten Türkiye içinde bile herhangi bir akademik eğitim almamıştı ve o güne kadar da hiç pasaport başvurusu yapmamıştı. Ortaöğrenim mezunu olup hayatı boyunca bir kez bile yurtdışına çıkmamış birinden NASA’da çalışmasını nasıl bekleyebilirsiniz ki?
Velhasıl, Ayberk olayı zaman içinde kafamda en küçük bir kuşku kırıntısı bile kalmamacasına çözüldü. 1980 sonrası Türkiye’sinin en egzantrik kişiliklerinden biriyle, hayatı muhteşem bir film senaryosuna kaynaklık edebilecek son derece sıradışı şizofrenik vaka ile karşı karşıyaydık.
Kendisine -düşünecek bol bol vakti olduğu gençlik yıllarında- sıfırdan bir geçmiş inşâ etmiş ve ona bütün kalbiyle inanmış çok tehlikeli bir akıl hastası, Türk toplumuna kendi sanal geçmişi üzerinden İslâm ve bilim arasındaki yitik ilişkileri anlatmaya başlamıştı. Hem de üzerinde bir sürü süslü sıfat bulunan cilt cilt kitaplar yazarak… Ron Howard’ın “A Beautiful Mind” (Akıl Oyunları) filmini izlemiş olan ve ünlü matematikçi John Nash’in öyküsünü de bilen okurlarımız, şizofreninin bu tür insanlarda nasıl güçlü bir gerçeklik algısı yarattığını hemen hatırlayacaklardır.
Sonraki zaman diliminde, gazetecilikte gitgide kıdem kazandıkça, bütün bunlardan çok daha vahim bilgiler gelmeye başladı önüme. Hadi diyelim, adamın akademik kariyeri çok da önemli değildi. Önemli olan yazıp çizdikleri ve insanlara saçtığı pozitif enerjiydi.
Biraz zorlama olan bu iyi niyetli yaklaşımım da Ayberk’i ve yaşama biçimini tanıdıkça çöktü. Çünkü, bu adamla bir biçimde yolları kesişmiş olan bütün insanlar, kendisinin nasıl da iflah olmaz bir üçkâğıtçı olduğunu, onun etkileyici konuşmalarına aldanıp kendisine defalarca nasıl borç para verdiklerini ancak asla geri alamadıklarını, bu arada gündelik hayatında namazla-niyazla uzaktan yakından ilişkisi bulunmayan, fırsatını buldukça da kafayı çeken tam bir keş olarak yaşadığını söylüyorlardı.
Öyle ki Cağaloğlu yayıncılık piyasasından, onunla ileri derecede yakınlaşmış bazı arkadaşları, yeterince para bulabildiğinde esrar da kullandığını anlattılar. Ayberk üzerine çalıştığım câmiada duyuldukça gelen istihbarat da çoğalıyordu.
Bu süreçte bana ulaşan bilgilerden bir diğeri de en az iki-üç kez evlenip boşandığı yönündeydi. Bu arada karşıma çıkan bazı bayanlar, onun üniversiteli gençliğin takıldığı kafeteryalarda bazen “yabancı akademisyen” bazen de “metafizik olaylar araştırmacısı” pozlarında dolaşıp pek çok kez kendilerine sarktığını, bazı kızların bu adamdaki inanılmaz çenebazlığın etkisine girip kendilerini ona teslim ettiklerini söylediler.
Yıllar içinde elimde toplanan belge ve bilgilerden sonra tek kelimeyle midem ağzıma gelmişti. Çünkü Ayberk, bilimsel kariyer açısından mutlak bir sıfır olduğu gibi, insanî hasletler açısından da bomboş biriydi.
Dediğim gibi, öykü çok uzun ve karmaşık… Ancak size şunu söyleyebilirim ki, elime ilk kez bir kitabını aldığım 1987 yılından bu yana, yani tam 19 yıldır ben bu adama ilişkin sorulması gereken ne kadar soru var ise kendi kendime sordum ve cevaplarına da ulaştım.
