Bir Arkeolog Müzecinin Otobiyografisi
Erdem Yücel: Mazide Kalanlar adlı otobiyografi, Cumhuriyet dönemi İstanbul’undaki şehir hayatının sosyal, kültürel ve siyasi yönlerine dair kişisel bir kayıt sunuyor.
İBB Kültür A.Ş., arkeolog, müzeci, yazar Erdem Yücel’in Cumhuriyet dönemi İstanbul’undaki şehir hayatına dair birçok anekdot ve gözlem içeren otobiyografisini Erdem Yücel: Mazide Kalanlar adıyla bir kitap olarak yayımladı
İBB Kültür A.Ş. tarafından yayımlanan Erdem Yücel: Mazide Kalanlar adlı otobiyografi, Cumhuriyet dönemi İstanbul’undaki şehir hayatının sosyal, kültürel ve siyasi yönlerine dair kişisel bir kayıt sunuyor. Yayınevinin şehir tarihi yazımında otobiyografik eserlerin önemini vurgulamak amacıyla oluşturduğu “İstanbul’a Dair” dizisinin üçüncü kitabı olan Erdem Yücel: Mazide Kalanlar, Cemile Yücel ve Fatih Dalgalı’nın editörlüğünde hazırlandı.
Şehir Tarihi Yazımında Otobiyografinin Gerekliliği
Kitabı kaleme alan arkeolog, müzeci, yazar Erdem Yücel, eserin Önsöz’ünde, ülkemizdeki yazı hayatında “otobiyografi denilen yazı türünün nedense çoğunlukla önemsenmediğini” ve bu yüzden “ünlü pek çok kişinin ölümlerinin ardından yazılanların hem eksik hem de yanlış olduğunu” söyledikten sonra, kendisinin de yazı hayatı boyunca birçok kişinin hayatını ölümlerinden sonra yazarken zorlandığını itiraf ederek şöyle soruyor: “Bu olası yanlış ve eksikliklerin olması benim mi yoksa onların suçu mu? Suç kimde derseniz; arkada kalanlardan çok, kişinin kendisindedir.”
Yücel, İstanbul’un yakın tarihine dair birçok ayrıntı içeren kendi otobiyografisini yazma serüvenini ve gerekçesini ise yine Önsöz’de şöyle açıklıyor: “Kendi adıma bir otobiyografi yazmayı düşünmüş, ancak zamanlamasını yapamamış ve nasıl yayınlanacağını kestirememiştim. İnsanın kendi kendisini yazması, anlatması nasıl olur diye düşünürdüm. Bazılarımızın yaptığı gibi ben de zaman zaman geçmişe dalarım, hayatım bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçer. Aile büyüklerimin yaşadıklarını, Osmanlı’nın son günlerini, Anadolu’nun emperyalistler tarafından işgalini, Cumhuriyetin ilanını, Ankara’nın kasaba görünümünden bugünlere nasıl geldiğini anlattıklarını sisler arasında olsa da hatırlıyorum. O insanların küçük yaşlarda bana anlattıklarını birbirine bağlayınca, geçen yüzyılda acısıyla, sevinciyle neler yaşadıklarını şimdi çok daha iyi anlıyorum. Çocukluğumun ilk döneminin içinde geçtiği İkinci Dünya Savaşı yılları, Kuzguncuk’taki sakin ve ıssız köşk yaşantısından sonra Fatih’e taşınınca içine düştüğüm şehrin kalabalıkları, hukuk fakültesi maceram, askerlik, arkeoloji eğitimim, iş hayatındaki mücadeleler, müzecilik görevini yürüttüğüm yıllarda tanık olduğum bürokrasimizin iyi kötü yanları, İstanbul ve yurtdışı görevlerinde yaşadıklarım, başarılı olduğum günlerde beni kıskanan insanlar, sürgünler, başarısızlıklar... Çevremi gözlemleme yaşımdan bugünlere erişinceye kadar meğer ben de neleri görmüş, neleri yaşamışım. Bu hatıralar benimle birlikte bir gün toprak olursa yazık olmaz mı?”
