Bir Bukowski sövgüsü: Factotum

Charles Bukowski, otobiyografik işaretlemelere sahip romanıyla ‘varoluşçu’ bir yapı kurar ve onun içini doldurduğu malzemeyle de bu yapıyı desteklemeyi başarır.

Bir Bukowski sövgüsü: Factotum
Bir Bukowski sövgüsü: Factotum
GİRİŞ 02.06.2011 12:30 GÜNCELLEME 02.06.2011 12:30

Amerikan edebiyatının ‘sokak adamı’ Charles Bukowski, 1940’lardan 1990’lara kadar uzanan yazarlık hayatında bir an olsun bu ‘kimlik’ten uzaklaşmadı. Sokağı anlatırken hiçbir zaman ‘mesafeli’ olmadı, çünkü hayatı boyunca sokağın kokusuyla yaşadı. Toplumun tükürdüğü dünyayı anlattı hep, kendisinin de bir ferdi olmaktan ‘gurur’ duyduğu. ‘Yüksek’ edebiyatla ‘çöp’ arasında kurduğu dengeyse onu ‘yegâne’ kıldı, bir kalıba sokulamaz hale getirdi.

Bukowski’nin ‘alter ego’su (diğer romanlarında da o var) Henry Chinaski’yi başkarakter olarak önümüze koyan 1975 tarihli romanı ‘Factotum’ ise, yazarın ‘pulp’ edebiyatı sınırları içinde değerlendirilirken, bir yandan da ‘otobiyografik roman’ kıvamına yaklaşan çalışması. Bukowski’nin altı romanının ikincisi olan kitap, belki şiirleri ve öyküleri kadar ‘dört başı mamur’ bir eser değil ama yazarla bağ kurmak için ‘olmazsa olmaz’ bir köşe taşı. Romanı okurken yazarın dünyasına girmek ve orada çöreklenip kalmak kaçınılmaz! 

Bir toplum düşmanı

Hikâye, tıpkı Bukowski’nin yazarlığa başladığı yıllardaki gibi işsiz güçsüz bir alkolik olan Chinaski’nin 2. Dünya Savaşı yıllarındaki ‘sokak serüvenleri’ni anlatır. Yazar olduğunu söyleyen ama herhangi bir öyküsünü yayımlatamamış kahramanımız, içmek ve düzüşmek arasında gidip gelen bir hayat sürmektedir.

FactotumAma asıl özelliği, yığınla küçük işe girip çıkmasıdır. Üç kuruş maaş aldığı bu işlerde, ‘düzen’i bir türlü sindiremediği, onunla kendini bağdaştıramadığı için çok kısa süreler çalışır. Toplum onu dışladığı gibi, o da toplumu dışlamaktadır. Hayat onun için bir ‘hapishane’ olmamalıdır, olacaksa da bunu kendi eliyle yapmalıdır. Chinaski’nin dünyası, kentten kente (temelde Los Angeles) gidip farklı işlere girmek ve ‘doğal olarak’ kovulmaktan ibarettir. Bir miktar kendisine benzeyen, aynı ‘hayat tarzı’nı benimseyen Jan’le karşılaşması ise onu ‘kurulu düzen’le yüzleştirir. Tipik bir düzen değilse de bu, aynı yerde ve aynı kadınla belli bir süre geçirmek, Chinaski’yi ‘farklı bir aşk’ anlayışına sürükler. Ama Chinaski Chinaski’dir, Jan de Jan; sokağın (özgürlüğün) kokusu giderek daha çekici gelecektir adamımıza...

