Türk usulü korku cineması
Korku türünde film üretmek isteyen sinemacılar cinlerin halk nezdindeki korkutucu algısına kayıtsız kalmayıp seyirciyi metafizik varlıklar âlemine doğru yolculuğa çıkardı. İşte Türk usulü korku filmleri:
Büyü, Dabbe’tül Arz, Araf, Semum, Duhan, Marid, Cehennem… Kur’an-ı Kerim’de geçen binlerce kavramdan birkaçı. Bu ifadeler artık sadece dinî kitaplar ya da meal ve tefsirlerde yer almıyor, Türk yapımı korku filmlerine de isim oluyor.
Sinema ve din ilişkisi bugüne kadar hep tartışıldı, ancak yedinci sanat kendini dinin dışında tutmayı bir türlü başaramadı. Zira din, her insan için ilgi çekici bir mevzu idi. Yönetmenler de her devirde bunu kullandı. Yeşilçam geleneğinde daha çok olumsuz şekilde ele alınan din ve dindar olgusu, son dönemde yerini nispeten ılımlı bir tarza bıraktı. Ama dinî olanın cazibesi değişmediği için, sinemanın farklı türlerinde bu konu işlenmeye devam etti. Özellikle korku filmlerinde.
Önce Hollywood’dan Uzakdoğu sinemasına kadar din ya da mistisizmden kaynaklanan ve metafizik kavramları başrole oturtan yapımların, ‘vampir’, ‘kurt adam’ gibi figürlerin kullanıldığı filmlere göre insanları daha çok korkuttuğu keşfedildi. Türk yönetmenler ise 2000’li yıllarda korkunun ‘bizce’sini oluşturmak adına benzer temada filmler üretmeye başladı. Tabii Yeşilçam dönemindeki ‘deneme’leri saymazsak. 2004’te Orhan Oğuz’un Büyü filmi ile başlayan bu akım, diğer yönetmenlerin çektiği Dabbe, Araf, Semum, Musallat, Dabbe 2 ve Üç Harfliler Marid ile devam etti. Bu filmlerle, daha önce repliklerde bile geçmeyen Kur’an-ı Kerim ayetleri süslemeye başladı afişleri. Hatta üç boyutlu ilk Türk filmi bile dinî korku temalı çekildi (Cehennem). Fakat söz konusu korku filmlerinin hiçbiri seyirci üzerinde beklenen etkiyi yapamadı.
Türkiye’de korku sinemasının tema anlamında ortalamanın altında seyretmesinin sebebi dünyadakinden pek farklı değil. Kökleri 20. yüzyılın başlarına, yani sessiz sinema dönemine dayanan korku filmlerinin, Baskerville’lerin Köpeği, Dracula, Dr Jeckyll ve Mr. Hyde gibi ilk örnekleri daha çok klasik romanlardan esinlenilerek filme aktarıldı. Yıllar sonra yeniden çekilecek bu filmler, hiçbir ses ve görüntü efekti içermemesine rağmen o dönemin izleyicisini fazlasıyla etkiledi. Hatta ilk Dracula filminin gösteriminde korkudan bayılanlar oldu. Peki, bugün türlü efektlerle bezenmiş yapımlar neden aynı etkiyi oluşturamıyor? Sinema tarihçisi ve yazarı Giovanni Scognamillo, bu durumu Alin Taşçıyan’a verdiği bir röportajda şöyle özetliyor: “Bugünkü seyirci hazırlıklı. Korkular gündelik hayatımızın bir parçası olduğu için artık insanlar sinemadan korkmuyor.”
Korku, sinema seyircisi üzerinde oluşturulmaya çalışılan belki de en zor duygu. Komediye gülmek için, drama ağlamak için giden seyirci, Cehennem 3D’nin yönetmeni Biray Dalkıran’ın dediği gibi korku filmini âdeta korkmamak için seyrediyor. Bu şartlanmışlığa beyazperdenin sanal gerçeklik algısı da eklenince yönetmenlerin seyirciyi neyle ve nasıl korkutacağı hayati önem arz ediyor.
Görünmeyenin cazibesi
Dünya sinemasında bugüne kadar korku unsuru olarak genelde vampir, zombi, hayalet, kurt adam, uzaylılar, karanlık ve psikopat katiller kullanıldı. Ama bunların etkisi bir yere kadardı. Çünkü saydıklarımızın hepsi insan için bir dış tehdit olmaktan öteye geçemedi. Filmlerde korku çıtasının yükselmesi ancak insanın bizzat korku unsuruna dönüşmesi ile mümkün oldu. Bu, gözle görünmeyen ruhani varlıkları filmlere dâhil etti. Hollywood bizdekinin aksine daha çok Hıristiyanlıkta olağanüstü kötü bir güç atfedilen şeytan kavramını beyazperdeye taşıdı. Amerikan sineması bu metafizik kavramları sevdi ve sadece exorcism (şeytan çıkarma) temalı ya da fantastik kötü kahramanların olduğu filmlerle yetinmeyip Uzakdoğu korku filmlerini birbiri ardına uyarlamaya başladı. Zira mistik köklerinin ve kendine has gerilim unsurlarının da etkisiyle Uzakdoğu sineması korku türünde konu seçimi ve işlenişi bakımından çoğu zaman tema sıkıntısı çeken Hollywood’dan birkaç adım öndeydi.