Bir Arkeolog-Müzecinin Renkli Hayatı
Erdem Yücel, otobiyografisinin birinci bölümünde ebeveyninin hayatlarını anlatıyor, Osmanlı’nın son dönemine ve Cumhuriyet’in ilk yıllarına dair onlardan dinlediği hatıraları okuyucusuyla paylaşıyor. Kitabın ikinci bölümü, Yücel’in Kuzguncuk’taki bir köşkte ve ardından Fatih’te yeni yapılmaya başlanan apartmanlardan birinde geçen çocukluk ve ilk gençlik yıllarına dair hatıralarını içeriyor. Bu hatıralar içerisinde Kuzguncuk semtinin ve Fatih ilçesinin yakın tarihine ışık tutan ve Yücel’in canlı anlatımı ve sürükleyici üslubu sayesinde okurun ilgisini çekecek birçok gözlem ve anekdot yer alıyor. Yücel, kitabın üçüncü bölümünde, başarısız hukuk fakültesi öğrenciliği macerasından sonra yeniden üniversiteye dönerek okuduğu arkeoloji ve sanat tarihi bölümüne ve bu bölümde kendilerinden ders alma bahtiyarlığına eriştiği Ord. Prof. Arif Müfit Mansel, Prof. Dr. Halet Çambel, Prof. Dr. Oktay Aslanapa, Prof. Dr. Semavi Eyice gibi değerli hocalarına dair hatıralarını aktarıyor.
Yücel, kitabın dördüncü bölümünde Bursa Müzesi, Türk ve İslam Eserleri Müzesi, Divan Edebiyatı Müzesi, Ayasofya Müzesi başta olmak üzere müzelerde ve diğer kültür kurumlarındaki profesyonel hayatına dair birçok hatırasını ve gözlemini okurla paylaşıyor. Bu bölümde anlatılanlar, Türk müzeoloji tarihi açısından da önemli bir kaynak değeri taşıyor. Beşinci bölümde, yazarın Ayasofya Müzesi’nde müdürlük yaptığı sırada ağırladığı devlet başkanları ve diğer yabancı devlet temsilcileriyle yaşadığı olaylar aktarılıyor.
Altıncı bölümde, Erdem Yücel’in Trakya Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji Bölümü’ndeki hocalığı döneminde Arkeoloji öğrencilerine verdiği Tarihi Coğrafya, Mitoloji, Müzecilik, Nümizmatik ve Eski Anadolu Tarihi dersleri; Sanat Tarihi Bölümü öğrencilerine verdiği Sanat Tarihine Giriş, İslam Öncesi Türk Sanatı, Minyatür, 19. Yüzyıl Mimarisi ve Tarih Bölümü öğrencilerine verdiği Roma Tarihi, Bizans Tarihi, Orta Asya Türk Tarihi derslerinde öğrencileriyle yaşadığı olaylar konu ediliyor. Bu bölümde ayrıca Yücel’in üniversite hocalığı vesilesiyle katıldığı Vize Tiyatrosu Kazıları da ele alınıyor. Kitabın son bölümü olan yedinci bölüm ise, Erdem Yücel’in Cumhuriyet, Turkish Daily News, Günaydın ve Akşam gazeteleri başta olmak üzere çeşitli gazete ve dergilerde sürdürdüğü yayın hayatındaki tecrübelerine odaklanıyor. Bu bölümde ayrıca Yücel’in basında çalıştığı yıllarda tanıma fırsatı bulduğu Niyazi Ahmet Banoğlu, Cemal Kutay, Cemalettin Server Revnakoğlu, Reşad Ekrem Koçu, İbrahim Hakkı Konyalı, Necdet Sevinç gibi değerli yazarlarla olan hatıralarına da yer veriliyor.
Kuzguncuk’ta Üç Dinin Bayramları
Kitapta yazarın Kuzguncuk’ta geçirdiği yılların ele alındığı bölümdeki şu satırlar, İstanbul’da bugünlerde fazlasıyla kaybetmekte olduğumuz nezaket içerisinde ve paylaşarak bir arada yaşama kültürünün izlerini taşıyor: “Kuzguncuk’ta dini bayramların da kendine özgü özellikleri vardı. Müslüman, Rum, Ermeni ve Yahudi hiç fark etmez, herkes birbirinin bayramına saygı gösterirdi. Hangi dinden olurlarsa olsunlar birbirlerini ziyaret ederler, bayramlarını kutlarlardı. Bizim yaşadığımız Nakkaştepe’de ise bayram ziyaretlerine gidilir ve mutlaka gelenlere iade-i ziyaret edilerek karşılık verilirdi. Bu arada küçüklere mendil veya bahşiş verilmesi de adettendi.”
