Garp Ocakları ve Fas

  • GİRİŞ14.10.2024 09:11
  • GÜNCELLEME14.10.2024 09:11

İslam Dünyası parçalanınca bir bedenin öldüğünde bütünlüğünü kaybetmesi gibi dağıldı; ortak akıl düşünemez, ortak hissiyat yaşayamaz hale geldi.  Her biri bir yana dağılan, her biri bir başka gücün etkisi altına giren siyasi  varlıklar ortaya çıktı. O gün bu gündür bir araya gelemiyoruz. Gelemeyişimizin ötesinde halihazır durumda bizatihi bu siyasi varlıklar da ya dağılmış ya da türlü tehditler altındadır. Bu dağılmış ya da İslam Dünyasından her biri usulüne göre imkan nispetinde kopartılmış coğrafyalardan biri. Kaynaklarımızda Garp Ocakları denilen bölge Fas’tır. Bugünkü Tunus, Libya ve Cezayir ile Fas’ı içermektedir. Üzerinde ciltlerce yazılacak kadar geniş olan bu konuda seçici davranarak her tür bilgiyi değil, bu bölge ile ilgili bazı olayları, bilgileri paylaşmaya çalışacağım. Özellikle bu yazıdaki bazı güncel bölümlerin  ciddi altyapısı olan bir geçmişe dayandığını, güncel değilmiş gibi görünen bazı kısımların ise tam da günümüzle ilgili olduğunu dikkatlerinize sunmak isterim. Hiç şüphesiz, bu mütevazi gayretimizin içindeki küçücük cüzi irade bizden muvaffakiyet Allah’dandır…
 
Öncelikle şunu ifade edelim ki, bölgeler küresel güç şekillenmelerine ve zamanın gereklerine göre başka bölgelerle irtibatlandırılır, ayrıştırılır, biçimlendirilir ve yeniden adlandırılırılabilirler. Amerikalı uaraştırıcılar Kuzey Afrika ve Ortadoğu’yu genellikle birlikte zikreder ve algılarlar. Ama Osmanlı Divanı Hümayununa bakarsanız, Akdeniz’deki güç mücadelesinin bir parçası gibi görür bu bölgeyi. Bu zengin ilk Beylerbeyileri büyük amirallerdir. Keza Kartaca ve Roma için de bu bölge Mare Nostrum (Bizim Deniz yani Akdeniz) üzerindeki ve kıyılarındaki ticari merkezlerin ve güzergahların bir parçasıdır. Hatta döneminin iki önemli güç merkezinden biridir İtalya ile birlikte, o yüzden yapılan savaşlar (1 ve 2. Pön “Phoenicurus” Savaşları; MÖ 264- 146)  bir varlık ve beka savaşlarıdır. Amerika’nın yeni bir güç olarak Akdeniz dünyasına ve Ortadoğu’ya girişi de Cezayir üzerinden olmuştur. 1796 tarihinde ABD Kongresinin onayladığı anlaşmaya göre Akdeniz’e gelen ABD gemileri Cezayir limanlarından yararlanacak, karşılığında Dayıya haraç vereceklerdi. Bu anlaşmayı takiben de Akdeniz’in diğer limanlarında ABD ticaret gemilerini ve kıyı şehirlerinde misyoner okullarını görmek mümkün olmuştu. Bugünkü Devlet bakışımız biraz Akdeniz’deki Mavi Vatan ve MEB anlaşmalarıyla ilgili görünmekteyse de bu bölgenin daha bütüncül ve içerikli bir devlet yaklaşımını hak ettiğini söylemek isterim.
 
Bu ülkelerden farklı konumda olanı Fas’tır. Bir Faslı arkadaşım bana muzipçe gülümseyerek “Biz sizle komşuyuz” derdi. Yani siz Fas sınırına kadar fethettiniz ama Fas’a giremediniz, Fas sizden müstakil idi hatırlatmasını yapardı. Vadisiye Savaşı (4Ağustos 1578) gibi istisnaları hariç tutarsak bir ölçüde arkadaşım doğru söylüyordu. Bugün de baktığımızda Fas’ın devlet duruşu farklıdır. Jeopolitik açıdan eşsiz bir konumu olduğu gibi Akdeniz İklimini de yaşaması açısından yayılmaya elverişli bölgeleri vardır. Bir ara bazı vesilelerle birlikte bulunduğum ordusu ve tanıdığım kadarıyla bazı kurumları moderndir. Başta kral varsa da işleyişleri kurumsaldır. İnsanları çok dil konuşmaya yeteneklidir. Halen Avrupa Ülkeleri ve Arap Dünyası ve Afrika Ülkeleri ile ortak platformlarda buluşabilmektedir. Diğer yandan, Müslüman Ülkeler arasında İsrail ile ilişkileri normalleştiren ilk ülkelerdendir. Ülkeden Yahudi nüfusu kalmadığı söylense de bir azınlık grubunun olduğunu tahmin ediyorum. Ağırlıklı olarak Fransa ve İspanya ile ticari ilişkileri vardır. Ülkemizden de 4 milyar dolar ithalatı bulunmaktadır. Nüfus artış oranı yüksektir.  Nüfus demişken bir anekdot aktarmak isterim, bizim Siirt ilimizdeki Arap asıllı insanımızın bir kolu da Fas’ta bulunmaktadır, hatta devlet teşkilatı içinde yüksek görevde olanları da vardır. Keza Libya’dan tanıdığımız Senusi Ailesi Fas asıllıdır.
 
