Herşey yolunda mı gidiyor bize mi öyle geliyor?
- GİRİŞ29.03.2013 08:49
- GÜNCELLEME29.03.2013 14:45
Çünkü içerde ve dışarda o kadar -zahiren- iyi şeyler oluyor ki şüpheleniyorum. Hep "gelecek!" deyip durduğumuz iyi günler gerçekten yüzünü mü gösteriyor yoksa birileri yine bizi makaraya mı getiriyor? Gelişmeler güzel fakat ‘failler, müphem!'
Belki de, üç yüz yıldır hep kötü şeylere alıştığımız için, kaderin bizim için de iyilikler yapabileceği inancını kaybettik; iyi şeyler olunca işkilleniyoruz! Hem de Bediuzzaman'ın "Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da, yalnız bizim için tedennî dünyası olsun?" sözüne olan itimadıma rağmen…
Acaba yine birileri bizi kendi safında gösterip ateşe mi atmak istiyor, birinci Cihan Harbinde olduğu gibi… Her şey o kadar kendiliğinden o kadar rahat çözülüyor ki, işkillenmemek elde değil. Bu açıdan, hep ters tarafından bakan, bu yüzden de hayırlı gelişmelere bile itiraz eden Sayın Oktay Vural'ı bile anlıyorum.
İşte bakın Abdullah Öcalan, ‘silahlara veda' çağrısı yapıyor. Ve hemen ardından İsrail, Türkiye'den özür diliyor. Öyle ki bu, hükümet için bile sürpriz oluyor!
Haa baştan söyleyeyim; bu gelişmelerin hiç birisinden rahatsız değilim aksine hayırla neticelenmeleri için dua ediyorum. Hatırlayanlar bilir, "öyle bir zaman gelecek ki, medeniyetin mehâsini bile bizim lehimize yazılmaya başlayacak" diye yazdığımı biliyorum.
Ama yine de şaşırıyorum.
35 yıldır devam etmekte olan bir terör olayının, artık hakikaten sona erecekmiş gibi görünmesi, bölgenin uslanmaz ve dokunulmaz çocuğunun (İsrail'in), Türkiye'nin direnci karşısında geri adım atıp özür dilemesi, hiçbir hükümetin küçümseyebileceği başarılar değildir! Hele özür dileme(?!)
Bu, eğer, ‘Abdullah Öcalan'ın yakalanıp Türkiye'ye verilmesi' gibi bir ‘kıyak'(?) değilse hakikaten, her Türk hükümeti için büyük başarıdır! Denilebilir ki Cumhuriyet tarihi boyunca Türk diplomasisi böyle bir başarıya imza atmamıştır. Siyasiler, bu tür malzemeleri tabii ki kullanırlar.
Nitekim Öcalan'ın Türkiye'ye teslim edilmesi de dönemin hükümeti tarafından ‘başarı' sanıldı. Hatta şu sıralarda Öcalan'ın asılması için hükümete ha bire ip gösteren Sayın Bahçeli bile o başarıdan memnundu. Ben ise o zaman Ortadoğu gazetesinde yazdığım bir yazıda bu teslim usulünün yarın başımıza neler açabileceğini hatırlatmak için "Başbakan yardımcısı Öcalan fikrine kendinizi alıştırın" diye yazmıştım.
Abdullah Öcalan'ın yakalanıp Türkiye'ye getirilmesinde, Türkiye'nin, uçak gönderip onu getirmesinden başka ne katkısı olmuştu? Neden birileri onu derdest edip bize vermişti?
Uzun yaşamış hiçbir halk, böyle şeylerin karşılıksız olmayacağını bilir. Şimdi görüyoruz, Öcalan, barışın mimarlarından bir olmaya doğru gidiyor. Onu bize teslim edenler, barışın tesisinde katkısı olabileceğini(!) düşünmüşler miydi acaba?