Yücel, devam eden satırlarda İstanbul’da yaşanan bayramların eğlence kültürüne dair bilgiler veriyor: “Kuzguncuk’ta bayram yerinin olup olmadığını hatırlamıyorum. Yalnızca Üsküdar ve Bağlarbaşı’nda ahşaptan dönme dolap, kayık salıncağı ve atlıkarıncalardan oluşturulmuş bayram yerlerine birkaç kez götürülmüştüm. Bayram yerlerini çok sonraki yıllarda Fatih’e taşındıktan sonra görmüştüm. Ancak Osmanlı’nın geleneksel gösteri sanatlarından Karagöz ve Hacivat, ortaoyununu Gülhane Parkı’nda ilk kez seyretmiştim. İsmail Dümbüllü ile Tevfik İnce’nin doğaçlama oynadığı ortaoyunlarının aradan yıllar geçmesine rağmen gözümün önünden gitmediğini söyleyebilirim.”
Kuzguncuk’ta Atatürk’ün Gençken Misafir Olduğu Köşk
Kitapta ayrıca Boğaz’ın Anadolu yakasının kıyılarına birer inci gibi serpiştirilmiş birçok yalıya ve onların civarında bulunan köşklere dair ilgi çekici bilgiler ve hatıralar yer alıyor. Ali Fuat Cebesoy’un köşkü de bunlardan biridir: “Sultan Abdülaziz’in hekimbaşısı Marko Apostolidis’in -namıdiğer Marko Paşa’nın- konağının yanı başında Ali Fuat Cebesoy’un bahçe içerisindeki köşkü bulunmaktadır. Her ikisine de Üryanizade Köşkü’nün yanından veya Kuzguncuk’taki Romanyalılar ismiyle tanınan yalının karşısına gelen taş merdivenli yoldan çıkılmaktadır. İsmail Fazıl Paşa bu köşkü ailesinden kalan emlaki satarak yaptırmıştır.
“Çocukluğumda haftada bir gün Cebesoyların köşküne gider, çevreyi gözlemlerdim. Çam ağaçları başta olmak üzere çeşitli ağaçların yer aldığı bahçenin içerisindeki ahşap köşk kelimenin tam anlamıyla bir saray görünümündeydi. Duvarlarında Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa, Tuna orduları başkumandanı Müşir Mehmet Ali Paşa, İsmail Fazıl Paşa başta olmak üzere aile büyükleri olan paşaların, Osmanlı hanedanının ve aile bireylerinin resimleri ve tabloları asılıydı. Geniş salonları, yüksek tavanlı odaları ve onları tamamlayan mobilyalarıyla o muhteşem yapı hiçbir zaman hafızamdan silinmemiştir.”
Yücel, bu köşke dair kendi hatıralarını ve gözlemlerini aktardıktan sonra köşkün tarihine dair ilgi çekici ve belki pek az bilinen şu anekdotu naklediyor: “Ali Fuat Cebesoy Köşkü’nün Milli Mücadele’de çok önemli bir yeri vardır. İsmail Fazıl Paşa’nın oğulları Mehmet Ali ve Ali Fuat Cebesoylar görevlerinden arta kalan zamanları bu konakta geçirmişlerdir. İsmail Fazıl Paşa, oğlu Ali Fuat’ın askeri okuldaki arkadaşlarını tanımak istemiştir. Ali Fuat da arkadaşı Mustafa Kemal’i köşke getirmiş, yemekte askerlik ve siyaset başta olmak üzere çeşitli konular konuşulmuştur. İsmail Fazıl Paşa, Mustafa Kemal’in ziyaretinden çok memnun kalmış ve Cemal Kutay’dan öğrendiğime göre Mustafa Kemal burada 6 yıl, 11 ay, 7 gün kalmıştır.”