Türk sinemasında da durum Hollywood’dakinden farklı değildi. Önce Yeşilçam döneminde Ali Rıza Seyfi’nin Kazıklı Voyvoda kitabından uyarlanan Drakula çekildi. Türk karakterin Drakula’nın şatosuna girmesini konu edinen filmde haç yerine sarımsak kullanılması, ‘Batının değerlerini bize nasıl uyarlarız’ kaygısı için üretilen komik formüllerden biri olarak tarihe geçti. Ardından Yavuz Yalınkılıç, ‘Ölüler Konuşmaz ki’ adlı filmi çekti. Metin Erksan’ın The Exorcist’ten uyarladığı Şeytan filmi ile Yeşilçam ve dolayısıyla Türk seyircisi başarısız da olsa korku türüne uzun süre veda etti. Ta 2004 yılında Taylan Biraderler’in çektiği Okul filmine kadar.
Bir grup gencin, ölen arkadaşlarının hayaletiyle mücadelesinin anlatıldığı Okul, güldürme konusunda daha başarılı oldu. Ama ilk olmasının avantajıyla kendinden sonra gelecek korku filmlerine göre iyi bir gişe rakamına ulaştı. Fakat bu durum yine aynı yönetmenlere ait Küçük Kıyamet, Togan Gökbakar’ın Gen ve Tolga Tan Demirci’nin Gomeda filmleri için devam etmedi. Çağan Irmak’ın da içinde bulunduğu birkaç yönetmen tarafından çekilen ve DVD olarak çıkarılan Kabuslar Evi serisini bu kıyaslamanın dışında tutuyoruz.
Sonraki yıllarda Talip Emir Ertürk ve Murat Emir Eren’in Ada filmiyle zombiler, Türk korku sinemasının misafiri oldu. Misafir dememizin sebebi seyirci tarafından zombilerin çok ilgi görmemesi ve sinemamızda kalıcı olmayacaklarının aşikâr olması. Ada’dan sonra psikoloji faktörünün ön planda olduğu Ümit Ünal’ın bir kızın gaipten ses duyması üzerine kurguladığı Ses’i seyrettik. Aslında film, korkutmaktan ziyade gerilim üzerine oturtulmuştu. Yine de türü içinde başarılı oldu. Adı geçen filmlerde farklı temalar denense de Türk korku sineması Orhan Oğuz’un Büyü filmiyle birlikte bilinçli olarak dinî ve metafizik öğelere kaydı. Dolayısıyla sinemamız cin ve ruh kavramıyla tanıştı.
Din temalı korku filmi üretenler, dinin sinemaya alet edilmesi, İslam ve korku kavramının bağdaştırılamaması ve dinî literatüre ve hassasiyetlere riayet edilmemesi gibi hususlarda eleştiriliyor. Zira Türk filmlerinde korku öğesi olarak cinler tercih edildiği için sinemamız doğrudan dine temas ediyor. Musallat filminin yönetmeni Alper Mestçi’ye göre hayalet bizim kültürümüzde olan bir şey değil ve Batı’daki öyküler uyarlandığı zaman insanlar korkmuyor. Türk halkı cinlerden korktuğu ve cin konusu Kur’an’da geçtiği için filmlere mecburen din öğesi katmak durumunda kalınıyor: “Amaç dinî kaynaktan beslenmek değil ki.
İnsanların korktuğu şey neyse onun filmini yapıyorsunuz.” Biray Dalkıran bir adım öteye gidip “Vampir Ayşe’yi ısırmaz, kurt adam Hasan’ı kovalamaz, zombi Mahmut’un peşinden koşmaz. Çünkü biz kurt adama kemik atarız, vampire hoşt deriz. Bozulmuş yumurta Japonlar için lezzetli bir şeydir, biz kokusuna dayanamayız. Vampir filmleri bizde çürük yumurta etkisi oluşturur.” diyor.