Bu bilgilerin ışığında, Türk yayıncılık tarihinde eşi ve benzeri görülmemiş bir vak’ayla karşı karşıya olduğumuzu rahatlıkla söyleyebilirim. Hiç kuşkusuz ki bunun bütün vebâli de zamanında kendisinin önünü açıp piyasaya sürenlerindir.
Mesela, 1980’lerde onu genel yayın yönetmenliğini yaptığı “Bilinmeyen” adlı haftalık dergide çalıştıran ve cinler, UFO’lar, telepati, telekinezi, antik uygarlıklar gibi uçtu-kaçtı konularda iyice pişmesini sağlayan astrolog Ata Nirun ve ona oksijenle sarartılmış bir peruk ayarlayıp kendisini “Alman Profesörü” kılığına sokarak yönettiği magazinel gazetelerde fal köşeleri hazırlatan gazeteci Tevfik Yener (ki her ikisi de bu konudaki sorumluluklarını geçmişteki yazılarında itiraf etmişlerdir) bu vebâli taşıyan kişilerden yalnızca ikisidir.
Diğerlerini ise -ki bence “Müslüman kimlik” açısından en ağır vebal altında olanlar bunlardır- söz oraya geldiğinde anacağım.
“İki kez yüz yüze görüştük”
- Bu 19 yıllık mücadeleniz boyunca Bülent Ayberk ile kaç kez yüzyüze görüştünüz?
OLAY YARATAN DERGİ KAPAĞI:
Ali Murat Güven’in, 1996 yılında Bülent Ayberk ve cemaatini kapak konusu olarak işlediği Yörünge Dergisi… Kapağın spotu da bir hayli mânidar: “Astro-fizikçiler de yüksekten atar!”
- İki kez… Bunlardan ilkinde, onun kitaplarını basan İslâmî çizgideki yayınevine muhabir olarak gittim ve kendisini en kısa zamanda, çalışmakta olduğum Yörünge Dergisi’ne beklediğimizi, gelmediği takdirde o haftaki kapak konumuzun kendisi olacağını bildirdim. Nasıl olduysa, söylediklerimden azıcık da olsa işkillendiler (çünkü o gün orada tanıştığım kişiler, normalde böyle bir tehditten asla rahatsız olacak yapıda tipler değillerdi) ve beyefendiyi hemen aynı gün dergimizin Çemberlitaş’taki yönetim merkezine gönderdiler.
Henüz yayınevinden döneli bir kaç saat olmuştu ki baktım Hazret ansızın içeri girdi. Tarihi de üç aşağı beş yukarı hatırlıyorum, 1990 yılının Mayıs ayıydı. Ayberk Efendi o zamanlar henüz 43 yaşındaydı ve şimdilerde medyaya yansıyan görüntülerindeki gibi çökük bir hâlde değildi (Gerçi, çöküşü de pek normaldir; bu kadar içki ve sigara, ayrıca bilgisayar başında yıllardır geçirilen bu kadar uykusuz gece kimi olsa çökertir!).
“Beni Ali Murat diye biri arıyormuş, işte geldim!” diyerek lobide belirdi. Gitgide yükselen şöhretin de etkisiyle, son derece pervasız görünüyordu. Kendisini buyur ettik, çay kahve falan söyledik. O gün Ayberk ile yaptığımız bu konuşmaya dergideki yarım düzine kadar insan da tanık oldu. Onu yaklaşık iki saat boyunca her yönden sıkıştırmama karşın, masanın üzerine ne bir tek belge, ne de dişe kovuğa gelir bir tek bilgi koymadı. Hiç abartmadan söylüyorum; hayatım boyunca gördüğüm en demogog, en palavracı adamdı. Âdeta makineli tüfek gibi yalan söylüyor, beş dakika önce verdiği bir bilgi on dakika sonra söyledikleriyle temelinden çelişiyordu. Öyle ki bana sohbetimize başlarken ilk önce “Burada sizinle ancak yarım saat kalabileceğim, çünkü Sayın Turgut Özal’ın bilim danışmanıyım ve tahmin edemeyeceğiniz kadar da yoğunum. Kendileri beni birazdan özel bir araçla aldırıp, uçakla Ankara’ya gönderecekler” dedi.
