Nar Ağacı, beni en çok mutlu eden romanım oldu
Nazan Bekiroğlu, farklı bir üslupla kaleme aldığı yeni romanı Nar Ağacı'nda Tebriz'den gelip Trabzon'a yerleşen dedesinin izini sürüyor. "Yusuf ile Züleyha ve La'dan farklı olarak Nar Ağacı, ilk defa bütünüyle bana ait bir roman. Bu romana müteşekkirim" diyor.
Nazan Bekiroğlu'nu Nun Masalla-rı'nın anlatıcısı olarak tanıdık, Yusuf ile Züleyha'nın yazıcısı... Defterin sahifelerine Mor Mürekkep'inden düşürdü harfleri. İsim ile Ateş arasında kalbine sığanları söyledi. La'da Adem ile Havva'nın hikâyesinin peşine düştü. Şiirli, sihirli bir üslupla kaleme aldı yazılarını. Çok sevildi, çok okundu. Dört yılın ardından yeni bir romanla çıkageldi, hem de yeni bir üslupla. Nazan Bekiroğlu Nar Ağacı'nda Tebriz'den gelip Trabzon'a yerleşen dedesinin izini sürüyor. Balkan Savaşı döneminde başlayıp I. Dünya Savaşı'na uzanan bir öyküyü kaleme alıyor. Savrulan hayatlar, muhaceret, mücadele, kader, farklı inançların aktığı ortak zemin, üç ülke ve üç sevda romanda buluşuyor. Bekiroğlu ile Nar Ağacı'nı ve yazarlık serüvenini konuştuk.
Daha önceki romanlarınızdan, yazılarınızdan sizi tanıyan okurlar Nar Ağacı'nda üslup değişikliğini hemen fark edecektir. Bu bilinçli bir tercih miydi?
Bildiğiniz klasik roman üslubuyla yazılmış bir roman Nar Ağacı. Bu üslubu biraz roman zorladı. Bu hikâyeyi farklı bir dille anlatamayacağımı fark ettim. Benim yazdıklarımda dil olayın hep önündedir. Bu kez olay ve karakter dilin önüne geçti. Nar Ağacı daha farklı bir dille anlatılamazdı da. Çünkü olayları ve karakterleri çok yoğun. İkincisi -gerçi roman bittikten sonra fark ettiğim bir şey, bilinçli yapmış olmayabilirim- üslupçu Bekiroğlu, La'dan (bir önceki romanı) sonra daha ileri gidemezdi. La'dan sonra aynı üslupta ısrar etmek kendini tekrarlamaya sebebiyet verecekti.
-Yeni üslup sizi zorladı mı, yordu mu?
Hayır yormadı. Bu romanın bana verdiği biricik duygu mutluluk oldu. Bu romana müteşekkirim. Beni çok mutlu etti. Belki şimdiye kadar denemediğim bir üslubun bana verdiği rahatlamadan dolayıdır bu mutluluk. Üslup birinci sırada olmadığı zaman yani anlatmak istediğinizi çok daha rahat anlattığınız anda geriye olaylar ve karakterler kalıyor. Cümleyi kovalamaktansa olayları ve karakterleri kovalamak çok mutluluk vericiydi. Beni mutlu etti ama beni mutlu etmesinin tek sebebi dil değil. Beni asıl mutlu etmesinin sebebi zaman akarken yaşadığım duygunun çok sahici olması. Seferlik günü meydandaydım, Anuş'un annesinin tehcire çıktığı gün ben oradaydım, nihayetinde de İsmail ölürken de ben onunla öldüm. Çok sıkı bir empati vardı kahramanlarımla benim aramda.
-Roman bittiğinde hissettiğiniz duygu neydi? Kitabın sonunda romandan ayrılmanın acısından bahsediyorsunuz.
Deneme kitaplarını dışarıda tutarsak bütün romanlarımda yaşadım bu acıyı. Yusuf ile Züleyha'da ve La'da bu kadar yoğun yaşamamıştım. Çünkü bu iki kitapta benden önce anlatılmış kahramanların hikâyesini yazmıştım. Nar Ağacı, ilk defa bütünüyle bana ait bir roman. İlk kez bu romanda sadece bende olan sahiciliği kopyaladım. Hâliyle ayrılık çok acı geldi bana.