Zaten Türkiye’de üretilen az sayıdaki korku filmine bakıldığında metafizik kavram ve varlıkların dışında kullanılan diğer unsurların bırakın korkutmayı güldürmekten öteye geçemediği anlaşılıyor. Bu sebeple din temalı filmler yeterli kalitede olmasa da diğer türdeşlerine göre korku seviyesini artırdığı için tercih ediliyor. Ama Pisikyatr Mustafa Ulusoy, bu filmlerin Kur’anî bilgiyle çeliştiğini düşünüyor: “Örneğin Kur’an’da şeytanın sadece insana vesvese verdiği, buna karşılık insanın iradesini elinden alan bir etkisi olmadığı vurgulanır. Binlerce yıllık bu bilgilere rağmen şeytan ve cinlerin insanların hayatını direkt yönlendirici bir etkisi varmış gibi sunulması zayıf bir sinematografik öğe olarak kalır.”
Görünen o ki aslında Türk halkı korku filmlerini pek sevmiyor. Altında ise bu filmlerin henüz sektör hâline gelememiş sinemada yeni bir tür denemesi olmalarının yanında korku kavramının kültüre pek aşina durmaması da yatıyor. Hatta sinema eleştirmeni Atilla Dorsay, bunu “Türklerin genlerinde korku filmi yapmak yok.” diye yorumluyor ve korku kültürünün daha çok Batı’ya ait olduğunu ifade ediyor. Dorsay’a göre, Batı’nın bu alanda edebi ve sinemasal ürünler ortaya koyması, bireyin üzerinde baskı yapan bir şeytan algısına sahip olmasından kaynaklanıyor. Bu sebeple bizdeki korku filmlerini özenti buluyor: “Müslümanlığa dayalı korku filmlerinin tümüyle yapay, Batı’ya öykünen şeyler olduğunu; bizim inancımıza ve kültürümüze ait olmadığını düşünüyorum.”
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Din Felesefesi Uzmanı Dr. Zeynep Gemuhluoğlu’nun ifadesiyle meselenin özünde Türk kültüründe rasyonel ve irrasyonel arasında büyük bir uçurum olmaması yatıyor: “Batı’da olduğu gibi rasyonelliği dibine kadar yaşayıp onun acısını çekmiş değiliz. Bizde ateistler bile bir şeye inanır. İdeolojiler hep biraz irrasyoneldir, inanca dönüşmüş gibidir. O yüzden bizimkilerin dayanabileceği katı rasyonalizmin karşısına konulabilecek irrasyonalizm ve oradan türetilebilecek psikolojik, sosyolojik teoriler yok.”
Belki bu sebeple tıpkı Cehennem (3D), Dabbe-2 filmlerinde olduğu gibi Kur’an-ı Kerim’deki ayetler ilk anlamlarıyla görselleştirilmeye çalışılıyor. Gemuhluoğlu, bu korku klişelerinin kesinlikle Doğulu olmadığı görüşünde. Çünkü Doğu’da bu tür klişelerin temelini oluşturabilecek simgesel şeyler yok: “Afişe ayet koyup, ‘onun kendi kültürümüzde karşılığını bulduk’ demektense bizatihi oturup o kavram üzerine düşünse; mesela Cehennem 3D’de sekar üzerine entelektüel bir düşünüm yapsa, o ayeti kullanmak yerine.” Zaten görsel teşbihin temsil ettiği şeyin yerine geçme tehlikesi barındırması sebebiyle bizde karşılığını bulmadığını ifade eden Gemuhluoğlu’na göre, görsel anlatım ancak çok sembolik ve sürreal bir dil kullanmakla mümkün olabilir.
Mustafa Ulusoy, Batı’da korku kültürünün oluşmasını felsefe, sinema ve edebiyatın Yaratıcı’yı (cc) hayatın dışına koyması sebebiyle her şeyin muvahhiş (korkutucu), anlamsız ve hikmetsiz varlıklar olarak tasavvur edilmesine bağlıyor. Bu da aslında insanda bir kontrol mekanizması oluşturması sebebiyle hayatın idamesi için olmazsa olmaz bir duygu olan korkuyu normal seviyeden patolojik hâle dönüştürüyor. Böylece insan gerçekte kendisi için tehdit uyandırmayan varlık âlemini tehdit gibi algılamaya başlıyor.
Bundan sonrası insan beyninde ‘ya deprem olursa’ gibi ihtimal cümlelerinin uçuşma hızına endeksleniyor. İşte korku filmleri de bu ihtimaller üzerinden yola çıkarak insanın dünya ve onun ötesine dair kaygılarını harekete geçiriyor. Yani korku filmleri, ister din temalı olsun ister olmasın temelde modern dünyada yalnızlaşan bireyin güvensizlik problemini, ‘en yakınınızdakine bile güvenmeyin’ mesajıyla paranoya noktasına ulaştırmayı hedefliyor. Tek farkla; din temalı korku filmlerinde devreye ağzı dualı hocalar giriyor ve âdeta filmin kurtarıcı kahramanı oluyor.