Bıyık altından hin hin güldüğünüzü biliyorum, "Uyan da balığa gidelim" dediğinizi duyuyorum ama ben yine de barıştan yanayım!
Tabii ki, kardeşinle aranı açanların, sonra da dönüp seni barıştırmak istemeleri ilginç! İnsan ister istemez şunu soruyor: "Mademki barıştıracaklardı(?) bizi, neden aramıza kan soktular?"
Evet barıştırılıyoruz! Bizi barıştıran "dest-i kudret" mi, ‘cebr-i hikmet' mi? Bilmiyorum ama bu barışı sağlayanın hem Türkiye'ye, hem muannit Kürtlere söz geçiyor! Yani tarafların rızası ve iradesi ne kadar işin içinde belli değil! Çünkü bugüne kadar hükümet birkaç kez iyi niyet gösterip el uzattı, ama her seferinde o el havada kaldı. Şimdi ne oldu ki, düne kadar her türlü mızıkçılığı yapanlar, ‘hadi barışalım'cı oldular?
Defalarca yazdım: terör olayının sona ermesinde asıl muhatap ne PKK, ne BDP ne KCK ‘dır. Hatta Öcalan bile değil! Muhatap olsaydı birilerinin onu yakalayıp bize teslim etmesi diye bir şey olmazdı…
Ne ise şimdi barış zamanı! Hem Nevruzdur; ‘ba'su ba'de'l-mevt' günüdür. Kudret-i İlahiyeyye hiçbir şey ağır gelmez. Hayırlı olur inşallah!
Dostluk, barış ve huzur içinde yaşamanın bedeli ne kadar ağır olabilir ki!
Ve o neye değmez?
ESRAİL'İN ÖZRÜ
Tüm dünya biliyor ki, İsrail özür dilemez. BM'den özür dilemeyen bir ülke, Türkiye'den neden özür dilesin? Adamlar 90 yılı aşkındır tüm dünyaya meydan okuyorlar… Her türlü zulmü, şenaati yaptılar kimse de onlardan hesap soramadı. Şurada burada yükselen birkaç itirazı da onlar kale almadı. Ortadoğu'yu ateşe verdiler. Doğu Akdeniz, onların hırsları yüzünden kan ve gözyaşı deryası…
Ve üstelik tüm yaptıklarının ‘ilahi bir yazgı' gereği; Tevrat'ın bir emri olduğuna inanıyorlar.
Bir zaman, "dünyanın en insafsız teröristi, fanatik dinci militanlardır" demiştim. ‘-Müslüman da olsa- bir terörist, din adına hareket ettiğine inandırılmışsa, asla vicdan muhasebesi yapma gereği duymaz. Zulmünün ne boyutlara vardığını da bilmez. Bilse de bunu bir tür cennet sevabı ile takas edeceği için tam bir canavar olur' mealinde şeyler…
İngilizler eliyle getirilip oraya yerleştirildikleri tarihten beri, İsrail adına öncülük yapanların işledikleri cinayet, terör ve olaylara bakın, aynı halet-i ruhiyeyi göreceksiniz! Tevrat'a sokuşturulan o kadar dehşetli insafsızlıklar, ahlaksızlıklar ve zulümler var ki, insan okurken tüyleri ürperiyor.
