Toprak kokan sinemanın k/öksüz mevcutları
- GİRİŞ13.05.2012 13:10
- GÜNCELLEME13.05.2012 13:10
İki yılı aşkın zamandır yayınını devam ettiren Film Arası Dergisi, yine kapak röportajıyla olay oldu. Emek verenleri arasında yer aldığım, kadrosunda bulunmaktan büyük memnuniyet duyduğum ve 'insanları'nı çok sevdiğim Film Arası Dergisi'ni ve tabi ki röportajı yapan kardeşim Gülcan Tezcan'ı tebrik ederek, konuya sonundan girmek istiyorum.
Senelerdir İran Sineması'nın ne denli özel bir yapıya sahip olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Sebepleriyle izah etme çabasına da girdim (halen aynı çaba içerisindeyim).
Dünya sinemasında çok çok özel bir yere sahip olan İran Sineması, bu niteliğini 'sansür'den alıyor. Evet, tam yazdığım gibi; sansür...
'Sayesinde' mi dersiniz, 'sebebiyle' mi, size kalmış... Bana sorarsanız tam ortasında. Zira İranlı sanatkarlar, sinema yaparken bu 'sınırlara riayet' etmekten öte bir şey yapıyor. 'Sınır' diye adlandırılan manzara, 'sonsuz sanat yapım alanı'ndan başka bir şey değil.
Zira sanatını 'somut'a endekslemiş olanın anlayamayacağı çerçevede İran Sineması, sınırsız bir mecrada büyüyor. 'Görünen'in anlatmaya kafi gelmeyeceği üretim alanına sanat dediğimizden, sanat (ve elbette sinema), 'görünenle yetinmeyen' sonsuzluğun hem kilidi, hem anahtarı mahiyetinde. Yani sizi kısıtladığını düşündüğünüz 'sansür', bir de bakıyorsunuz ki, sonsuz bir alan açmış.
Elbette İran rejimi bu sonsuzluk halini oluşturmak için sanatta sansür uygulamadı. Fakat burada önemli olan bu değil zaten. Üzerinde durmamız gereken nokta şu; 'sınırsızlık' manasında kullanılan 'modern özgürlük kavramları'nın ortaya çıkardığı 'ortam', 'sınırlı' diye nitelediğimiz bir diğer ortam kadar özgün ve etkileyici bir sinema dili ortaya çıkaramadı.
Evet, bu kadar da açık söylüyorum; İran Sineması, dünyanın en özgün sinemasıdır (birçok örneğiyle Rus ve Kore sinemaları önemli olsa da bütüncül bir bakıştan bahsediyorum).
Ve böyle bir tablo ortadayken, ülke sinemamız -bırakın bu seviyede olmayı- kendini tarif edebilecek derecede olgunlaşmamışken, Yılmaz Erdoğan diye birisi çıkıp birkaç cümle ediyor ve kıyamet kopuyor.
Ne diyor Yılmaz Erdoğan?
"Onlar (İranlılar) bir tarihte toplanıp sözlüklerinin tamamını değiştirmediler. Kelimelerinin hepsini değiştirip herkesin kendini yabancı hissettiği bir alanda yeniden kendilerini tanımlamadılar. Dolayısıyla o geleneksel bağ kopmadı. Özellikle de şiirle olan bağları kopmadı; kaldı ki biz aynı havuzdan besleniyorduk, biz aynı insandık aslında."
Burada yanlış olan ne var, Allah'ınızı severseniz. Gayet net bir tespit söz konusu. Yorum diyemeyiz bile; basbayağı tespit.
Ve devam ediyor Erdoğan...
"Batılı kafayla divan şiirini madara ettik, Farsçayı, Arapçayı madara ettik."
“Türkiye’deki bir sette günde beş kez ezan için durursun, aziz Allah dersin, beklersin, çay içersin ama filmde duyulmaz o ezan."
'Bizim cenah'tan birileri bunu söylese gerçekten burun kıvrılabilir. Zira vakıayı 'görebilen' birinin bunun zorluklarını hissetmesi gerek. Hayatında hiç cami görmemiş, camiye girmemiş, ezanı 'ramazan akşamları'ndan veya 'cuma saatlerinde kalabalıkların aktığı istikametten gelen ses'ten ibaret sayanlardan böylesine bir vurguyu beklemezsiniz. Sanat alanımızda böyle insanlar çoğunlukta (maalesef).
Yılmaz Erdoğan öylelerinden degil fekat bu noktada olması gerekeni yapıyor; özeleştiri...
'Biz böyle yaptık' diyor. 'Birileri böyle yapıyor' demiyor. Bu yüzden sözleri özellikle kıymetli ve bu yüzden herkes kulak kesildi.
Bir süredir Divan Edebiyatı Şairi Yusuf Nabi ile ilgilendiğini söylüyor, Yılmaz Erdoğan. Röportajın tamamını görmeyenler bu noktaların farkında değil. Erdoğan, ciddi bir 'özeleştiri' ve 'sorgulama' safhasında.
Kaldı ki öyle olmadığın varsayalım. Diyelim ki Erdoğan gerçekten -birilerinin iddia ettiği gibi- 'iktidara yamanma çabasında'. Ne söylediğine bakmayacak mıyız? Evet, bir sözü kimin söylediği çok önemli. Tam da bu sebepten Yılmaz Erdoğan'ın sözleri bunca yankı buldu ya. Zira hepimiz biliyoruz ki Erdoğan, vicdan sahibi bir sanatkardır.