-Roman kahramanı bir dede. Muhacir olan dedenizin hikâyesinin peşine düşüyorsunuz. Anlatılanların ne kadarı sahici, ne kadarı kurgu? Romanda hikâye bir mektupla başlıyor.
Dedem Tebriz'den Batum'a, oradan da 1917'de Trabzon'a gelmiş. İstanbul'a geçmek ve orada yerleşmek niyetiyle Trabzon'a gelen, fakat anneannemle evlenince orada kalan bir dededen bahsediyoruz. Evet, gelen mektuplar var. Bende kalan bir mektubun adresi üzerinden seyahatlere çıktığım, İran'daki o evi bulduğum doğru. Fakat bulduğum insanlar çok gençti ve aile dağılmıştı. Birbirimizi çok sevdik ama ben dedemin hikâyesine bir şey ekleyemedim. O andan itibaren dedemin değil roman kahramanımın peşine düştüm ve kurgu gerçeği aştı. Dedem bir noktadan sonra roman kahramanına dönüştü, yani dedem olmaktan çıktı. Ben orada pek çok kişisel tarih inşa ettim. Olmasını istediğim şeyleri anlattım. Dedem için nasıl bir yaşam düşlerdim? Tam anlattığım gibi bir hayat. Deli fişek, kendisini sosyal ve siyasal gailenin ortasında bulan, hiçbir yere dâhil olamayan biri. Bir arkadaşımın söylediği gibi belki gerçekten böyle olmuştur. Ben olup bitenleri hatırlamışımdır. Buna da inanmak istiyorum.
-Dedeniz öldüğünde siz kaç yaşındaydınız?
Ben 12 yaşındaydım. Dedem hakkında bildiklerim pek azdı. Çocukluğumdan evde konuşulanlar var ama fazlası yok. Kopuk kopuk olaylar vardı. Ben onları hatırlamaya çalıştım.
-Romana oturduğunuzda böyle bir son var mıydı?
Başlarken çok farklıydı. Olayların nasıl gelişeceğini bilmiyordum. Masaya oturduğumda bir de baktım ki anneannemin hikâyesi de geliyor. Başlangıçta hiç yoktu bu hikâye. Bir noktadan sonra roman anneannemle dedemin hikâyesine dönüştü. Ufak tefek koordinatlarım vardı ama onun dışında roman kendisini yazdırdı.
-Roman Trabzon, Tebriz, Tiflis, Batum, Bakü, İstanbul hattında geçiyor. Bu seyahatlere çıktınız mı?
Bu yolculuklara çıkmadan böyle bir şey yazılmaz. Çok ayıp olur, hata olur. 2008'de Bakü'ye bir kongre için gitmiştim. Orada yol arkadaşımı buldum. Bu yolculuklara çıkabileceğimi öğrendim. Yolculuklara çıktıkça kendiliğinden gelişti. Yazdıkça seyahat ihtiyacını hissettim. Seyahat ihtiyacını hissettikçe yazdım. İkisi birbirini kışkırttı.
-Romanda sizi bu yolculuklara çıkmaya cesaretlendiren Yasemin gerçekte var mı?
En çok merak edilen karakter, evet var.
-Nar Ağacı hep aynı masada mı yazıldı?
Hep aynı masada yazılmadı. Otel odalarında, hava limanlarının kafeteryalarında, İran'da piknik yerlerinde; hatta seyir hâlinde otomobilin içinde yazıldı. Sonra Trabzon'a döndükten sonra asıl yazmalar başladı.
-Yazarlığınızın beraberinde üniversitede hocalık göreviniz de var. Roman yazma süreci nasıl geçti?
