26 sayfalık kitap yüzünden asılan büyük alim!

Bundan tam 88 yıl önce 4 Şubat 1926'da Ankara İstiklal Mahkemesi kararıyla idam sehpasına yollanan İskilipli Atıf Hoca, şehadetinin yıldönümünde anılıyor.

26 sayfalık kitap yüzünden asılan büyük alim!
26 sayfalık kitap yüzünden asılan büyük alim!
GİRİŞ 04.02.2014 09:12 GÜNCELLEME 04.02.2014 13:55
Bu Habere 10 Yorum Yapılmış

Hani bir söz vardır, 'Bir kitap okudum hayatım değişti' diye. Bir kitap okumak bir insanın hayatını değiştirir mi? Bu ayrı bir tartışma konusu ama İskilipli Atıf Hoca bir kitap yazdığı için hayatı değişti. Bu değişim onu şehitlik mertebesine taşıdı.

Atıf Hoca, Şapka Kanunu'ndan 18 ay önce yazdığı kitabı gerekçe gösterilerek 4 Şubat 1926'da idam edildi. Son devrin din mazlumlarından olan Atıf Hoca'nın kabrinin yeri ailesinden bile yıllarca gizlendi.

NAAŞI 82 YIL SONRA BULUNDU

Tıpkı Seyit Rıza gibi onun da naaşı ve mezarı, ailesinden saklandı. Kabri, idam edildikten 82 yıl sonra eski Hatay Milletvekili Mehmet Sılay'ın yoğun çalışmaları sonucunda bulundu.

Mezarı bulmak için Çorum, Konya, Ankara, İstanbul ve Kırıkkale'den katılan gönüllü uzmanlarla on yıl süren ciddi bir gayret sonucu hedefine ulaşır. Toyhane köyünde yaşayan yeğenleri ve yakın akrabalarından alınan materyallerle eski Mamak semt kabristanı şimdiki adıyla Şafaktepe Parkı'ndan çıkarılan kemiklerle yapılan DNA testi sonucu Atıf Hoca'nın naaşı bulunur. 82 yıl sonra cenaze namazı kılındıktan sonra İskilip'e defnedilir.

AİLESİNİN YAŞADIĞI BÜYÜK DRAM

Atıf Hoca'nın yeğeni Bahaddin İmal,"Hoca'nın eşi Zahide hanımla, kızı Melahat, idamından sonra İstanbul'dan İskilip'e geldiler. Zahide hanım köyde hanımlara Kur'an okuttu. Kızı Melahat, babasının evden götürülmesi ile akli dengesinde gelgitler yaşamış. 'Bu halim doğuştan değil. Babamı gözlerimin önünde evden alıp götürmeleri büyük bir korku meydana getirdi. Bu hâl yaşadıklarımın eseri' demiş" diye anlatıyor.

İDAMA GÖTÜREN O KİTABI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ...

İşte idam sehpasında sallandırılan bir büyük alimin hüzünlü öyküsü:

ATIF HOCA'NIN İDAMA GÖTÜRÜLÜŞ ANI

4 Şubat 1926 Perşembe sabahı. Görevli 'Muhammed Atıf' diye bağırdı. Hoca ağır adımlarla, dualar mırıldanarak sehpaya yürüdü. Kılıç Ali'nin öfkesi ise bitmemişti.

10 SENELİK SÜRGÜN CEZASI İSTENİYORDU

2 Şubat 1926 günü, mahkemede müdde-i umumi (savcı) Necip Ali(Küçüka) bey tarafından okunan iddianamede tek idam isteği, Babaeski müftüsü Ali Rıza efendi hakkındaydı. Atıf efendi ise, 10 senelik sürgün (kürek) cezası istenen mazlumlar arasındaydı. Mahkeme son müdafaaları dinlemek ve hükmünü vermek üzere ertesi güne tehir olundu (ertelendi).