Bu konuşmadan kısa bir süre sonra da ilk söylediğini unutarak, bizimle iki saat boyunca yaklaşık bir paket sigara tüketerek tartıştı. Kalkarken de Özal’ın göndereceği makam aracını falan unutarak, “En yakındaki taksi durağı nerede?” diye sordu. Nereden tutsanız elinizde kalan bir tanışmaydı bu. Sonlara doğru karşılıklı olarak epeyce gerildik, ama buna karşılık ortada hâlâ konuğumuzun gerçek adı sânı, bilimsel kimliği ve kariyerine ilişkin tek bir somut belge ya da kanıt yoktu.
Baktı ki bu tartışmada ne ben onu ne de o beni devirebilecek, âni bir kararla ayağa kalktı ve “Belki henüz senin beynini fethedemedim, ama şunu bil ki çocukların şimdiden benim ellerimde!” tarzında, son derece afili bir söz sarfetti. Yani, sizin anlayacağınız, söyledikleri o günün algı düzeyini öylesine aşan, öylesine hikmetli sözlerdi ki benim gibi cahil ve gafillerden ziyade bir sonraki kuşağa yatırım yapmayı yeğliyordu.
Asgarî bir nezaketi elden bırakmadan kendisiyle tokalaştım ve yolcu ettim. Bu olay, onu ilk görüşümdür. Bir diğer karşılaşmamız da Diyanet İşleri Başkanlığı’nın İstanbul-Sultanahmet’te düzenlediği Dinî Yayınlar Fuarı’nda, kitaplarını basan yayınevinin standında oldu. Hatırladıkça acı acı güldüğüm inanılmaz bir gündü o.
Bir tarafta stand ve orada bıyıkları henüz yeni yeni terleyen genç hayranlarının kafalarını alabildiğine karıştıran Ayberk, en fazla yüz metre ötede de bir başka stand ve orada ise 1979 yılı Nobel Fizik Ödülü sahibi ünlü Pakistanlı bilgin Prof. Dr. Abdüssamed… Rahmetli Abdüssamed Hoca o günlerde Türkiye’ye bazı bilim kurumlarının davetlisi olarak gelmişti ve kendisinin eserlerini yayımlayan şirketin standında, çevresindeki öğrencilerle son derece düzeyli bir sohbet gerçekleştiriyordu. Onun bu olayla yegâne ilişkisi ise adının sık sık bizim adamın kitaplarında geçmesiydi. Ayberk, onunla can ciğer kuzu sarması iki eski dost olduklarını ve hattâ yıllar boyunca NASA’da “karadelikler” üzerine birlikte araştırmalar yaptıklarını ileri sürüyordu.
O gün Abdüssamed Hoca’ya durumu olduğu gibi anlattık, dahası kitaplarda adının geçtiği yerleri gösterdik ve “Hocam, geçmişteki bilimsel çalışmalarınız sırasında, hiç bu adı taşıyan bir mesai arkadaşınız oldu mu?” dedik. Rahmetlinin, dinlediği bu garip öykü karşısında şaşkınlıktan gözleri fal taşı gibi açıldı ve “Hayatım boyunca böyle bir kişiyi hiç tanımadım. Madem öyle, kendisini standımıza davet edin de bu vesileyle tanışalım bakalım, meselenin aslını öğrenelim” dedi.
Bunun üzerine bir kez daha diğer standa, “karadelikler”, “ak delikler”, “sur borusu”, “esir dinamiği” falan gibi süslü laflarla çevresindeki gençleri kafalamakla meşgûl olan Ayberk’e gittik ve “Eski dostunuz Prof. Dr. Abdüsselam yüz metre ötedeki standda ve mutlaka sizi görmek istiyor” dedik. Bu davetimiz üzerine tek kelimeyle çılgına döndü, “Sizler beni provoke etmek istiyorsunuz, ama ben buna asla izin vermeyeceğim” falan gibi bir şeyler zırvalayıp derhal standdan ayrıldı ve kalabalıklara karışarak ortamdan sıvıştı. Bu benim zaten en baştan beklediğim bir durumdu; ancak İslâm dünyasının en büyük fizik bilginlerinden biri olan Prof. Dr. Abdüsselam’ın, eline tutuşturduğumuz o cilt cilt kitaplarda gördüğü böylesine kuyruklu bir yalan karşısında yüzünün aldığı şekli o günden beri hiç unutmadım.