Mümkün mertebe günlük hayatımı asgariye indirmeye çaba gösterdim. Buradan fakülteme teşekkür borçluyum. Derslerimi azaltmama müsaade ettiler. Büyük bir anlayış göstererek derslerimi haftada dört saate kadar düşürdüler. Benim bölümümde hocalar en az 30 saat derse girer. Ama kolay yazan biriyim. Masanın başına oturayım da yazayım demiyorum. Bir de bu romanda cümleler değil, sahneler patır patır geldi. Seyahatname katmanı çok daha genişti. Romanla ilgili Rusya'ya da gittim. Ama o bölümü çıkarmak zorunda kaldık. Romanı hacim olarak çok şişiriyordu, dikkat dağıtıyordu. 800 sayfadan 500'e düştü. Ben seyahatleri anlatmayı da çok seviyordum. Hâlâ içimdedir bir seyahatname yazmak. Bir Asya seyahatnamesi yazmayı çok istiyorum. Belki yazabilirim, bilmiyorum.
-Uzun yolculuklara çıktınız. Bu yolculuklardan nasibinize ne düştü?
Hiç kimsenin bu yerli olmadığını fark ettim. Hiçbirimizin kökü kendi toprağında değil. Irmaklar sorgusuz sualsiz, pasaportsuz sınırları geçiyor. Ağaca bakıyorsun kökü burada dalları başka tarafta. Tüm seyahatler esnasında bütün ırmakların aynı kaynaktan çıktığını gördüm. Aynı kaynaktan çıkmakla birlikte aynı denize dökülüyor. Aynı deniz dediğim şey hatem-ül enbiyadır. Farkımız var elbet. Kavim gerçeğine karşı olamam. Bu doğaya karşı çıkmak olur. Ama insanlık ağacı denilen bir şey vardır. Elbette biz kavimler, milletler olarak yaratıldık. Biz o insanlık ağacının bir dalı olursak mutlu olabiliriz. Ayrı bir dal olduğunun idrakinde ama aynı zamanda bütünüyle bir insanlık ağacının dalı olduğunun farkında.
-Balkan Savaşları nasıl girdi romana?
Romandaki isimlerin hepsi takmadır. Gerçek olan tek isim İsmail'inkidir. Annemin dayısı. İsmail. Anneannemin kardeşi. Balkan Harbi'ne gitmiş ve bir daha geriye dönmemiş. Bütün araştırmalara rağmen hayatı da mematı da meçhul. Ben anneannemi tanımadım. Annem anlatırdı. Anneannem o savaşa dört ağabeyini göndermiş. En küçük ağabeyi de İsmail. Hep İsmail diye ağlarmış. Balkan Harbi'ne gidip de dönmeyen bir İsmail dayı hep zihnimde vardı.
-Romanın Balkan Savaşı'nın 100. yılına denk gelmesi bir tevafuk mu?
Ben romana 2008'de başlamıştım. En fazla 2010'da biter diye düşünüyordum. Bu kadar uzayacağı aklıma hiç gelmemişti. Roman mayısta bitti. Mayıstan bu yana ince işçilikle uğraştım. Evet, bir tevafuk oldu.
-Evet bir tevafuk oldu. Neden uzadı roman?
Hiçbir şey planladığım gibi gitmedi. Karakterler üzerime üzerime geldi. Sahneler çoğaldıkça çoğaldı. Yan karakterler bile ciddi biçimde kendilerini yazdırdılar. İyi bir edebiyat eleştirmeni bu romanda çıkıntı bulacaktır. Öyle bir geldiler ki onları atmam imkânsızdı. O çıkmaları binanın estetiğini bozmayacak şekilde tıraşladım.
-Savaşla ilgili nasıl bir kaynak taraması yaptınız?
Okumanın sonu yoktu. En fazla askerlerin günlüklerini okudum. Savaşın tarihini, gidişatını biliyordum. Bana bireylerin dramı lazımdı. Ben savaş üzerinden insanları anlatmayı değil, bireyler üzerinden savaşı anlatmayı yeğledim. Özellikle Balkan Savaşı'na katılan asker ve subayların günlüklerini okurken çok yıprandım. O kadar acı şeyler var ki. Ben onlara yanık defter diyorum. O yanık defterlerde öyle korkunç şeyler var ki. Savaşın çirkin yüzünü görüyorsunuz.
-Ama savaşlar hâlâ devam ediyor...