Arkeoloji ve Sanat Tarihi Öğrenciliği
Erdem Yücel, askerden döndükten sonra kaydolduğu İstanbul Üniversitesi’nin Arkeoloji Bölümü’nde yaşadıklarını şöyle anlatıyor: “Arkeoloji öğrenimi göreceğim İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Laleli’de 20. yüzyıl Alman mimarisinden esinlenerek yapılmış bir binaydı. Öğrenci bürosundan gereken harcımızı yatırarak öğrenci devam defterini, şebekemizi aldıktan sonra öğrenim göreceğim Fen ve Edebiyat Fakültesi’ni tanımaya çalışıyordum. En azından dört yıl okuyacağım Edebiyat Fakültesi’nin bize ait bölümüne kanım ısınmıştı. Oysa birkaç yıl öncesi Hukuk Fakültesi’nde böyle bir duyguya kapılmamıştım. Arkeoloji bölümünün bizden önceki dönem öğrencileri başlangıçta bizleri yadırgamışlardı. Bizleri kaçırmak için bölümün zorluğundan söz etmişler, ancak hiçbirimiz onların sözlerinden etkilenmeyerek yılmamıştık. Özellikle ben bu bölümü bitirmeye kararlıydım.
“Kayıt işlemleri tamamlandıktan sonra dersler başladı. Arkeolojide, Hukuk Fakültesi’nde olduğu gibi sınıf yoktu. Arkeoloji ve Prehistoryanın ara sınavını verenler klasik arkeolog olacak; Arkaik, Klasik, Hellenistik ve Roma dönemlerinde eğitim göreceklerdi. Arkeoloji dört yıllık eğitim düzeni içerisindeyse de bunların tamamını öğrenmemiz beş yılı alıyordu. Bu dersleri bizden önceki öğrencilerle birlikte okuyorduk. Bizden önceki dönemlerin öğrencileri bizler için nasıl olsa çekip giderler diye düşünmüşlerse de çoğumuzun bu yönde arkeolog olmayı istediğimizi anlayınca da çok güzel dostluklar kurmuştuk.
“Bugün arkeolojiyi seçmekle memnun musun diye sorarsanız, bir kez daha dünyaya gelecek olsam yine de arkeoloji, sanat tarihi eğitimi almak istediğimi söylerim. Öğrencilik yıllarımda ve sonrasında hep aynı soruyla karşılaşmışımdır: Bu eğitim para kazandırır mı? Yılların deneyimiyle bu soruyu şöyle yanıtlarım: Bu yönde yeteneğiniz, inancınız ve hepsinden öte şansınız varsa bu eğitim size para kazandırır. Bugün eğitimini verdiğim birçok öğrencimin çok iyi yerlerde olmaları bu sözümün ne kadar doğru olduğunu göstermektedir. Kendileriyle yüz yüze, telefonla ve e-posta yoluyla görüştüğüm bu öğrencilerimle her zaman övündüğümü rahatlıkla söyleyebilirim.”
Ayasofya’dan Hangi Dünya Liderleri Gelip Geçti?
Erdem Yücel, İstanbul’a gelen devlet başkanlarının, kralların, cumhurbaşkanlarının ve dünya siyasetinde yer almış önemli kişilerin mutlaka ziyaret ettiği yerlerin başında gelen Ayasofya Müzesi müdürlüğü esnasında İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher (8 Nisan 1988), Pakistan Başbakanı Benazir Butto (26 Temmuz 1989), ABD Başkanı George Bush (21 Haziran 1991), ABD Eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger (21 Haziran 1991), Fransa Cumhurbaşkanı François Mitterrand (14 Nisan 1992), İspanya Kralı Juan Carlos ve Danimarka ve Yunanistan Prensesi olarak dünyaya gelen eşi Kraliçe Reine Sophie (27 Mayıs 1993), İngiltere Prensi Charles (7 Ekim 1993), İngiltere Prensi Edward (2 Nisan 1995) gibi birçok önemli devlet adamına müzeyi ziyaretleri esnasında refakat etmiş ve müzenin tarihini anlatmış, onların kendisine yönelttiği soruları cevaplamıştır.
