O akşam...
- GİRİŞ30.08.2012 13:04
- GÜNCELLEME30.08.2012 13:09
Rize'nin Kıble Dağı'na çıkmış dönmüştük. Bağırmış çağırmış, içimizde sıkışmış şehri ve stresi yüce dağların ve tepelerin güzel ıssızlığına söylemiş, dönmüştük. Topraktan gür biçimde fışkırmış yeşilliklerin içinde, bahçede oturuyorduk o akşam. Karayemiş, çam, ladin ağaçlarının altında. Etrafı yeknesak dalgalarıyla sarıp sarmalamış çay fideliğinin ortasında. Alışık olmadığımız bu güzelliğe tahammül etmeye (bile) çalışarak. Şehirde betonla, bariyerle, ölçülmüş saatle, sıkışık demir-çelikle, elektronik akılla ve merhabasız kalabalıkla bozulmuş gözlerimizin şaşılığını, sadece bakarak, yalnızca temaşa ederek giderebildiğimiz ormanlara doğru çevirmiştik sandalyelerimizi.
İbrahim ve Cengiz Er'le laflıyorduk, ibrahim Er bir ara lafı memleketin binlerce derdinden bir tanesine getirdi. Muhabbet birdenbire güncelleşti. Tam o anda, muhabbetin ortasında, çamların koyu kokulu karanlığının bize doğru baktığım ve gülümsediğini hayal ettim. Ormanın loş müphemliğinin bizimle alay ettiğini düşündüm. Haksız mıydım? Bir ara ibrahim abi yukarıda bir yeri (Şimdi Meliha teyzenin yattığı yeri) göstererek dedi ki; "Şurada ayırdım ben yerimi. Orada yatacağım. Mezarım hazır." Nereden çıktı şimdi bu, diyecek oldum. Gülümsedi, "insanlar bence öleceklerini biliyorlar; ama ona gerçekten inanmıyorlar" demez mi. Gülümsedim. Geçti konu. Cengiz Er o arada bu cennet bahçesini andıran güzelliklerin ortasından çıkmış, zihni uçmuş, Gaziantep'te infilak eden bombanın, trajedinin, kahrın ve umutsuzluğun sıcak haberlerini televizyona taşımakla meşguldü. Biz bir ona bakıyor, haberleri bir yandan takip ediyor; bir yandan da sohbetimizi çevirmeye çalışıyorduk. Ölüm, acılar, ister istemez gelip giriyordu muhabbetin içine. Sonra nelerden konuştuk hatırlamıyorum. Ama hiç unutmayacağım o akşamın içine akıp gidiyordu konuşmalarımız. Bir yandan konuşuyor; bir yandan da etrafın güzelliğinden kopmamaya çalışıyordum.
O arada, evde bir telaş dönüyordu. Herkesin yetişecek bir yeri, programı, eğlencesi, komşuluğu var, işi gücü var. Aşağıya inilecek. Şehre. Akşam gezmesi, buluşmalar olacak. Bakıyorum da bir Meliha teyzenin yüzü güleç. Bir tek o sakin. Şehirden yeni gelmemiş olan ve şehrin pürtelaşı elbiselerine sinmemiş olan Meliha teyzenin yüzünde çelik gibi sağlam bir dinginlik var. Bir tek o acele etmiyor. Bir tek onu ayartamıyor gündelik telaşın albenisi. Bir tek o unutmuyor, yanılmıyor, telaşlanmıyor, ısrar etmiyor, üstelemiyor, sesini yükseltmiyor, paniklemiyor ve uzun bir dinginliğin derinliklerinden kaynayıp yükselen o müşfik gülümsemesini uzun kanatlar gibi yüzüne genişçe açmış, ortalıkta dolanıyor. Masaya davet ediyor bizi. Acıkmışım. Kara lahana çorbasını çok özlemişim. Ama yemesem, diyorum içimden. Sizi seyretsem sadece. Sizin bu sürprizli sakinliğinizi, bilgeliğinizi, güzelliğinizi, "önemsiz" dertlerimizi tasalarımızı gerçekten önemsizleştiren gülümsemenizi. Sizin sakinliğinizin kıyısına ilişip kıvrılsak. Biz de teskin olsak. Dünya ve hayat hakkındaki fikrimizin yamlmışlığım uzun uzun seyretsek sizin bu mahcup, anaç ve güzel anneliğinizde.
Sonra o güzel, büyük gülümsemesini içinde taşırmış gibi, elinde o büyükçe tepsiyle çıkageldi bahçeye. Cengiz Er hâlâ Gaziantep'teydi. İbrahim abi "Gel anne" dedi, tuhaf geniş zamanlı bir sesle, "Gel, ver çaylarımızı da otur şöyle bir bakalım, biraz muhabbet edelim. Sen ne diyorsun bu olaylara?" "Ben ne bilirim ki oğlum..." dedi, yine gülümseyerek. Biraz önce ölümden, mezardan bahseden oğluyla ne konuştular, ne kadar muhabbet ettiler bilmiyorum. Hatırlamıyorum. O arada biz, Gaziantep'te çocuklara bayram şekerlerinden biraz büyükçe, 80 cm.'lik tabutlar hazırlamakta olan PKK'nın son maha-retinin ayrıntılarına ulaşmaya çalışıyorduk Cengiz abiyle. Yan yana duran iki dünyanın öteki tarafındaydık biz. Sükunetin, tevekkülün, diğergamlığın, fedakarlığın, hasılı, gülümseyen annenin karşısındaki telaş dünyasında. Kulaklarımız uçup uzaklara gitmiş, ellerimiz twitter'a birbiri ardına düşen uğursuz haberlerde kaybolmuştu.
Keşke kalkıp eve gitmeseydim o akşam. Keşke Meliha teyzenin ikramını geri çevirmeseydim de hazırladığı o yatakta yatsaydım. Çok pişman oldum.
Hikmet. Ben bunu kısaca şöyle tercüme ediyorum kendime. Herhangi bir şeyle karşılaştığımda, onun bize "verilmiş" olmasıyla ne kastedilmiş olabileceğini düşünmekten ibaret. Ölüm için de böyle bu. Ben bu güzel akşam oturmasının ertesi günü, Karadeniz dağlarının eşsiz manzaralarını seyretmek için yine yollardaydım. Bir ara telefonun çektiği bir tepeden geçiyordum ki bir mesaj düştü ekrana. Haşmet abi (Babaoğlu) Meliha teyzenin vefatını haber veriyordu. Arabayı durdurup motoru susturdum ve yolun kenarına oturdum. El değmemiş doğanın sonsuza kadar sürecekmiş izlenimi veren kayıtsızlığına daldım gittim.
Akşam vardığımda İbrahim abiyi gördüm. Yıkıntılar içinde oturmuş misafirleri ağırlıyordu. Cengiz abi ise ortalıklarda yoktu. Sevgili Cengiz abiyi de, Sezai Karakoç'un şiirini el feneri gibi bahçede dolaştırarak aramaya koyuldum.
"Anne öldü mü çocuk
Bahçenin en yalnız köşesinde
Elinde siyah bir çubuk
Ağzında küçük bir leke..."
Selahattin Yusuf - Aktüel
selahattin.yusuf@aktuel.com.tr
Bu yazıya ilk yorum yapan sen ol