Charles Bukowski, otobiyografik işaretlemelere sahip romanıyla ‘varoluşçu’ bir yapı kurar ve onun içini doldurduğu malzemeyle de bu yapıyı desteklemeyi başarır. Chinaski’nin hayatı, ‘teslimiyet’ kavramından nefret eden bir adamın ‘arayış’ını getirir önümüze. Hiç durmadan bir şeyler arar Chinaski ama aradığı şeyin ‘gerçek’ bir karşılığı yoktur. Bukowski, kendi gençlik deneyimleriyle yarattığı kahramanını bir ‘toplum düşmanı’ gibi gösterir. Aslında karakterin düşmanlıktan ziyade bir tür ‘kabullenememe’ durumu vardır, ki bu da onu ‘dışarıda’ bırakır. Sorumluluk, alınıp kimliğe yapıştırılabilecek bir şey değildir onun için ve dolayısıyla yaptıkları hep ‘sorumsuzluk’ gibi algılanır. Anne-babası, işverenleri, iş arkadaşları, kadınları, herkes bu düşünceye sahiptir; bir baltaya sap olamamış bir ‘kaybeden’dir o. Oysa onun için ‘kazanmak’ ve ‘kaybetmek’ kavramları yoktur, sadece ‘yaşamak’tır motivasyonu, gerisiyse teferruattır.
Bukowski’nin yalın, kısa cümlelerle hayat bulan anlatımıyla okuru kolayca içine çeken ‘Factotum’, başkalarının hayatını ‘daha iyi’ kılmak için çalışmanın bir ‘erdem’ olmadığını, ‘kölelik’ten farksız bir çalışma hayatının insanı ‘hiçlik’ sınırına çekeceğini, kapitalizmin mahkûmu olmaktansa ‘ben’ olarak kalmak gerektiğini ve geçip giden hayatın ardından ağıt yakıl(a)mayacağını söyleyen bir metin. Dediğimiz gibi, Bukowski’nin başyapıtı değil ama dağarcıklarda yer edinmesi kaçınılmaz bir roman... 

‘Soğuk’tan gelen yönetmen

“Charles Bukowski’nin sokağını Norveçli ‘soğuk’ bir yönetmene emanet ederseniz ne olur?” sorusunun cevabıysa ‘Factotum’un beyazperde uyarlamasında gizli. Ülkesinde çektiği filmlerle belli bir anlatım modeli oluşturup kendine has bir sinema anlayışı geliştiren Bent Hamer, hikâyelerinde ‘sıcaklık’ arayışına girmeyen bir yönetmen. Karakterlerine belli bir mesafeden bakıp ‘soğukkanlı’ bir biçemin takipçisi olan sinemacı, Bukowski’nin romanına da aynı açıdan bakmaya çalışınca çok da verimli bir sonuca ulaşamıyor bize sorarsanız. Hamer, bağımsız Amerikan yapımcısı Jim Stark’la beraber yazdığı senaryoda, Bukowski’nin romanının hikâye gelişimiyle oynuyor ve kimi ‘kilit’ olayları es geçiyor ya da farklı yorumluyor. Öncelikle 2. Dünya Savaşı yıllarında geçen hikâyenin zamanıyla oynayan Norveçli yönetmen, dolayısıyla metnin dönemsel özelliklerini törpülemiş oluyor, Chinaski’nin bir yanını çöpe atıyor. Sonrasında, karakterin kadınlarla ilişkisini belli bir sınır içine hapsediyor, ki romanda bunu neredeyse ‘sınırsız’ bir yapıya oturtuyor Bukowski. Ahlâkî değer anlayışları olarak da film ve romanı aynı çizgiye yerleştirmek mümkün değil. Roman, Chinaski’ye toplumsal herhangi bir değerle uzlaşabilecek gibi göstermiyor. Filmde de benzer bir şeyi hissediyoruz ama son derece ‘bastırılmış’ şekilde. Chinaski’nin ailesiyle çatışmasında ya da Laura karakteriyle yaşadıklarında hep bir ‘eksiklik’ duygusu öne çıkıyor, romanın zaman zaman duygusuzluğa kadar giden ‘sertlik’ini göremiyoruz filmde.

Matt Dillon’ın Chinaski rolünde rahatsız etmediği, Lili Taylor’ın Jan karakterinde ‘olmuş’ havası taşıdığı ‘Factotum’, uyarlandığı romanın ruhunu tam olarak yansıtamıyor belki, ama Charles Bukowski şiirleri ve sözlerinden alıntılarla zenginleşiyor bir miktar. Buysa filmi sadece ‘izlenebilir’ kıvama taşıyor, daha ötesine değil...

(Radikal Kitap)

YORUMLAR İLK YORUM YAPAN SEN OL
DİĞER HABERLER
Ne gol ama... Yunus Akgün'den Tottenham ağlarına füze
Mansur Yavaş'tan bir konser skandalı daha: 80 milyon TL ödedi!