Ama onlar dünyevi başarı için bütün bunları meşru görüyorlar. Yeryüzünde bir tek onlar Tanrı'nın kullarıdır zira(!). Diğer tüm ırklar davardan öteye geçmez. Dolayısıyla İsrail'in -Amerika dâhil- herhangi bir kavim ile yaptığı muahedenin hiçbir bağlayıcı tarafı yoktur. Bağlayıcılığı, ancak İsrail'in o muahedeye duyduğu ihtiyaç kadardır. Çünkü kendinden olmayana karşı yaptığı muahedelere uymamakta vebal görmez. Peygamber efendimizle (asv) yaptıkları muahedeleri hatırlayın. Fırsat çıkınca hangisinden dönmediler? Kur'an, o halet-i ruhiyelerini ne güzel haber vermiş:
"… Kitap ehlinden (Yahudiler) öylesi de vardır ki, ona bir dinar emanet etsen, tepesine dikilip durmadıkça onu sana iade etmez. Bu da onların, "Ümmîlere (Müslümanlara) karşı (yaptıklarımızdan) bize vebal yoktur" demelerinden dolayıdır. Onlar, bile bile Allah'a karşı yalan söylerler." (Ali İmran, 75)
Hâsılı, İsrail'in bizden özür dilemesi itiyatla karşılanmalı! Nefsimizi okşayan bir şey ama vakitsiz! Gerçi, 2012'den itibaren, olayların onların aleyhine cereyan edeceğini az çok biliyor ve bekliyoruz. Ama bu kadar erken gelmesi şaşırtıcı! Hem de gerçekten o vakit mi bilmiyorum!
Bir gün İzak Şamir'e, İsra Suresinde "İsrail oğullarının, yeniden azgınlaşacakları, bölgeyi fesada verecekleri ve bu yüzden de Nebukadnezar'ın yaptığından daha ağır bir kırım ve bela ile yok edileceklerinin haber verildiği' söylenir. Şamir son derece rahat bir eda ile şöyle der:
-Biliyorum ama ne siz o Müslümanlarsınız henüz, ne de biz o Yahudiler!
Bu rivayet gerçek mi, yakıştırma mı bilmiyorum ama onların halet-i ruhiyelerine mutabık düşüyor. Ben de şimdi soruyorum, biz hakikaten o Müslümanlar haline geldik mi?
Değilse bu erken el uzatışın altında bir hinlik var mı?
İhtiyatlı olunması gerektiğine inanıyorum. Zira Obama'nın, bu coğrafyada kendince düzenlemeler yaptığı günlerde, Rusya ve Çin de Moskova'da bir araya gelip kapalı kapılar ardında buluştular. Yani bir şeyler oluyor bizim aklımızın ermediği ama ne?
Ortadoğu şimdi bir takım kanlı boğuşmalarla bir mecraya doğru akıyor. İnsanlar, üzerinde yaşadıkları araziyi yeniden kendilerine ait kılmak için oluk oluk kan akıtıyorlar. Hayatları için, hürriyetleri için, inançları için bedel ödüyorlar. Vakti gelip de bedel ödeme tamamlandığında, şu insanların yurtlarında herhalde hiç kimse eskisi kadar rahat at oynatamayacak! Bu da bugünkü galiplerin işine gelmez!
Dolayısıyla, şu kolayca olup biten şeylere bakınca, kendi kendime, düşünüyorum ve diyorum ki "Kendi mecrasını bulmaya çalışan suları, acaba yine birileri kendi bahçesine mi yönlendirmek istiyor, geçen asrın başında olduğu gibi?"
Sizin eseriniz olmayan, savaş ve barış, gerçek huzur getirmez. Getirse de astarı yüzünden pahalı olur. Evet, gelişmeler, güzel. Ama bu kadar kolay olmaları beni rahatsız ediyor. Elazizlilerin ‘şum tutma' dedikleri bir deyişleri var. İnşallah şum tutmuyorum!
ASLA GEVŞEKLİK GÖSTERİLMEMELİI
İstikbalin bizim için iyi şeyler hazırladığından zerre kadar şüphem yok. Artık vaktinin geldiğini de hissediyorum ama işlerin bu kadar kolay gelişmesi tuhaf!
Hükümetler öyle de olsa böyle de olsa, gelişmeler şöyle de olsa böyle de olsa… Bu millet önünde sonunda ayağa kalkacak! Bunu, şu yapacak bu yapacak demiyorum. Bugünkü Türkiye'nin ortaya çıkmasında, tüm hükümetlerin payı olduğu gibi geleceğin inşası da belki bir çok hükümet eliyle olacak. Kimi az, kimi çok, kimi olumlu kimi olumsuz katkı vererek istikbali inşa edeceğiz!