'SARIKLILAR GELSİN' DİYE ANONS EDİLDİ

Ertesi sabahın (3 Şubat 1926) ilk ışıklarıyla mazlumlar topluca İstiklâl Mahkemesi'ne götürüldüler. Jandarma topluluktan öncelikle Babaeski Müftüsü Ali Rıza ve Atıf Efendileri mahkemeye aldı. Jandarma ikinci defa kapıyı açtığında "sarıklılar gelsin" dedi.

Ali Haydar Efendi başta olmak üzere eski tabirle ilmiyeden ne kadar zevat varsa içeriye girdiler. 10 dakika sonra sarıklılar geri döndü fakat dönemeyen iki kişi vardı: Atıf Hoca ve Ali Rıza Efendi. Ardından da karar açıklandı: "(...) Frenk Mukallitliği ve Şapka adındaki kitabı yazdığı ve muhtelif bölgelere göndererek halkı isyana teşvik ettiğinden dolayı 7/12/1341(M.1925)tevkif edilen Fatih Dersiamlarından Hoca Atıf (..) ve diğer arkadaşları haklarında yapılan muhakemeleri neticesinde: İskilipli Atıf ve Babaeski eski Müftüsü Ali Rıza Efendilerin salben(asılarak) idamlarına... karar verildi."

Kararın açıklandığı an, Hoca'nın ağzından çıkanları, o günün tanıklarından Tahiru'l-Mevlevi aktarıyor: "Zalim ve katillerle elbette mahşer gününde hesaplaşacağız." Posta müvezzii İskilipli Atıf Hoca'nın evine hapishane müdürünün ağzıyla yazılan şöyle bir telgraf teslim ediyordu: "Hoca Atıf vefat etmiştir. Cevaben bildirilir."

'HASIR ŞAPKALI ZAT BAĞIRIYORDU'

Muhakemeyi takip eden yazar Şevket Süreyya Aydemir tanıklığını şöyle anlatıyor: "Hükümlüler arasında sarıklı bir müderris göze çarpıyordu. Müderrisin başında fes ve sarık vardı. Cübbesi ve kıyafeti temizdi. Suçu, o sıralar yayınlanan şapka kanununa muhalefet etmekti. Fakat bu suç, bir takım ithamlarla da karışınca mahkemeden en ağır hükmü yemişti. Artık son saatlerini yaşıyordu. Hocanın yüzü sakindi. Metanetini muhafaza ediyordu. Yalnız dudakları kımıldıyor ve galiba bir dua okuyordu. Fakat eskiden kalpaklı ve şimdi hasır şapkalı zat, bu hükümle de kanmamış gibiydi. Bağırıyor, çağırıyordu. Acaba Hoca'yı bir tekmeyle merdivenlerden aşağıya yuvarlayacak mı diye bekledim. Fakat olmadı. Müderris, bu sözler üzerine kendisine değilmiş gibi bekledi. Sonra sağanak geçince yürüdü. Muhafızların arasında merdivenlerden indi. Önümüzden geçerken gene dudakları kımıldıyordu."

"SAKIN AĞLAMAYIN"

Ve 4 Şubat 1926 Perşembe... Sabahın ilk saatleri... Eski meclis binası yakınlarındaki Karaoğlan Çarşısı... Metin bir şekilde, dilinde dualarla idam sehpasına gelen Atıf efendi, kelime-i şehadetle, bu dünya defterinin kapısını kapıyor ve "yevme tüble's serair" (bütün sırların açığa çıkacağı gün) olarak Kur'an'da bildirilen dar-ı ahiretin özel bir bekleme salonu olan şehadet kapısını çalıyordu. O gece, rüyasına girdiği hanımına "Ben artık gidiyorum. Sakın ağlamayın. Yalnız bana yedi Yasin okuyun" diyordu...

Atıf Hoca ve Babaeski Müftüsü Ali Rıza hoca idama götürülürken.