Bu tarz filmlerde daha çok Hıristiyan öğretisine ait günah ve onun anında cezalandırılması üzerinde yoğunlaşılıyor. Genelde seçilen büyük günah cinsellik üzerine kurgulanıyor. Dr. Zeynep Gemuhluoğlu bu durumu izleyiciyi doyuma ulaştırma isteği diye yorumluyor. Zira kötülüğün cezası hemen verildiğinde ve din galip geldiğinde film ahlaki bir alana çekilmiş oluyor. Bu durum bir sinema klişesi olsa da madem korku sinemasının bizcesi yapılmaya çalışılıyor o zaman bu düşüncenin İslam dinindeki, insanlara günahları karşısında hemen cezalandırmayıp mühlet veren Yaratıcı (cc) algısıyla bağdaşmadığının düşünülmesi gerekiyor. Aksi takdirde ahirette kurulacak mahkeme bu dünyanın içinde kurulmuş oluyor.
Gemuhluoğlu’na göre korku filminin kendisi kamera kullanımı ve bakış açısıyla kişinin dürtülerini doğrudan harekete geçirdiği için zaten bir antideccal gibi: “Modernlikle birlikte dine karşı alınan cephede Tanrı’dan boşalan yeri doldurabilecek bir şeyler icat ediliyor. Romanda mesela baba anlatıcı. Sinemada da bunun karşılığı kamera oluyor ve bir anlamda Tanrı yerine geçmeye çalışıyor. Her şeyi bilen, gören, yukarıdan takip eden.” Bu sebeple Gemuhluoğlu, yerli yabancı tüm korku filmlerinde tersine bir teoloji üretimi olduğunu düşünüyor.
İslam ve korku kavramının yan yana gelmesi ise ayrıca tartışılan bir husus. Kimi yönetmenler her ne kadar Kur’an-ı Kerim’de insanları korkutan ayetlerin var olduğuna dikkat çekse de Atilla Dorsay insanın vicdanı üzerinde korku aracılığıyla baskı kurmanın dinimizde yer almadığı fikrine sahip.
Film afişlerinde ayet modası
Metafizik unsurları barındıran korku filmlerinde işlenen konu bir şekilde dinle temas edince hassas bir damara basılmış oluyor. Yapılması muhtemel herhangi bir yanlışlık sinemasal bir kusur olmanın ötesinde yönetmene bir vebal yüklüyor. Zira bizzat Kur’an ayetlerinin bir filmin içerisinde, afişinde kullanılması şakaya gelir durum değil.
Türk sinemasında ilk olarak Metin Erksan’ın Kuyu filminin afişinde Nisa suresindeki “Kadınlara iyilikle davranın” ayetine yer verilse de bu durum son dönem korku filmlerine kadar tekrarlanmıyor. Biray Dalkıran afişlere ayet yazılmasını, politikacıların bir şey anlatırken futboldan örnek vermesinden daha elit bir durum olarak değerlendiriyor. Hasan Karacadağ bunu doğru yapılma şartına bağlıyor: “Din temalı korku sineması Türkiye’de bir tür olacaksa ölçü belli: Kur’an-ı Kerim, hadis-i şerifler ve İslam âlimlerinin görüşleri. Bu üçünden faydalanmayacaksan uzak dur kardeşim bu türden, başka bir şey yap.” İnanmadığı bir kavramı yeterli araştırma yapmadan anlatan birinin seyirci tarafından dışlanacağına dair inancı tam yönetmenin. Peki ‘her yönetmen aynı derecede hassas mı?’ sorusuna ‘evet’ cevabı veremiyoruz maalesef.
Çünkü Cehennem’de (3D) olduğu gibi sure adının bile afişe doğru yazılmasına dikkat edilmediği düşünülünce dinin hak ettiği hassasiyetin göz ardı edildiği aşikâr. Bu sebeple korku filmlerimizde küçük çocukların bile ezbere bildiği Nas ve Felak sureleri okunurken bariz hatalar yapılmasına şaşmamak gerek. Örneğin Üç Harfliler Marid ve Musallat filminde hoca karakterleri ısrarla sure ve duaları yanlış telaffuz ediyor. Fakat bu tarz filmler, bir şekilde bazı surelerin, Cevşen gibi duaların insan, cin ve şeytanların kötülüklerinden korunma noktasında en etkili reçete olduğu mesajını veriyor. Hatta bizzat filmi çekenlere bile.
Üç Harfliler Marid’in yapımcı ve senaristi Murat Toktamışoğlu, önceleri ‘üç İhlâs bir Fatiha’ okumakla yetinirken filmin senaryosunu yazdığından beri Ayete’l-kürsî, Felak ve Nas surelerini her sabah ve akşam okuduğunu söylüyor: “Sette bir sürü insan bu sayede sureleri öğrendi. Dua öğrenmelerini sağlayıp sevap da kazandık herhâlde.” Yine Hasan Karacadağ, Semum filminden sonra kendisine ulaşan ve 14-15 sene filmde anlatılan türde sorunlar yaşayan bir teyzenin Cevşenle tanıştığını ve sıkıntılarından kurtulduğunu anlatıyor.