Ne yazık ki devam ediyor. Son zamanlarda hep tekrarlıyorum. Üçüncü dünya savaşı başlamıştır -artık savaşlar eski usullerle yapılmıyor- acı olan da Türkiye bu savaşın tam ortasındadır. Birileri gelip toprağına, namusuna göz diktiği zaman savaşmak zorundasın. Fakat yine de savaşın çirkin gerçeğini değiştirmiyor bu. Neticede saldıranın kanıyla savunanın kanı birbirine karışıyor.
-Aynı zamanda bir aşk hikâyesi anlatıyorsunuz.
Üç aşk hikâyesi var. Genç bir adamı anlatıyorsunuz, aşk olmadan olur mu? Ayrıca aşk olmadan bir şey anlatamam ben.
-Romanın kapağında yer alan cümle çok vurucu 'Sen öyle çağırmasan ben böyle gelmezdim.' Bu söz neye işaret ediyor?
Aşk biraz da kendisine müdahale edebileceğiniz bir kader gibi geliyor bana. Biraz müdahale kaldırıyor. Çağırırsan her şey gelir. Aşk da gelir, Mevla da bela da... 'Sen öyle çağırmasan ben öyle gelmezdim'in romanda bir karşılığı da var: 'Ben böyle çağırmasam sen böyle gelmezdin'.
-Bu süreçte diğer okumalarınızın seyri değişti mi?
Tabii ki değişiyor. La baskıya girdi ben bu romana başladım. Bu romanı yazmaya karar verdiğim andan itibaren hayatla bütün bağlarım en aza indirgendi. Televizyon kapandı mesela. Türkiye'deki önemli hadiseleri birkaç gün sonra duyduğum oldu.
-Üniversite eğitimi dışında hiç Trabzon'dan çıkmadınız. Bu merak konusu hep. Trabzon'da yaşamaya devam edecek misiniz?
Trabzon'u seviyorum, ayrılmayı da düşünmüyorum. Trabzon'da bir yazar olarak değil, hoca olarak varım. Bu Trabzon'dan kaynaklanan bir şey değil, benim tercihim. Ayrıca mekân duygusunu aştım. Trabzon, Hakkâri, İstanbul fark etmiyor.
-Yazarlık serüveniniz 'Nun Masalları'yla başladı. Şu anda Türkiye'de en çok satan yazarlardan birisiniz. Çok satmak sizi ürkütüyor mu?
Açık konuşalım hangi yazar kitabının yüz bin satmasını istemez. Hangi yazar popüler olmak, çok okunmak istemez. Çok okunmak beni mutlu eder. Benim ilgisine talip olmadığım okuyucu olamaz. Benim okuyucu kitlemi bir ağaca benzetirsek o kitlenin kökünden tepesine kadar uzanan ana gövde Nun Masalları okurudur... Hayatta korkabileceğim tek şey Nun Masalları okuyucusunu kaybetmek. Bundan korkarım. O ağacın dallanması budaklanması beni mutlu eder.
-Yola çıkarken bugünleri görebiliyor muydunuz?
Hiç tahmin etmiyordum. Böyle bir yazı serüveni olabileceğini tahmin etmemiştim.
-Hayvanlar konusunda hassasiyetinizi her fırsatta dile getiriyorsunuz. Bu hassasiyet, sevgi Nar Ağacı'nda da var. Bu yoğunluktaki rikkatin sebebi ne?
Varlığı bir bütün olarak görüyorum. İnsan, hayvan, bitki olarak ayırmıyorum. Varlık bir bütündür. Can bütünüyle kutsaldır. Canın kutsal olduğu yerde insanlar yaşasın ama 'kediler köpekler ölsün' diyemeyiz. Onların yaşam haklarına saygı göstermeliyiz. Hayvanlar İslami açıdan da tanınmıyor. Kur'an'ın onlara verdiği değerin farkına varmayanlar var. Ayetin tercümesi şöyle: "Yeryüzünde yürüyen hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, (onlar da) sizin gibi birer ümmet olmasınlar." Haşredildikleri anda bu hayvanlar konuşacak, kendilerine yapılan zulmü anlatacak.
Kitap hakkında teknik bilgi almak ve sipariş şartları için bu linki kullanabilirsiniz