Kitapta Erdem Yücel’in Ayasofya’da ağırladığı misafirlerle ilgili ilginç hatıralar yer alır. Bunlardan birisi de Suudi Arabistan Veliahd Prensi Abdullah Abdülaziz’le yaşadığı bir olaydır: “Suudi Arabistan I. Yardımcısı ve Veliahd Prens Abdullah Abdülaziz, Başbakan Turgut Özal ile gelmiş ve kendilerini her zaman yaptığım gibi Ayasofya girişindeki kapıda karşılaşmıştım. Turgut Özal ilk defa Başbakan olarak Ayasofya’ya geliyordu. Veliahda, İngilizce olarak Ayasofya’yı gezdirirken Turgut Özal, söylediklerimi dinliyor ve konuya hiç karışmıyordu. Ayasofya’da bir saat kadar bir süre kaldılar. Ayasofya’yı daha çok İslam ağırlıklı olarak anlatmıştım. Nihayet çıkış kapısına geldiğimizde müze personeli her zamanki gibi üzerinde müze anı defteri ve bir de kalem olan masayı hazırlamışlardı. Veliahda ‘İzlenimlerinizi yazarsanız, bize onur verirsiniz’ gibisinden bir söz söylediğimde, Özal birden Türkçe olarak ‘Atsana şuraya bir imza’ demez mi?! Bana bir saate yakın İngilizce anlattırmışlardı, oysa Veliahd Türkçe biliyordu. Diplomasi kuralları bir anda bozulmuş, kendimizi tutamayarak gülmüştük. Sonradan öğrendim ki, Özal ile Veliahd İstanbul Teknik Üniversitesi’nde birlikte okumuşlar.”
Yücel’in Ayasofya’da geçen bir başka anısı yine kayda değerdir:
“Ayasofya’yı ziyaret eden yabancı devletlerin önde gelen kişilerinin yanı sıra bazı ünlü kadınlar da vardır. Bunların başında da İngiltere Kralı VI. George ile Kraliçe Elizabeth’in kızı, Kraliçe II. Elizabeth’in küçük kardeşi Prenses Margaret gelmektedir. İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden sonraki günlerde Buckingham Sarayı’nda görev yapan ve eşinden yeni boşanmış olan Albay Peter Towsend’e aşık olmuştur. Ne var ki, onların beraberlikleri İngiliz yüksek sosyetesi ve İngiliz Sarayı tarafından tepkiyle karşılanmış, aşkları evliliğe dönüşememiştir. Prenses Margaret aşkını uzun süre unutamamış, sonraki yıllarda da sosyete fotoğrafçısı Anthony Armstrong-Jones (namıdiğer Lord Snowdon) ile yaşamını birleştirmiştir. Bu evliliğin ona mutluluk getirdiği de pek söylenemez.
“Dünya basınında mahzun prenses olarak tanınan Prenses Margaret beklenmedik bir anda Ayasofya’yı Ayşegül Nadir ile ziyarete gelmiştir. Basından ve herkesten gizli yapılan bu ziyarette kendisini karşılamış, tarihi yapıyı gezdirmiştim. Prenses öncelikle beş Osmanlı padişahının türbelerinin olduğu bölümle ilgilenmiş ve bana onlarla ilgili çeşitli sorular yöneltmişti. Karşımda dünya basınının ilgisini çeken bir prenses değil, kültürlü bir kadın vardı. Öylesine içten bir kişiydi ki; bir ara kafeteryada otururken acıktığını ve yalnızca sandviç yemek istediğini söylemişti. Rüyalarımda görsem inanmazdım; İngilizlerin ünlü prensesi ile Ayasofya’nın kafesinde bir saati aşkın oturup sohbet ettik ve orada, kafeteryada olanlar da yakınlarında kimin olduğunu fark edemediler. İlerleyen yaşına rağmen yine son derece güzel bir kadın olan Prenses sonunda geldiği gibi sessizce gitmiş ve bana yaşamım boyunca unutamayacağım bir anı bırakmıştı.”
Reşat Ekrem Koçu ve İstanbul Ansiklopedisi’ne Dair Birkaç Hatıra
Erdem Yücel’in kitabının son bölümü olan yedinci bölümde Reşad Ekrem Koçu hakkında anlattıkları ise ülkemizde entelektüellere ve onların nitelikli eser üretme çabalarına değer vermeme alışkanlığının çok da yeni bir durum olmadığını gösteriyor: “Reşad Ekrem Koçu’yu her zaman rahmetle anarım. Benim gazeteciliğe ilk adımımı atmamı sağlayan ve bu yönde yetiştirenlerin başında gelir. Basının gerçek gazetecilerinin elinde bulunduğu günlerde tarihi halka indiren, köşe yazarlığının nasıl olması gerektiğini bu mesleğe girenlere öğreten bir yazardır.