Tabii filmin insanların metafizik varlıklara inançları üzerindeki etkisinin negatif ya da pozitif olup olmayacağı biraz kalitesine göre değişiyor. “Metafizik unsurlar kişinin din ile ateizm arasındaki kırılma noktasıdır. Bu unsurlara kişinin yakınlığı, dinden uzaklaşması ile ters orantılıdır. Bunu iyi bir sinema diliyle anlatabilir ve etki altına alabilirseniz insanlar doğruya yöneliyor. Bu filmler gündeme geldikten sonra kimse cin var mı yok mu diye tartışmıyor.” diyen Karacadağ, din konusunda sorumlu davranarak kıyamet alametlerini filmleri ile hatırlatmaktan memnun. Ama sinema eleştirmeni Nedim Hazar kötü film ve karakterin insanı dinden ve dine dair kavramlardan soğutabilme ihtimalinin göz ardı edilmemesi gerektiğinin altını çiziyor.
‘Din merak gıdıklıyor’
Sinemacılar, bu uyarıyı en azından karakter bazında dikkate almış olacak ki Türk sinemasında son yıllarda imajı düzelmeye başlayan hoca karakterinin bu filmlerde de sürdüğünü söyleyebiliriz. Zira Türk yapımı korku filmlerinde hocalar genelde eli yüzü düzgün, ilmine vâkıf kişiler olarak betimleniyor ve Allah rızası için okumak kaydıyla nefesleri işe yarıyor. Yıllar evvel Sosyete Şaban filminde tiye alındığı gibi birinin etrafında “Cin çık cin çık cin çık, Yallah cinler yallah…” diye davul çalıp dönmüyor. Aksine okuduğu dualarda bizzat dinden besleniyor. Bu sebeple Türk korku filmleri, ortalama seviyenin altında kalsa da Kur’an-ı Kerim ve onun yanında Cevşen duasının etkilerini bir şekilde vurguluyor. Zaten Karacadağ’ın ifadesiyle The Exorcist filminin Japonya’da üç günde yüz bin İncil sattırdığı düşünülürse kaliteli filmlerin din anlamında az da olsa olumlu etkiye sebep olması imkânsız gözükmüyor.
Dine yapılan göndermeler ve yönetmenlerin bahsettiği kısmi faydalar dışında bu filmlerin sonuçta ticari kaygılar üzerine inşa edildiğini de unutmamak gerekiyor. Biray Dalkıran şu anda dinin merak gıdıklayan ve ticari karşılığı olan bir konu olduğuna dikkat çekiyor. Zaten özel bir tür olması sebebiyle korku filmlerinin belli bir hedef kitlesi olduğu düşünülürse hâliyle seyirci nezdinde en çok prim yapan konu seçiliyor. Üç filmi toplamda 1,5 milyona yakın gişe elde etse de Karacadağ, korku filmi çekenleri yapımcıların akıllı bulmadığını düşünüyor. Filmlerini hiçbir televizyon kanalının satın almadığı yönetmen korku sinemasını kazançlı bir iş olarak görmüyor.
Bu sebeple yüksek bütçeli ilk üç boyutlu filmimizin bu türde çekilmesine de anlam veremiyor. Ama yine de Türk sinemasında istikrarlı bir biçimde yoluna devam eden tek türün korku olduğuna inanıyor: “Korku sinemasının seyirci olarak değerinin olmadığı bir ülkede bu tür filmleri yapanları önce bir tebrik etmek gerekiyor. Daha sonra saldırabilirsiniz içeriğine, tarzına.” Ama Karacadağ filmler eleştirilirken de Türkiye standartlarının göz ardı edilmemesi ve bir korku filmi çekildiğinde bunun ilk olarak Paranormal Activity gibi dünya çapında gişe rekorları kıran filmlerle kıyaslanmaması gerektiğinin altını çiziyor: “Bir Türk araba yaptığı zaman bunu BMW, Mercedes’le kıyaslayamazsınız ki. Ona ulaşması için bir süre vermeniz lazım.”
Hasan Karacadağ, gün gelip bir Türk yönetmen Paranormal Activity gibi bir film çekse yine eleştirilerin hedefi olacağı serzenişinde bulunuyor. Ama sorun galiba ‘gibi’ anlayışıyla film üretilmesinde. Evet, sinemanın teknik özellikleri, hatta korku filmlerinde kullanılan ‘yedi dakikada korkut, sonra es ver’ gibi formüller tüm dünyada ortak. Ama görünen o ki, korku filmlerimizin hikâyeleri, tam olarak bu topraktan doğmuyor. Doğsa da Türk sineması bu temayı işlerken hâlâ kendi korku klişelerini ve objelerini üretememiş duruyor.