Müşterek tarihimiz içinde önemle anılması gereken Vadisseyl Savaşı (1578) özel dikkati hak etmektedir. Fas Sultanı kendisine karşı meydana gelen Portekiz Kralının da ordusuyla destek verdiği isyanı bastırmak için Osmanlı Devletinden yardım talep etmiştir. Cezayir üzerinden gönderilen Osmanlı Ordusu ile Fas Sultanının askerleri Portekiz Kralı ve Faslı isyancıların ordusunu kati bir şekilde mağlup etmişlerdir, Portekiz Kralı da savaşta ölmüştür. Bu mağlubiyet sonrası Portekiz 60 yıl sürecek İspanya denetimine girmiştir. 20. Yüzyılın başlarında Avrupa'daki sömürgecilik ihtirası nedeniyle Fas üzerinde Fransa ve İspanya ile Almanya arasında çekişme yaşanmıştır. Nihayet 1906 yılında Fransa’nın Fas  üzerindeki özel statüsü tanınmıştır. Fas Anlaşmasıyla da Fas tam bir Fransız sömürgesi olmuş, kuzey ve Güney sahrasının bölgeleri İspanya’ya bırakılmıştır.
 
Fas üzerinde az bilinen devlet faaliyetlerimiz 1. Dünya Savaşında yürütülmüştür. Bağımsız İspanya üzerinde istasyon kuran Teşkilatı Mahsusa Binbaşı Tahir Bey tarafından yürütülen bir dizi faaliyet yürütmüştür. Eski Fas Sultanı Mevlayı Hafızı kral yapmak için Almanya’nın finansal desteğiyle kabîlelere paralar dağıtılmış, Halife’nin tacı kullanılarak propaganda çalışması icra edilmiştir. Bu faaliyetler, finansal ve teknik yardımı sürdürülememiş olması, müttefikimiz Almanya ile yaşadığımız rekabet gibi nedenlerle ülkedeki Fransız gücünü söküp atamamıştır, ancak Fransa’nın başka cephelerde ihtiyacının olduğu bir miktar askerini Fas’ta tutmasını sağlamıştır. Binbaşı Tahir Bey ile Almanlar arasındaki sorunlardan dolayı kısa bir sürede Madrid diplomatik misyonumuzdan bir diplomat bazı işleri yürütmüştür. Ancak, bugün o dönemde yapılan bu çalışmaların izleri var mıdır bilemiyoruz.
 
Birçok açıdan Fas özel bir ilgiyi hak etmektedir. Geçen yıllar da tesadüfen tanıdığım İsrail konsolosunun Fas Arapçası olarak bilinen yazılı grameri olmayan Darice öğrendiğini dinlemiştim. Her zaman vurguladığımız gibi bir millete ulaşmanın ilk yolu, konuştuğu dilden konuşmaktır. Fas için de Arapça ve Fransızcanın yanında Darice de öğrenmek gerekir, özellikle temsil görevleri yapanlar için bunu öneriyorum.
 
Garp Ocaklarına (Mağrip ülkeleri) gelince bizim tarihimizin hem parçası hem de etkimizin kurumsal düzeyde sosyal düzeyde hissedildiği bir coğrafyayı anlamamız gerekiyor. Garp Ocaklarına girişimiz Akdeniz korsanlarımız ile oluyor. Cezayir’in önemli şehirlerini işgal eden İspanyollara (1505- 1511) karşı bir halk Oruç ve Hızır (Barbaros Hayrettin) Resileri yardıma çağırınca iki kardeş önce kendi başlarına İspanyollarla savaşıyorlar. Ancak bu savaşlardan birinde Oruç Reis yaralanıyor ve bilahare bu yaralarından dolayı vefat ediyor. Barbaros İspanyollara karşı bir devlet gücün-n gerekliliğini anlayıp, Yavuz Sultan Selim’den yardım istiyor. Yavuz’un Barbaros Hayrettin Paşaya 2000 yeniçeri ve modern silahlar gönderip Onu Cezayir Beylerbeyi atamasıyla 1518’de Cezayir’de Osmanlı Hakimiyeti başlıyor. Bu tarihten sonra, Fransa’nın işgal etmiş olduğu Cezayir’i Fransa Savaş Bakanlığına bağlamasıyla yönetimsel anlamda tamamen Fransız hakimiyeti başlıyor. Bu tarihten sonra artık 1962’de Ahmet B. Bella’nın ilan edeceği bağımsızlığa kadar tarif edilemez zulümler ve acılar yaşanıyor.
 