Dünya görüşü benimle aynı olmayabilir. Bunun bir önemi yok ki. Sanat eserini, önce kendi sanatsal bağlamında ele almalıyız. Sanat ve sorgulama ile ilgili açılamaları da öyle...
İranlı yönetmen Abbas Kiyarüstemi, sansür meselesini değerlendirirken, "Bence sansür bizi kapana kıstıran bir şey değil çünkü onunla baş etmenin bir yolunu buluyoruz." diyor. Anlatmaya çalıştığım şey tam da bu işte. Kiyarüstemi'nin 'baş etmek' olarak tanımladığı şey, 'sonsuzluk yolu' diye tarif edebileceğim meramının kelimelere dökülmüş halidir.
Köklerinden 'bilinçli bir şekilde koparılmış' bir milletin evlatlarıyız. Bu 'bilinç', halihazırda devam eden ve Yılmaz Erdoğan'a tepki olarak doğan 'itiraz'ın ta kendisidir.
Sadece sinema alanında değil, medyanın hemen her kısmında bu 'bilinç' mevcut.
Kendi özelimde küçük bir örnek vermek istiyorum.
Bundan 7 yıl kadar öncesi... İstanbul Tv'de çalışıyorum. Kanalın kapanma dönemine yakın Tuncay Özkan, kurumu satın aldı (Kanaltürk'ten önce denemişti). İlk yaptığı iş, eski çalışanlardan üç kişiyi işten çıkarmak oldu. Bunlardan biri İHL kökenli, diğeri daha önce Yeni Şafak'ta çalışmış ve bir diğeri de merkez medyanın Tuncay Özkan'a rakip olan bir kişisiyle teşriki mesaide bulunmuş. Yapılan ilk açıklamada "Tuncay Bey eski ekiple çalışmayacak" dendi. Yani bu üç kişiden sonra herkesin işten çıkarılmasını bekledik. Fakat olmadı. Sadece bu üç kişi işten çıkarıldı. Sonradan duyduk ki, yukarıdaki satırlardaki özellikleri sebebiyle şahıslar hakkında böyle bir karar alınmış (Tuncay Özkan daha sonra kanalı almaktan vazgeçti fekat mevzu değil).
Evet, tahmin edeceğiniz üzere o üç kişiden biri benim. Ve bu örnek tam da 'o durum'a işaret ediyor. Mevzubahis 'bilinç', toplumun her alanında olduğu gibi medyada da 'görmezden gelme' ve dahası 'yok etme' yolunu tercih ediyor.
Yani Yılmaz Erdoğan'ın anlattıklarının çok daha fazlasını biz yıllardır yaşıyoruz. Meselenin 'yalan' veya 'yanlış okuma' ile bir ilgisi yok. Tespitlerin tamamı doğru. Ve asıl konuşulması gereken de 'sinema'.
Bu zihin yapısıyla, bu topraklara ait bir sinema dilini nasıl oluştururuz! Bu bir soru değil, çığlıktır, çağrıdır. 'Toprak', öylesine bağımsız ve insanı öylesine 'bağlayan' bir kavram ki, aidiyet hissinin oluşturduğu mesuliyet çoğumuza ağır geliyor.
Öyle değil mi ki, siz, yüzünü Batı'ya 'dönmüş' olanlar, arkasındaki duvarın harabesini üstünüze alınmıyorsunuz. Ardınızda 'dağ gibi duracak' toprak yığınları yerine, başınıza devrilmek üzere olan beton kalıplarına teslim olursunuz.
Bir de Yılmaz Erdoğan'ın açıklamalarının zamanlaması var... "Böyle bir zamanda konuşursan 'yalakalık' ile suçlanırsın" demek de ne oluyor. Adam açıkça 'özeleştiri' yapıyor ve kendi gelişiminden bahsediyor. İranlı yönetmen Bahman Ghobadi'nin kısa filminde oynadıktan sonra İran Sineması'na merak salıyor ve sorgulaması başlıyor. Sırf birileri bir şekilde düşünecek diye sussa mıydı yani! 'Mahallesi' tarafından eleştirileceğini bile bile konuşmasına 'cesaret' demekten imtina ederseniz, elbette geriye sadece 'yaranma' ithamı kalır.
Ve işte tam da burada, yine aynı yerde, 'sanat' ve 'sınır' sorgulamasına geliriz.
Sırf bu yüzden bile, yani sırf bize 'sinema konuşturdu' diye takdiri hak ediyor, Yılmaz Erdoğan. Ne evliliği, ne kardeşi ve eski eşi, ne magazin alemi ve ne de rakipleriyle atışması değil meselemiz. Açıkça ve cesurca konuşuyoruz.
Konuşturanın konuşturduğu konuyu beğenmeyenin yapacağı yegane evrensel tavır olan 'karalama'ya müşahit oluyoruz. Sadece sinema ve toplumsal tarih açısından baksak ne güzel bir tartışmanın içine gireceğiz, de, bu topraklarda hiç kolay değil.
Zoru göze alanların, zorbalıkla aşağılanma çabasına aldırış etmeden ve en az 'onlar' kadar da dik durarak meselenin peşini bırakmamalıyız.
Yorumlar1