Sinemamız ‘Büyü’lendi
Korku türünde film üretmek isteyen sinemacılar cinlerin halk nezdindeki korkutucu algısına kayıtsız kalmayıp seyirciyi metafizik varlıklar âlemine doğru yolculuğa çıkardı. Orhan Oğuz’un 2004 yapımı Büyü filmiyle başlayan bu eğilim, insanların görünmeyenin gizemine kapılmasını hedefliyordu. Ama Büyü ile başlayan din temalı korku çıtası yükselmek yerine gittikçe düştü ve en son vizyona giren Cehennem 3D ile âdeta dibe vurdu.
BÜYÜ: Daha gala gecesinde çıkan yangın sebebiyle adından sansasyonel biçimde söz ettiren Büyü, Artuklu hükümdarı Sultan Salih’e ait 700 yıllık bir kitabı arayan arkeoloji ekibinin kazı için gittiği köyde başından geçenleri anlatır. Bu film Türk sinemasında ilk kez Bakara suresinin 102. ayetine gönderme yaparak büyü kavramını ele aldı. Filmde büyünün yanı sıra cinlerin insana musallat oluşu da ilk kez beyazperdeye yansıdı. Büyü, bu tip varlıklardan korunma yöntemi olarak da Felak ve Nas surelerinin yanı sıra boyuna takılan Cevşen’i işaret etmekteydi.
DABBE: Düşük bütçeyle çekilen Dabbe, her anlamda acemi işi olmasına rağmen herkesi şaşırtarak kendi kulvarında beklenilenin çok üstünde bir gişe elde etti. Karacadağ, bu filmde Neml suresi 27. ayette kıyamet alameti olarak adı geçen Dabbe’tül Arz’ı internet olarak yorumladı. Yönetmene göre Eski Hint dilinde de örümcek ağı gibi yayılan şey anlamına gelen Dabbe, pekâlâ world wide web’i (www), yani dünyayı saran ağı rahatlıkla çağrıştırabilirdi. Bu sebeple filmde dünyanın her yerinde internet üzerinden cinlerin musallat olmasıyla görünüşte intihar gibi duran vakalar yaşanması işlendi.
ARAF: Biray Dalkıran’ın hikâyesini yazıp yönettiği Araf filmi de adını Kur’an-ı Kerim’de geçen bir ayetten alıyordu. Ama film, İslam’da daha çok Cennet ile Cehennem arasında bir mekân olarak nitelendirilen Araf anlayışını birebir yansıtmak yerine dünya ile ahiret arasında kalan bir ruh tasvirini işlemeyi tercih etti. Araf, yasak ilişki sonucu hamile kalan Eda’nın, kürtaj olmasından yola çıkar. Eda, yıllar sonra bu kez eşinin çocuğuna hamileyken, daha önce kürtaj sırasında ölümüne sebep olduğu bebeğin arafta kalan ruhu kendisine musallat olur.
MUSALLAT: Din temalı korku filmlerinin gerilim düzeyi 2007 yapımı Musallat ile kısmen de olsa arttı. Filmde, Almanya’ya işçi olarak giden Suat’a bir cin musallat olur. Suat, çocukluk arkadaşıyla birlikte ağzı dualı ve para almadan okuyan bir hocaya giderek yaşadığı sıkıntılardan kurtulmaya çalışır. Musallat’ı önceki filmlerden ayıran en belirgin özellik, ilk kez gözle görülemeyen metafizik bir varlığı görselleştirmesiydi.
SEMUM: Tasvir tercihi Hasan Karacadağ’ın Semum filminde bariz bir hâle gelir ve animasyon teknikleriyle seyircinin görebileceği bir varlık kurgulanır. Bu sebeple bir kadının içinden cin çıkartılma mücadelesinin anlatıldığı filmde, dinî ilme vâkıf hoca elinde Cevşen’le başka bir boyutta Semum denen varlıkla karşı karşıya gelir. Hoca, Cevşen okudukça onu koruyan yeşil bir halka oluşur ve sonunda bu varlık Şeytan’a ‘Neden beni terk ettin?’ diye sorar. Film bir rivayete göre Peygamberimiz (sas) Uhud Savaşı’ndayken Hz. Cebrail’in (as) “Ya Resulullah, Rabb’in sana selâm ediyor ve üzerindeki zırhı çıkarıp bu duayı okumanı istiyor. Bu dua hem sana, hem de ümmetine zırhtan daha sağlam bir emniyet sağlayacaktır.” diyerek getirdiği Cevşen duasını bilmeyenlere öğretmek, bilenlere de hatırlatmakla birlikte bu sözü geçen iyi-kötü güç karşılaşmasını animasyon filmleri hatırlatacak kadar idare eder bir gerçekçilik düzeyinde bıraktı.