HUKUK KATLİAMI YAPILDI

Hiç şüphesiz Atıf Hocanın yargılama süreci skandallar zinciriyle doluydu.İlk skandal, İskilipli Atıf Hoca'nın Şapka Kanunu'nun çıkmasından 1,5 yıl kadar önce bastırdığı kitapçıktan yargılanıp idama mahkûm edilmiş olmasıydı. İkinci skandal ise bir gün önce Savcı Necip Ali'nin 3-15 yıl ağır hapis cezası istediği İskilipli Atıf Hoca'yı, mahkeme başkanının, son anda idama mahkûm etmiş olmasıydı. Böylece hem bir kanunun geçmişe doğru işletilmesi gibi temel bir hukuk kuralının ihlali, hem de savcının talebinden derece değil, mahiyet itibarıyla "farklı" bir ceza verierek hukuk da katledilmişti.

RÜYADA PEYGAMBERİMİZDEN DAVET ALINCA MÜDAFASINI YIRTARAK ÇÖPE ATTI

Necip Fazıl Kısakürek "Son Devrin Din Mazlumları" adlı eserinde özetle şunları yazmıştı: Mahkeme Reisi maznunlara hitap etti: Yarın müdafalarınızı hazırlayınız! Maznunlar, mıhlı hapishaneyi boyladılar. Yatsı namazından sonra Atıf Hoca yatağına oturdu ve müdafaasını yazmaya başladı. Bir aralık, günlerdir uykusuz, sabahlara kadar namaz ve niyazla vakit geçiren Atıf Hoca hafifçe daldı. Giyimli olduğu halde, başı taş duvarda, ellerinde yarım kalmış müdafaası, gözleri yumulu, kendinden geçti. Arkadaşı Tahir-ül-Mevlevî bu manzaraya bakarak mırıldandı: Zavallı âlim ve fazıl, büyük bir adam! Bu muydu ilim ve faziletinin mükâfatı? Atıf Hoca'nın uykusu uzun sürmüyor.. Yüzünde derin ve ince bir tebessüm.. Ne o hocam çabuk uyanıverdin? Atıf Hoca sakin: Uykudan murad hasıl oldu! Yani?... Yani beklediğim rüyayı gördüm.

Atıf hoca doğrulmuş ve müdafasını karaladığı kağıtları elinde büzmüştür: Kainatın fahrini gördüm. Bana 'yanıma gelmek dururken ne diye müdafaa karalamakla uğruşayorsun' dedi. Ne diyorsun? Beni idam edecekler Allah'ın sevgilisine kavuşacağım.. Rüyanın sadık olduğuna hiç şüphem yok."

KILIÇ ALİ'NİN ÖFKESİ ASMAKLA DİNMEDİ

Son anlarında kurbanının yanında bulunmayı adet edinmiş bulunan İstiklal Mahkemesi üyesi Kılıç Ali'nin ilk işi, Atıf Hoca'nın idamının hemen ardından sarığını çıkarttırmak olmuştu. Bununla da yetinmeyen Klıç Ali, son nefesini veren İslam alimine darağacındayken elindeki şapkayı giydirmişti. Hafız Cevdet Soydanses ve Dr. Rıza Nur bu durumu şöyle anlatıyor: "İskilipli Hocanın asılmasında tam boynuna ilmek geçirilirken, Kılıç Ali de sarığı alıp başına bir şapka geçirmiş. ...Ve küfürler etmiş. Zavallı bu şekilde saatlerce teşhir edilmiş."

'GÖRDÜĞÜM MANZARA BENİ MIHLADI'

ATIF Hoca'yı idam sehpasında görenlerden biri de, yakın arkadaşı Tahir ül Mevlevi'dir. Tahir bey, sabah namazı sonrası eski Meclis binasının önüne gelince, gördüğü manzarayı şöyle anlatır: "Birdenbire gözüme ilişen manzara, beni olduğum yere mıhladı. Evet, eski Meclis önündeki meydanın ortasına iki tane sehpa dikilmiş, onların arasına da iki vücut çekilmişti (Atıf Hoca ve Ali Rıza efendi).Elimde olmadan gözlerimden yaşlar akarken dudaklarımdan da meşhur bir mersiyenin matlaı (taziye konulu kaside beyti) olan:'Uluvvün fi'l hayati ve fi'l memat / Le-hakkun ente ikdü'l mucizat' (Sen hayatta da, ölümünde de yücesin. Gerçekten sen mucizelerden birisin) beyti döküldü."