Sonunda mutlaka, o parlak istikbali yakalayacağız ve Rumeli bostanları, Kafkas dağları, Asya tarlaları yeniden İslam'ın ışığı ile aydınlanacak, muhabbet çiçekleri neşv ü nema edecektir. Her kışın bir baharı olduğu kadar eminim! Amma…
Bu asrın başında esarete duçara edilmek istenen; Balkanlardan ve Anadolu'dan sökülüp atılmak için koca imparatorluğu birkaç yıl içinde -hem de kendi evlatları eliyle- tarumar edilen ‘hasta adamın' yeniden ayağa kalkışına şahit olmak ne güzel. Hareketlerimiz, yeni uçuşa hazırlanan bur kartal yavrusunun kanat çırpışları kadar acemice olsa da bu göklerin, bizim kanat seslerimizi beklediklerini hissediyorum ve ümit ediyorum. Güzel neticelerin doğduğunu hepimiz görüyoruz. Benim tek ikazım, ihtiyatı elden bırakmamak yönünde. Martı bahardan saymamak için! Çünkü "Mart kapıdan baktırır kazma kürek yaktırır" demişler. Aman teenni!
Bu neticelere varmak için takip edilen ‘azimet yolu' sürdürülmeli! Ve tabii o geleceğin gelmesi için doğru hareket etmemiz gerektiğini, eğer mukaddimeler değişirse sonucun da değişebileceğini asla unutmadan. Karşımızda vesilelerin ve esbabın her imkânına sahip bir kavim var. Mukaddemeleri değiştirmede de mahir!
Elbet te bizim de asla karşı konulmaz kuvvetlerimiz var. Bunların en başında öyle bir istikbale duyduğum özlem ve ihtiyaçtır. İkincisi tarihimizin ve dinimizin emredici karakteridir. Nitekim İslamiyet'in terakkisinin kuvvetli sebepleri gösteriyor ki, İslâmiyet maddeten dahi istikbale hükmedecek.
Yani Bediuzzaman'ın ifadesiyle "Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da, yalnız bizim için tedennî (geri kalmışlık) dünyası olsun?" diye soruyor ve istikbalden ümidini kesmiş olanlara şöyle sesleniyor (kısmen sadeleştirerek):
"İşte, ben de sizinle konuşmayacağım. Şu tarafa dönüyorum; müstakbeldeki (gelecekteki) insanlarla konuşacağım: Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sessizce Nurun sözünü dinleyen; gizli gaybi bir bakış ile bizi temâşâ (gözleyen) eden Said'ler, Hamza'lar, Ömer'ler, Osman'lar, Tâhir'ler, Yûsuf'lar, Ahmed'ler, ve saireler! Sizlere hitap ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, "Sadakte"(doğru söylüyorsun!) deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun. Şu muâsırlarım, varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizinle konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennet-âsâ (cennet gibi) bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır. Biz, hizmetimizin ücreti olarak sizden şunu bekliyoruz ki: Mazi kıt'asına geçmek için geldiğiniz vakit, mezarımıza uğrayınız; o bahar hediyelerinden birkaç tanesini medresemin mezartaşı denilen ve kemiklerimizi misafir eden ve Horhor toprağının kapıcısı olan kalenin başına takınız. Kapıcıya tembih edeceğiz; bizi çağırınız. Mezarımızdan, 'Henîen leküm' (hoş geldiniz, tebrikler!) sadâsını işiteceksiniz"
Evet, bizi böyle bir istikbal bekliyor inşallah. Ama her şey çaba ve ihtimam iledir. Mukaddimelerdeki ihmal ve yanlışlık neticeleri değiştirir. Bunu bildiğim için ikaz etmeyi görev biliyorum!
Yorumlar23