DABBE 2: Karacadağ, Semum’dan sonra yeniden kıyamet alametleri konusuna döndü ve Dabbe 2 filminde bu kez “Şimdi sen göklerden gelecek ve insanları kuşatacak o dumana bak! Bu acı bir azaptır. (Duhan 10-11) “ ayetini yorumladı. Filmde ilk kez kıyametin kopuşu nasıl olacak sorusunu görselleştirmeye çalışan yönetmen, Boğaziçi Köprüsü ve camilerin yandığını gösterdi. Dabbe 2, Karacadağ’ın diğer çalışmalarında olduğu gibi tekniğiyle de ön plana çıkmak isteyen bir filmdi. Hatta bunun için dünyada ilk kez düşük frekanslı sesler kullanıldı. Fakat bu sesler titiz bir teknik çalışmanın ürünü olsa da aynen Dabbe filminde olduğu gibi Dabbe 2’de de kullanılan efektler, oyunculuk ve hikâyenin önüne geçti.
ÜÇ HARFLİLER MARİD: İsmini yine Kur’an-ı Kerim’de ‘Ve orayı her türlü şeytandan koruduk (Saffat 7)’ ayetinde geçen Marid ifadesinden alan filmin senaryosu Musallat’ın da yapımcısı olan Murat Toktamışoğlu’na ait. Fakat bu sefer hikâye taşrada değil İstanbul’un göbeğinde geçmekte. Şehirli insanın metafizik varlıklara inancını sorgulayan filmde, çocukken bir cinin musallat olduğu Ayla, o zaman Allah rızası için kendisini okuyan hocanın yazdığı muskayı evlendikten sonra kaybedince geçmişte yaşadığı kötü olaylar yeniden baş gösterir. Bu sefer eşi bir hoca bulup Ayla için bir muska yazdırsa da adam para alarak bu işi yaptığı için muskalar işe yaramaz. Ayla’yı koruyan tek şey ise Kur’an-ı Kerim’dir.
CEHENNEM 3D: Üç boyut algısının hissedilmediği filmin alışılmışın dışına çıkan tek farklı denemesi küçük bir kız yerine oğlan çocuğunu kullanmasıydı. Dalkıran’ın bu filmi de ilkinde olduğu gibi arafta kalan ruh teması üzerine kuruluydu. Anne-babasından öç almak isteyen ölü bir çocuğun ruhunun, eski mum fabrikasında çekim yapmaya giden bir fotoğrafçıyı rahatsız etmesini anlatan filmde karakterimiz, kendisine musallat olan ruhtan kurtulmak için çareyi medyumu andıran bir kadına gitmekte bulur. Film, afişinde yer verilen “Sen Sekar nedir bilir misin? İnsanın derisini kavurur. (Müddessir 27-29)” ayetlerinden yola çıktığını iddia etse de arafta kalan ruh kavramına saplanıp kalır ve Cehennem kavramının sürekli gönderme yapılan ateş olgusu haricinde kıyısından geçmez. Üstelik afişte alıntı yapılan sure adı bile yanlış şekilde Müdessir olarak yazılır.
Korkunun bizcesi olur mu?
Hollywood yapımı korku filmlerinde bizdekilerin aksine daha çok Hıristiyanlıktaki şeytan algısı ve exorcism üzerine yoğunlaşılır. Şeytanın insanın içine girmesi ve din adamlarının onu çıkartmaya çalışmasını kapsayan exorcism, Amerika’da Oscar sahibi 1973 yapımı William Fredkin imzalı The Exorcist (Şeytan) filmi başta olmak üzere pek çok filmin kaynağı olur. Bu konuya ilgi günümüzde de devam etmekte. Fakat The Exorcist’i diğerlerinden ayıran ve kendi kulvarında bir kült hâline getiren sadece Oscar alması değil, aynı zamanda bundan yıllar evvel çekilmesine rağmen gerek oyunculuk, gerekse makyaj anlamında başarılı olmasıydı. Öyle ki içine şeytan giren küçük kızın korkunç görüntüsü hâlâ hafızalardan silinmedi. Hatta bu bir korku klişesine dönüştü ve masumken korkunç bir yaratığa dönüşen kız çocukları bu türde üretilen filmlerin vazgeçilmezi oldu.