Velhasıl, daha sonraki yıllarda, önce Millî Gazete’de, ardından da Yörünge Dergisi’nde yazdığım iki ayrı yazıyla, Türk basınında ilk defa bu kişinin gerçek kimliğini deşifre etmiş oldum. Bu yayınlar üzerine Ayberk bir kez daha çılgına dönüp beni baş düşmanı ilan etti ve müritlerine benden her ne surette olursa olsun uzak durmalarını öğütledi. O gün bugündür de kendisinin kara listesinde bulunuyorum. Bir chat dökümünde “Bu herif ne pahasına olursa olsun durdurulmalı” şeklinde bir ifadesi vardır ki onu çok ciddi bir “saldırıya azmettirme” kanıtı olarak arşivimde saklamaktayım.
Dileyenler, Ayberk’in gerçek kimliğini kitlelere ilk kez deşifre eden ve zamanında epeyce gürültü kopartmış olan iki bölümlük yazımı şu linklerden okuyabilirler.
http://www.geocities.com/sahtekar_aiberg/belgeler.html
http://www.geocities.com/sahtekar_aiberg/belgeler/belge1.gif
http://www.geocities.com/sahtekar_aiberg/belgeler/belge2.gif
Söz konusu yazı, 1996 yılı Nisan ayında Millî Gazete’de iki bölüm olarak yayımlanmıştı. Sonradan bu araştırmanın çok daha geniş bir versiyonunu da Yörünge Dergisi’nde yayımladım. Ama sanılmasın ki bu yayınlar öyle zahmetsizce gerçekleşti. O dönemde İslâmî medyada böylesine “bozguncu” (!) yazılar yayımlamak hiç de kolay olmuyordu. Çünkü câmianın ağır ağabeylerinin ve kanaat önderlerinin yaydıkları temel davranış biçimi şuydu: “Kol kırılır, yen içinde kalır.”
O yüzdendir ki Millî Gazete ve Yörünge, bazı idare-i maslahatçı basın-yayın organlarının tam aksine, Türkiye Müslümanları olarak bu hasta ruhlu şarlatanı kamuoyu nezdindeki güvenilirliğimize zarar verecek habis bir ur, bir tür veba olarak görüp kesin bir dille reddetmeleri (en azından bana bunu gerçekleştirme fırsatı sunmaları) nedeniyle, bugün de fazlasıyla hak edilmiş bir onuru taşıyan iki önemli mevkutedir.
Onlar, daha yıllar öncesinde Ayberk vak’asında bu denli net bir tavır takındıkları içindir ki şimdilerde onun yakalanışından söz eden hiç bir basın-yayın organı olayı Türkiye’deki İslâmî cemaatlerin üzerine toptan boca edemedi. İstisnasız bütün televizyonlar, dergiler, gazeteler ve internet siteleri Ayberk ve yandaşlarından, “Türkiye’deki geleneksel İslâmî düşünceden tamamen kopuk ve marjinalleşmiş, kendine özgü sapkın bir hareket” olarak söz ettiler.
Geçen pazartesi akşamı bu olaya yer veren Uğur Dündar’ın “Arena” programı bile, normalde böyle olayları genellemeye pek bir meraklı olmasına karşın, görüntülere eşlik eden haber metninde Ayberk’in öyküsünü başından sonuna dek “sıradışı bir dinî cemaatin sahtekârlığı” vurgusuyla sundu.Gerçi, Ayberk’in “dindarlığı” da her açıdan tartışmaya açık ya, neyse...
“Arena”nın yapım ekibinden bir meslektaş, bazı belge ve bilgilere ulaşmak için programdan bir kaç gün önce beni de aradı. Ona altını çize çize şunları söyledim: “Aman ha sevgili arkadaşım, bizler, yani Türkiye’deki muhafazakâr çevrelerin yüzde 99’u, bu adamı ve yaymaya çalıştığı sapkın fikirleri hiç bir zaman onaylamadık, desteklemedik. Eğer ki izleyicilerinize onun yolsuzluklarını ve ahlâksızlıklarını Türkiye’deki İslâmî cemaatlerin ortak bir zaafı olarak sunarsanız, hem ayıp, hem de yazık etmiş olursunuz. Uğur Dündar, böyle bir adam yüzünden mütedeyyin izleyicilerinin güvenini yitirmemeli.”