İSKİLİPLİ ATIF HOCA KİMDİR?

Yaşadığı dönemin en etkili din âlimlerinden, kanaat önderlerinden biriydi. Atıf Hoca, İskilip'in Tophane köyünde doğdu. İlk tahsilini köyde yaptı. 1893'te İstanbul'a gelip medrese tahsili yaptı. 1902'de icazet alarak Darü'l-Fünun'a (İlahiyat Fakültesi) girdi. 1903'te fakülteyi bitirip Fatih Camii'nde vaiz olarak kürsüye çıktı. O dönemin bütün zorluklarına rağmen İslam'ı Anadolu insanına doğru bir şekilde öğretmek için çabalıyordu.

Tanzimat döneminde başlayan ve hızla devam eden Batı özentisi devam ediyordu. Çanakkale ve İstiklal Savaşı'nda Anadolu'nun alimleri, yetişmiş insanları, öğretmenleri şehit olmuştu. Bu nedenle de büyük bir boşluk vardı ve Anadolu insanı bir anda cahil kalmıştı. Atıf Hoca, Müslümanların Batı'ya tıpa tıp benzemesinin yanlışlığını vurgulayan vaazlar veriyordu. Aslında Batı'dan alınan ilim ve fenne karşı bir duruşu yoktu. Yani Batı'ya hepten karşı çıkmıyor, Batı'nın emperyalist emellerine ulaşması için kullandığı metotları deşifre ediyordu. Çok sürmedi bu durum birilerini rahatsız etti ve 31 Mart Olayı'nda (13 Nisan 1909) Sinop'a sürüldü. Oradan Sungurlu'ya sevk edildi. Burada bir süre kaldıktan sonra kendisine "bir yanlışlık" olduğu ifade edilerek serbest bırakıldı. İzmir'in işgaline ilk tepkiyi gösterenler arasındaydı. Kurduğu "İslâm Teal-i Cemiyeti" vasıtasıyla Anadolu'nun toparlanmasına yardımcı oldu. İrşatlarıyla Anadolu'nun yüreğini diri tutmaya çalıştı. Bütün bunları yaparken de kendi vatan ve milletine hizmet etmek dışında bir amaç taşımıyordu. İşte böyle bir dönemde, Atıf Hoca, Batı özentisini eleştiren ve onun zararlarını anlatan "Frenk Mukallitliği ve Şapka" adlı eseri kaleme aldı. Kitap yayınlandığında daha şapka kanunu çıkmamıştı. İşte bu kitap, ciddi rahatsızlığa neden oldu. Şapka Kanunu çıkar çıkmaz ilk tutuklananlar arasında yer aldı.

Giresun İstiklal Mahkemesi Atıf Hoca'ya takipsizlik kararı vermesine rağmen 19 Aralık 1925 yılında, Şapka Kanunu'na muhalefet ettiği gerekçesiyle yeniden tutuklanarak Ankara'ya sevk edildi ve Ankara İstiklal Mahkemesi'nde yargılanmaya başlandı. Bu kez isnat edilen suç, "halkı kanunlara karşı kışkırtmak"tı. Oysa Hoca şapka aleyhine hiçbir gösteriye katılmamıştı.

Meşhur Kılıç Ali'nin (nam-ı diğer Kel Ali) reislik ettiği Ankara İstiklal Mahkemesi Savcısı, Hoca için 3 yıl hapis cezası istiyordu. Fakat mahkeme iki gün içinde idam cezası verdi.

Savunma yapmayan Atıf Hoca, 4 Şubat 1926 yılında idam edildi ve şehitlik mertebesine yükseldi. Hoca'nın idam edilmeden önce dudaklarından şu cümleler döküldü: "Elbette, mahşer günü hesaplaşacağız"

Atıf Hoca, inandığı doğrular uğuruna yazdığı 26 sayfalık kitap yüzünden haksız yere idam edildi. 