The Exorcist filminin dünyada uyandırdığı yankıya Türkiye de seyirci kalmadı ve böylece ‘kendi korkumuzu oluşturmak’ yerine ‘korkunun bizcesini yapalım’ mantığından yola çıkan filmler türedi. İlk olarak Metin Erksan; Cihan Ünal ve Canan Perver’in başrolde oynadığı Şeytan filmini çekti. Fakat filmin sadece afişine bakarak bile kalite anlamında Türk versiyonu Şeytan’ın Amerikan türdeşinden fersah fersah uzak olduğu anlaşılıyordu. Bu sebeple Erksan’ın Şeytan’ı Yeşilçam’ın zamanına göre acemi cesareti sayılabilecek bir örneğinden öteye geçemedi.
Yıllar sonra Hasan Karacadağ, Semum filmiyle exorcism kavramını kendi perspektifiyle yeniden ele aldı. Fakat bu sefer başkarakter küçük bir kız yerine, genç bir kadın oldu, rahibin yerini ilmine vâkıf bir hoca aldı, İncil ve haç Cevşen’le yer değiştirdi, dahası filmin adı Şeytan değil bizzat Kur’an-ı Kerim’deki nar-ı semum ifadesi sebebiyle Semum oldu. Karacadağ, bu filmde aynen Batı’daki türdeşleri gibi psikiyatr ile hocayı yani bilim adamı ile din adamını karşı karşıya getirmeden de edemedi.
Kendi deyimiyle mistik ama sinema dilinde korku türündeki bu ikinci filminde Karacadağ, exorcism’in bizdeki karşılığını anlatmaya çalıştı. Hem de ‘taklitçi’ eleştirilerinin gölgesinde. Semum’un yönetmenine göre exorcism nihayetinde vücuttan bir şey çıkarma anlamına geliyor. Tek fark The Exorcist’te insanın içinden çıkarılmaya çalışılan şeytanken, Semum’da inancımız gereği bu bir cin oluyor. Ayrıca Karacadağ kendi filminin The Exorcist’ten hem kadının başına gelenlerin sebebini açıklaması hem de içine giren varlığı dışarıya çıkartarak görselleştirmesi anlamında da farklılık arz ettiğini düşünüyor.
Sinema eleştirmeni Nedim Hazar da Şeytan filminde olayların kötülük perspektifinden anlatılmasına karşın, Semum’da yönetmenin kamerasını kötülüğün karşısına konumlandırdığını belirtiyor. Tüm bu farklılıklara rağmen Semum, ele aldığı konu, onu işleyiş biçimi, hatta kullanılan benzer sahneler sebebiyle vizyona girdiği dönemde ağır eleştirilerin odağı olmaktan kendini kurtaramadı.
Metafizik varlıklar en büyük korku kaynağı
Cinlerin korku sinemacılarının ilgisini çekmesinin sebebi, bizlere göre sahip oldukları farklılıklar ve insanlar üzerinde oluşturdukları etki. Çünkü Kur’an-ı Kerim’e göre cinler şüphesiz var ve Peygamber Efendimiz (sav) insanların olduğu gibi onların da peygamberi. Hatta bu gözle görünmeyen gaybî varlıkların adlarında bir sure bile mevcut (Cin suresi).
Bir Müslümanın Kuran’da geçen her bir ifadeye kayıtsız şartsız inanması gerektiği düşünülünce zaten bu varlıkların inkarı söz konusu bile olamaz. Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Doç. Dr. Davut Aydüz, cinlerin özelliklerini şu şekilde özetliyor: “Cinler insanlara nispetle daha üstün bir güce sahiptirler. Mesela kısa sürede uzun mesafeleri katedebilir, insanlarca görülmedikleri hâlde onlar insanları görür, insanların bilmediği bazı hususları bilirler; fakat gaybı onlar da bilemez.
Gökteki meleklerin konuşmalarından gizlice haber almak isteseler de buna imkân verilmez. Evlenip çoğalırlar.” Bu varlıkların bazı durumlarda insanlara musallat olduğu da biliniyor. Hatta gerek onlardan, gerekse şeytan, büyü ve nazardan korunmak için Felak ve Nas sureleri indiriliyor. Bu tür varlıkların rahatsız ettiği kişilerin yaşadıklarından yola çıkılarak anlatılan hikâyeler, günümüzde insanların çoğunda metafizik varlıkları en büyük korku kaynağına dönüştürmüş durumda.
Psikiyatr Mustafa Ulusoy bugün sokağa çıkıp insanlara ‘Ruhani varlık deyince aklınıza ilk olarak ne geliyor?’ diye sorulduğunda cevabın melekler veya şeytan değil cinler olacağını düşünüyor: “İnsanlarda cinlerle ilişkili o kadar bir korku aurası oluşturulmuş ki cin kelimesi bile telaffuz edilmeden, üç harfliler deniyor.”
Aksiyon Dergisi'nin 16-22 Mayıs 2011 sayısından alıntılanmıştır...