Muhatabım ise bu dostça uyarım üzerine bana aynen şunu söyledi: “Hiç üzülmeyin, olayı en ince ayrıntısına kadar biliyoruz. Bu adam asla Türkiye Müslümanlığını temsil etmiyor. Bizim haberimiz de sizin vurguladığınız doğrultuda olacak.”
Dedikleri gibi de temiz bir yayın yaptılar ve kendisini “hanif Müslüman” diye tanımlayan sapkın bir tarikat şeyhi yüzünden ülkemizdeki İslâmî düşüncenin topyekün yara alması belki de yıllardır ilk kez engellendi. Tekrar ediyorum ki bizler bugün bu adamın polisçe ortaya çıkartılan rezilliklerinden, evdeki o çocuk pornolarından, banka hesaplarındaki yüz binlerce dolardan, kaşarlanmış kocasıyla birlikte hiç utanmadan dolandırıcılık yapan devlet memuresi bayan Mesude Ayberk’in karıştırdığı haltlardan lekelenmediysek, bunun temelinde Ayberk’i daha yıllar önce çok kesin bir dille yadsıyıp deşifre etmiş olan bir kaç İslâmî basın organının vizyonu vardır.
Bu nedenle, eski yuvam Millî Gazete’yi buradan bir kez daha sevgiyle selamlıyorum. Onların bu cesur yaklaşımları olmasaydı, ben ne on yıl önce ne de şimdi, sözünü ettiğim yazılarımı hiç bir yerde yayımlayamazdım.
- Pekiyi, Aiberg’in şu sıralarda Balıkesir Adliyesi’nde açılan dâvâsına şikayetçi sıfatıyla müdahil olmayı düşünüyor musunuz?
- Elbette… Bu karmaşık ve örgütlü yapının yargılamasının salt bir “nitelikli dolandırıcılık” suçlamasıyla kalmasını doğrusu içime sindiremem. Şahsıma yönelik bütün o hakaretlerin de hesabını vermeliler. Ayrıca, bugün Türkiye’yi yöneten ne kadar politikacı var ise, bunların hepsi hakkında da yıllardır ağıza alınmayacak kadar çirkin hakaretler etmiş ve ettirmişlerdir sitelerinde. Bunların da hesabını verecekler. Yargılama sürdükçe, müdahil olanların sayısının da giderek artacağını sanıyorum. Yakın bir zamanda ben de bu iş için Balıkesir Adliyesi’ne başvuracağım.
Benimle ilgili olarak bugüne kadar internet ortamında pek çok kez “Amerikan casusu”, “Necip Hablemitoğlu’nun katili”, “Fethullah Gülen’in baş tetikçisi”, “Azeri Yahudisi”, “gizli kâfir”, “Danıştay saldırısının baş mimarı” ve şu anda aklıma gelmeyen daha düzinelerce suçlamada bulundu. Ki bu suçlamalarının her biri ayrı ayrı birer hakaret niteliğindedir ve cezai karşılıkları vardır.
Polisin kendilerine yönelik operasyonundan bir gün önce, 6 Haziran 2006 günü bile www.okunan.com adlı, insanlığa pislik saçan sitelerinde “Gavur Ali Murat Güven” başlıklı bir yazı duruyordu. Ki o yazı da Ayberk’in günümüzdeki sağ kolu, müritlerden toplanan paraların organizatörü olan Ergün Bektaş adlı kişi tarafından yazılmıştı. Bu şahıs da ruhsal sağlık itibarıyla şeyhinden farksızdır. Siteleri bugünlerde, tarikatın yasalardan yediği ağır şamardan dolayı kapalı. Ancak bende geçmişte siteye koydukları pek çok yazı mevcut. Bunların hepsini ilgili mahkemeye sunacağım.
“Prof. Öztürk’ün iyi niyeti