İDAMA GÖTÜREN O KİTABI OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ...

FRENK MUKALLİTLİĞİ VE ŞAPKA KİTABI

Atıf Hoca 1924 yılında "Frenk mukallitliği ve Şapka" kitabını neşretti. Yani şapkaya dair kanunun kabulünden bir buçuk sene evvel. Tabii, diğer kitapları gibi neşretmeden önce onu da Maarif Vekâletine (Milli Eğitim teşkilatı) gönderdi, izin hatta takdir aldı.

Bu risale körü körüne Avrupa taklitçiliğini eleştiren bir eserdi. Atıf Efendi, eserinde; Avrupa'nın ilim ve fennini almanın caiz, hatta lüzumlu bulunup, ama bizde yapılanın ise daha çok şuursuz bir batı taklitçiliği olduğunu, kılık kıyafette onlara benzemenin aslında ruhtaki bir bozuluşa alamet veya onun bedene aksetmesine sebebiyet vereceğini, bunun ise müstakil (bağımsız) bir şahsiyet inşa eden İslam düşüncesine zıt düştüğünü, Resul-i Ekrem'in Ebu Davud gibi sünen kitaplarında geçen "Bir kavme benzemeye çalışan onlardandır." hadis-i nebevisi ışığında izah etmeye çalışıyor ve şu hükmü veriyordu:

"Bir Müslüman şiar (simge) ve alamet-i küfür addolunan (sayılan) bir şeyi zaruretsiz giymek ve takınmak suretiyle gayr-i Müslimleri (müslüman olmayanları) taklit etmesi ve kendini onlara benzetmesi şer'an (dinen) memnûdur (yasaktır.)"

Hoca bu görüşünde yalnız da değildi. İşte Bediüzzaman'dan bir misal: "Sonra o zalim, dünyaca büyük makamlarda bulunan bedbahtlar dediler: "Sen, yirmi senedir bir tek defa takkemizi (şapka) başına koymadın. Eski ve yeni mahkemelerin huzurunda başını açmadın, eski kıyafetinle bulundun. Halbuki on yedi milyon bu kıyafete girdi."

Ben de dedim: "On yedi milyon değil, belki yedi milyon da değil, belki rızasıyla ve kalben kabulüyle ancak yedi bin Avrupa-perest (Avrupa hayranı) sarhoşların kıyafetlerine ruhsat-ı şer'iye (dini izin) ve cebr-i kanunî (kanun baskısıyla) cihetiyle girmektense, azîmet-i şer'iye ve takva (dine sıkı bağlanma ve duruş) cihetiyle, (yönüyle) yedi milyar zatların kıyafetlerine girmeyi tercih ederim."

Atıf Efendi, kitabını neşrettikten sonra bu eser hakkında bir tenkit (eleştiri) kaleme alan Süleyman Nazif'e verdiği cevapta şöyle diyordu: "Risalede şapkaya dair olan bahisleri Fetava-i Hindiyye, Kadıhan, Bezzaziye, Muhit-i Burhani gibi muteber fıkıh (hukuk) kitaplarından ahz ile (almakla) tercüme ettim. Meselenin ruhuna kendiliğinden bir şey ilave etmedim."

Bu arada şunu da belirtelim ki, Atıf Efendi meselesinde iki jurnalciden (ispiyoncu) bahsetmek doğru olacaktır;