“İstanbul Ansiklopedisi’ne olan merakım bir bakıma hocam ile karşılaşmama sonra da onun önerisiyle basına girmeme neden olmuştur. İstanbul Ansiklopedisi’ni fasikül fasikül aldığımdan bir gün cilt kapaklarını almak üzere Cağaloğlu’ndaki ofise gittiğimde orada kendisiyle karşılaşmıştım. Bana ne yaptığımı sormuş ben de arkeoloji ve sanat tarihi eğitimi aldığımı, İstanbul Vakıflar Başmüdürlüğü’nde Tahsin Öz’ ün yanında çalıştığımı; bazı tarih ve mimari dergilerde arkeoloji ve sanat tarihi konularını işlemeye çalıştığımı söylemiştim.
“Hocam ile sohbet biraz ilerledikten ve sorularına yanıt verdikten sonra beklemediğim bir anda ‘İstanbul Ansiklopedisi’nin sayfaları sana açıktır’ demişti. Reşad Ekrem Koçu’dan böyle bir teklif almam beni adeta sevinçten havalara uçurmuştu. Sonraki buluşmamızda yazmamı istediği maddeleri vermişti. Bunlar Çubuklu Çeşmesi ile Çubuklu Havuzu idi. Her ikisini yerinde görüp kaynakları karıştırdıktan sonra yazarak götürüp kendisine vermiştim. Yazdığım maddeleri beğenmiş olacaktı ki, her ikisini de yayınlamıştı.
“Bu arada bana ilk dersimi de vermişti. Yazdığım maddelerin altına arkeolog unvanımı yazmıştım. ‘Altına bundan böyle unvan yazmayacaksın; bunları yazanın bir eğitimi olduğu bellidir. Yani yazan sarı çizmeli Mehmet Ağa değildir’ demişti. O gün bu gündür bilimsel dergiler dışında yalnızca ismimi yazdım ve böylece tanındım.
“İstanbul Ansiklopedisi’nde ilk maddelerim yayınlandıktan sonra onların arkası geldi; on beş günde bir hocanın Göztepe’deki evine giderek yeni yazacağım maddeleri alırdım. Bu arada birlikte yemek yer, uzun uzun sohbet ederdik. Arşivim emrinde demeyi de ihmal etmezdi. İlerlemiş yaşına rağmen ansiklopedisinde yazacağı maddeler için sokak sokak İstanbul’u dolaşır, her şeyi yerinde görmek ister ve bazen beni de yanına alırdı. Onunla İstanbul’u gezmek ise başlı başına bir eğitim olurdu benim için.
“Reşad Ekrem çok kısıtlı emekli maaşı ile hem o aileye bakmaya çalışıyor hem de ömrünü adadığı ansiklopedisini yayımlamaya çalışıyordu. Çeşitli kurumların ilmi değeri olmayan yayınlara binlerce lirayı dökerken İstanbul Ansiklopedisi ile ilgilenmeyişlerine içerlerdi. Bir ara bütün ansiklopedi dosyalarını bahçeye çıkarıp yakmayı bile düşünmüştü.
“Yaşamının sonlarına doğru kendisini çileden çıkaranlardan, yardım elini uzatmayanlardan hıncını almak üzere dostlarına şöyle seslendiğini biliyorum: “Basınımızın temsilcilerini, üniversite öğretim üyelerini, yayınevi sahiplerini, dostlarımı, dostum geçinenleri evime davet edeceğim. A’dan Z’ye kadar hazır olan bu ansiklopediyi gözler önüne sereceğim. Sonra hamalları çağırıp bütün hayatımı verdiğim bu evrakı, vesikaları, resimleri, planları bahçeye indirteceğim. Ardından bir kibrit çakıp hepsini yakacağım.” Ne var ki ecel onun bu düşüncesine izin vermedi. Canından çok sevdiği arşivine mi kıyamadı bilemeyiz. Yalnızca benim bildiğim dünyanın belki de en ilginç ansiklopedisi olan İstanbul Ansiklopedisi’nin kütüğünü dişiyle tırnağıyla yaşamı boyunca korumuş olmasıydı.”
Erdem Yücel’in otobiyografik anlatımının eski fotoğraflarla desteklendiği kitap, Cumhuriyet dönemi İstanbul’undaki şehir hayatının sosyal, kültürel ve siyasi yönlerine dair zengin bir malzeme içeriyor.