Beşir Ayvazoğlu'nun kitap tavsiyesi
Beşir Ayvazoğlu, okurlarına kendisiyle aynı kafada olduğunu belirttiği David le Breton'un Yürümeye Övgü adlı eserini tavsiye etti.

Beşir Ayvazoğlu'nun köşe yazısı
Bir zamanlar şiir yazardım; bir şiirimde, motorlu araçların icadından önceki yolların git git bitmezliğinden ve yolculukların güzelliğinden dem vurmuş, eski yolcuların toprakla suyun hasretle nasıl kucaklaştığını, gökkubbenin ne kadar güzel çatıldığını, dağların yere nasıl sağlam oturduğunu fark edebildiklerini ve sessiz yol gecelerinde yıldızları sayabildiklerini söylemiştim.
Şiirin zaman zaman tekrarlanan mısraı şöyleydi: "Git git bitmezdi eskiden ne güzeldi yollar!" Geçenlerde Yürümeye Övgü adında güzel bir kitap okudum; meğerse David le Breton'la aynı kafadaymışız!
Söze "Yürüyüş dünyaya açılmadır!" cümlesiyle başlayan Le Breton, geçici veya sürekli olarak bedenle yaşamak anlamına gelen yürüyüşün insanı sadece hayattan zevk almaya değil, aynı zamanda derin düşünceye yönelttiğini, modern hayat şartlarının zorladığı aceleciliğe ve telaşa boyun eğmekten kurtardığını söylüyor. Stevenson'dan naklettiği şu cümlelere dikkatinizi çekmek isterim: "Saatleri hesap etmekle geçirilmeyen zaman sonsuzluktur. İnsanın sadece açlıkla ölçüp değerlendirdiği ve sadece uykusu geldiğinde bitirdiği yaz gününün uzunluğu, denenmedikçe, yaşanmadıkça kavranamaz!"
Yürüyerek yorulan bir insan için dinlenme sırasında yenen yemek kadar lezzetlisi yoktur. Çok sade bir yemek bile bazen muhteşem ziyafetlerin veremediği zevki verir. Yakıcı bir susuzluktan sonra içilen bir bardak suyun yaşattığı hazzı, ayakta duramayacak kadar yorulduktan sonra kuru toprakta veya taze çimenler üzerinde çekilen bir uykunun tadını sadece yürüyüşçüler bilir. Yürüyüş hayatın sıradan anlarını değiştirir ve yeni biçimler altında yeniden yaratır, Le Breton'a göre. Yine Stevenson'dan bir iktibas: "Coşkulu bir yürüyüş çok büyük olasılıkla, her türlü dar kafalılıktan ve gururdan, kibirden uzaklaştırmıştır sizi ve içinizdeki merak duygusunun özgürce harekete geçmesini sağlamıştır."
Le Breton da J.J. Rousseau, Stevenson ve Thoreau gibi, yalnız yürümekten yanadır; yalnız yürüyüş bir çeşit içe dalmadır; insanı konuşmaya zorlayan bir arkadaşın varlığı bu filozofça aylaklığı anlamsızlaştırıp içe dalışı engeller. Rousseau, bir arabada kendisine yer verildiğinde yahut yolda biri yanına yanaştığında, yürürken biriktirdiği servet dağılıverdiği için üzülürmüş. Kazancakis gibi, dar ayakkabılarla saatlerce yürüyerek acı çektikten sonra, rahat ayakkabılar giyerek yürüyüş zevkini doruk noktasına çıkaranlar bile varmış.
Uzun bir yürüyüşten sonra, gece karanlığında açık havada uyumanın insanı felsefeye davet ederek hayatın anlamı üzerinde düşünmeye zorladığını söyleyen Le Breton'a göre, yürüyüş aynı zamanda sessizliğin hazzıdır. Bir anlamda gürültünün egemenliğinden başka bir şey olmayan modernlik aslında sessizliği tanımaz; modern hayatta sessizliğin var olabilmesi için makinelerin çeşitli sebeplerle geçici olarak susması gerekir. Bu, "bir içselliğin ortaya çıkmasından çok, tekniğin durmasıdır." Dünya ile yeniden ilişki kurmak isteyen insanın kendi içine kapanmasının bir yolu olan gerçek sessizlik, mekânla iç içe geçmiş, neredeyse dokunabileceğiniz bir cevherdir. Tabiatın kendi sesleri, sessizliği bozmaz, aksine onu yoğunlaştırır: "... taşlar arasına yol açan bir kaynak, zifiri karanlıkta bir gece kuşu çığlığı, bir gölde zıplayan sazan balığı, ayaklar altında çıtırdayan kar, güneşin altında çıtırdayan çam kozalağı..."
Yollardaki taşlara, topraklara, ağaç kabuklarına dokunan, derelerde, irili ufaklı göllerde yıkanan, ıslak toprağın, çeşit çeşit bitkilerin güzel yahut bataklıkların pis kokularını içine çeken, karanlığın kapladığı ormanın ince örtüsünü hisseden, yıldızları seyredip gecenin dokusunu tanıyan yürüyüşçü, Le Breton'a göre, "dünyanın nabız atışlarına bütün bedeniyle katılır."
Margaret Mead, James Baldwin'le bir gün ırkçılık konusunda tartışırken, şaka yollu, gemi ve otomobilin icadına çok üzüldüğünü söylemiş. Le Breton, bu anekdotu aktardıktan sonra, "Kesin olan şu ki, yürüyen insan genellikle otomobil kullanan, trene veya uçağa binen biri gibi kibirli olmaz, çünkü attığı her adımda dünyanın acımasızlığını ve yolda rastladığı insanlarla dostça uzlaşma gerekliliğini hissederek asla insan olduğunu unutmaz." diyor. Danimarkalı varoluşçu Kierkegaard, "Ben en verimli şekilde ancak yürürken düşünebiliyorum ve yürüyüşün uzaklaştıramayacağı hiçbir saplantı düşünemiyorum." demiş. Nietzsche'nin de gerek Şen Bilim'de, gerekse Böyle Buyurdu Zerdüşt'te yürüyüş hakkında buna benzer sözleri var.
Bize gelince: Yürüyüş zevkinin başlı başına bir araştırma konusu olduğunu söyleyebilirim. Yıllarca önce Refik Halit'in yürüyüşle ilgili cümlelerinin altını çizmiştim. Felsefeyle arası pek hoş olmadığı için Kierkegaard'ı ve Nietzsche'yi okumadığından emin olduğum üstad, Bu Bizim Hayatımız adlı romanında bakın neler söylüyor:
"Yine tramvaya binmedi; yürürken iyi düşünüyordu; ayaklarının işlemesi kafasını harekete geçiriyordu. 'Yürümeyen adamın zihni durur,' dedi, 'yüksek makama geçenlerin fikir verimsizliklerinde biraz da arabayla otomobilin tesirini aramalıyız. Bunlar yayan dolaşmayı bırakınca hem lüzumluyu göremez oluyorlar, hem de dimağ işlekliklerini kaybediyorlar. Karın yapmaları da bundan!"
Le Breton, elbette yürüyüşçünün yaşayabileceği sıkıntıları, karşılaşabileceği tehlikeleri de uzun uzun anlatıyor. İsmail Yerguz'un tercüme ettiği, Sel Yayıncılık tarafından yayımlanan bu zevkli kitabı bütün okuyucularıma tavsiye ediyorum.
(Zaman)
Kitapla ilgili teknik bilgiler ve sipariş şartlarını bu linkten görebilirsiniz