Zeynelabidin; İsmi ile müsemma olmayan bu şahıs, medrese öğrencisiyken Atıf Efendiye haksız yere kin bağlamış bir ruh hastasıdır. Şapka inkılabı (devrimi) olunca çeşitli yerlere "Filan, şapka aleyhtarıdır" diye ihbarlarda bulunan bu zavallı, Atıf Efendi'nin asılmasında ve onca mazlumun zindanlarda sürünmesinde başlıca amillerden birisidir. Mesela, iğrenç bir hareketinden dolayı kendisini pataklayan ve medreseden kovan Nuruosmaniye Camii imamı Hafız Osman Efendi için; "Frenk Mukallitliği ve Şapka eserini Atıf efendi ile birlikte kaleme aldı" gibi iftiralarda bulunmuştur.
Süleyman Nazif: Bu edibimiz (edebiyatçı) de daha önce oruç ile alakalı bir meselede kaleminin Atıf efendi karşısında susması üzerine intikam için fırsat kollamış, Şapka risalesi yazılınca "Bir Hocaefendiye cevap" adıyla vukufsuzca (meseleye hakim olmadan) bir yazı yazmıştı. Atıf efendi'nin mukabil (karşı) yazısı ve cevabı üzerine daha sert karşılık vermiş ama bunu hocanın eli kolu bağlanıp, hapse gönderildiği sırada yayınlamıştır. Daha sonra da kendi iki makalesini maalesef -Atıf Hocanın verdiği cevabı araya koymadan- "İmana Tasallut" adıyla neşretmiştir.

Süleyman Nazif, adı geçen yazısında tehevvürle (Korkusuzlukla düşünmeden hareket etmek) ve hakaretvari davranmış ve selef ulemasına (İslam'ın ilk dönem alimleri) ağır ithamlarda bulunmuştu. İşte bazı misaller: "Fetva kitapları İslam'a ayak bağı olacak satırlarla dopdoludur." "Ben bile bugün usulden hüküm çıkarmaya ilmim yeterli olsa, bin iki yüz senelik mezhebimin imamı olan Ebu Hanife'yi aradan hürmetle çıkartarak Peygamberim ve Allah'ımla yalnız kalacağım." "Hicretin bin senesinden beri fıkıh ve fukaha (hukuk alimleri) bizde cehaleti çoğaltıp, istismar eden zararlı bir kuruluş ve bir sürü zararlı şahıslardır."

Süleyman Nazif bu yazısında Atıf efendi için de "Dar düşünceli, cahil, Allah'ın haram etme yetkisini gasp eden" gibi seviyesiz ithamlarda bulunmuştu.

Atıf efendi, bu hücuma mükemmel bir cevap verdi. İşte bir paragrafı: "Fıkıh ilminde ihtisas sahiplerinden bulunan ve sözleri her vech (yönü) ile itimada şayan olan (güvenilen) muhterem zatların sözlerine mi Müslümanların itimad ve iman etmesi vacip olur, yoksa kendi itiraf ettiği vech ile, 20'den 45 yaşına kadar 25 sene şüphe vadisinde dolaşıp ve diğer bir makalesinde itiraf ettiği üzere, bu esnada bir çok kimseleri dalalete sürüklemiş (sapıklığa yöneltmiş) olan, on bir senelik bir Müslüman olduğu halde, benim bildiğim bir sene içinde iki defa, dini zaruretlere taarruz eden, (biri orucun mükellefiyetinin vücubunu inkar, diğeri İsa'yı tahkir ve tezyif etmiş olması) artık 25 sene dinsizlik, dalal ve idlal vadisinde yaşayan, on bir senelik İslamiyet zamanında da dini zaruretlere saldırmaktan geri durmayan Süleyman Nazif beyin Şapka hakkında vermiş olduğu hükümlere, fetvaları mı itimat etmeleri lazım geleceğine dair verilecek hükmü yine efkar-ı ammeye havale ederim."

Bu konuda da sözü Tahir-ül Mevlevi'ye bırakalım: "Bir adam; dine, imana, peygambere hatta Allah'a karşı dil uzatabilir. Bu, onun vicdanına ait bir şeydir. Fakat dindar görünmemek şartıyla. Hem dindar, hem dine tecavüzkar görünmek ya daimi nifaktır (iki yüzlülük) , yahut gizlenemez bir deliliktir. Bana karşı Mevlana'yı takdis ettiğini söyleyen bir adamın, asrın en beliği gazel söyleyeni Muhyiddin Raif bey muvacehesinde (huzurunda) onun, (haşa) Hüsameddin ismindeki oğlana abayı yakmış bir kallaş olduğunu ağıza alması, zekasının taşkın ve derece-i lüzumu pek aşkın bulunduğuna delalet eder. Bu gibilere acınır ve Allah şifa versin denilir.

Lakin bir adamın en tehlikeli anında, sırf ilmi bir mübahesedeki (tartışmadaki) mağlubiyetin hıncını çıkarmak için onun aleyhinde ve müdafaa edemeyeceği bir surette jurnal vermeye (şikayete) kalkışmak ne dinde hoş görülür ne dinsizlikte."

KAYNAK: HABER7
YORUMLAR 10
  • gürsel 8 yıl önce Şikayet Et
    yunus emre biz lozana devlet olarak imza koymadıkmı,uluslarası bu metin devlet olarak bizi bağlamazmı.Lozansa bir ek protokolle 150 likler dışında kalanları genel af kapsamına aldığımızı taahüt etmedikmi.Atıf hoca 150 likler listesinde değildi sen bu yaptıkları[ on larda yalanda ]için nasıl yargılayıp idam edebilirsin utanmadan yalan söylüyorsunuz yalana ortak oluyorsunuz sizde zalimsiniz..ZALİMLER İÇİN YAŞASIN CEHENEM
    Cevapla
  • xxx 9 yıl önce Şikayet Et
    ellerinden gelse daha nicesini öldürürlerdi, ama bazı hocaların etrafında insanlar toplanmaya başlayınca onları idam etmekten korkmuşlar ve onlarıda anadolunun ücra köşelerine sürgüne göndermişlerdi.
    Cevapla
  • Yunus Emre YOLCU 10 yıl önce Şikayet Et
    Gerçekler. Bu adam hakkında yeterli bi araştırma yapmadan yorum yapmayın bu adam gavura benzemenin bile dinen sakıncalı olduğunu belirten ama İngiliz Muhipleri Derneğinin kurucu üyelerinden olan bi adam yayınladığı risaleler zamanında Yunan teyyareleriyle anadolunun köylerine atılmış ama istediğini gerçekleştirememiştir. Bir yazısında Yunan ordusunun Osmanlı ordusu sayılabileceğini ve Ankara yönetiminin boğazının kesilmesi gereken birim olduğunu yazmıştır. Giresun İstiklal mahkemesinde şapka kanunu ile alakalı risalesinden dolayı dava olmuş ve yazdığı yazı kanunun çıkış tarihinden daha eski olduğu için dava düşmüştür takipsizlik kararı falan yokdur. Daha sonra Giresun'dan mahkeme heyeti ile İstanbula gelmiştir daha sonra Ankara İstiklal Mahkemesi tarafından Vatana İhanet suçundan yargılanmış yukarda yazdığım eserleri nedeniyle idam cezasına çarptırılmış ve itiraz dahi etmemiştir. Bu adam casusun tekidir ve idam bu adama hakdır.
    Cevapla
  • yusuf kahveci 10 yıl önce Şikayet Et
    temiz bey. cumhuriyetin şimdiki yıllarıda maalesef sancılı. bu sancı hiç bitmedi.
    Cevapla
  • yusuf kahveci 10 yıl önce Şikayet Et
    ingilizlerle savaş. ingilizlerle savaşılmadan kazanılan bir kurtuluş savaşı kime mantıklı geliyor ilginç, bir şapka için asılan 100lerce insan var demokrasıyi getirmişler gerçekten. Yaptıklarına kılıf bulmak içinde herkese ingiliz muhbiri demişler asıl muhbirin kim olduğuda düşündürücü.
    Cevapla
Daha fazla yorum görüntüle
DİĞER HABERLER
Son dakika: Yetkisiz çakar ve silah kullananlara kötü haber! Resmen yasalaştı
İmamoğlu yurt dışı turlarına devam ettiği sıralarda İstanbul kabusu yaşadı