Cezayir’deki Türk izleri yeni kurulan Cezayir devletinin de ana sembolleri olmuştur. Cezayir Askeri müfrezesinde  devasa Oruç ve Hızır Reis heykellerini görünce şaşırmıştım. Bu iki amiralimiz Cezayir askeri ve milli tarihinin de birer kahramanıdırlar şüphesiz. Cezayir’de detaylarına girmek mümkün değil ama uzunca bir dönem özgün bir yönetim sistemi varlığını, devam ettiriyor. Devlet memuriyetlerinin çoğunluğu başta Kuloğlu ve Köroğlu olmak üzere Türk soyluların elinde kalıyor. Kadılık, şeyhlik, hocalık Arap Ağalığı gibi sadece Araplara ait memuriyetler Arap asıllılara veriliyor. Tabi ki burada safkan Arap’tan bahsetmiyoruz. Berberi nüfusu da kast ediyoruz. Bu arada, Ömer Nasuhi Bilmen merhum 4 kısma ayırdığı Arapların en uzak kolu olarak Kültürel yönden Arap kültüründen etkilenmiş Kuzey Afrika halkları, Arapları şeklinde tasnif eder. Kaldı ki, Fransızlar ve diğer Batılılar işgal ettikleri bu ülkelerde Kabil gibi farklı ırka mensup küçük kesimleri kültürel ve siyasi olarak biraz daha ayrıştırmayı tercih etmişlerdir. Garp Ocaklarındaki yönetim şekilleri birbirine benzer. İlk başta bu ülkelerde büyük denizciler (Oruç, Hızır, Uluç Ali, Hasan Paşa, Piyale Paşa gibi amiraller) tarafından tesis edilen Beylerbeyilik sistemi yönetimi sağlamıştır (Bb vesile ile ifade etmek isterim ki bugün bile bu ülkelere atanan yöneticilerde diplomatik, askeri, istihbari, eğitim, mülki yönetim, çok dillilik gibi yeteneklerin dışında denizcilik kavramına aşina olmalarına dikkat edilmelidir.). Daha sonra merkezin zayıflaması ve yerel güçlerin hakim olmaya başlamasıyla oluşan değişimler her ülkede benzer etkiler yaratmıştır. Elbette ki, daimi bir Barış olmamıştır. Kıyı  bölgelerinde hakim olan Türk soylu yöneticilere ve Osmanlı kurumlarına karşı sayfadaki aşiretlerin isyanları da olmuş, zaman zaman savaşlar yaşanmıştır. Ancak, bir seyyahın ifadesiyle sahraya indikten sonra da hutbede Osmanlı Sultanı ve Halife’sinin adı zikredilmektedir (Sultan 3. Murad’ın oğlu Mehmet).
 
Güncel olarak Cezayir ağırlıklı olarak İtalya, Fransa ve İspanya’ya ihracat yapmaktadır. İthalatında ise en büyük pay % 25 ile Çin’indir, takip eden % 13, İtalya ise % 8 paya sahiptirler. Türkiye ise % 7’lik paya sahiptir.
 
Tüm Kuzey Afrika’da olduğu gibi bu ülkelerde de Türk bir aileden geldiğini söyleyenlerle karşılaşmak şaşırtıcı değildir. Ama hemen bunun arkasında olan İmparatorluk sonrası travmaya da dikkat edilmeli uyarısını yapmalıyım. Vakıa bu ülkelerdeki insan yapısı ve malzemesi Osmanlı merkez yönetim sistemi içinde de yöneticilik görevleri üstlenmiştir. Mesela 1. Dünya Savaşının çok büyük kısmını Teşkilatı Mahsusa Tunuslu Osmanlı aydını, bürokratı  ve vatanperveri Ali Başhampa başkanlığında yürütmüştür. Ne yazık ki, İstanbul Beşiktaş’ta olan mezarı 1962 yılında Habib Burgiba’nın özel ricasıyla Tunus’a taşınmıştır. Bugün Türkiye’nin 1990’lardan beri artan etkisine rağmen Tunus’un ithalat yaptığı ilk iki ülke Fransa ve İtalya’dır; Almany, Çin ve Türkiye onları takip etmektedir.
 
Garp Ocaklarından Libya’yı en sona bıraktım. Zira halen bütünüyle parçalanmış, üzerinde farklı grupların hakimiyet ve talan savaşına sahne olan, bir türlü düzen ve iç barış tesis edilemeyen Libya içler acısı bir durumdadır. 1969’a yani Kaddafi’ye (Darbeye) kadar Türk soylu yöneticiler tarafından yönetilen bu ülke ne yazık ki bizim açımızdan da aynı tecrübeleri tekrar yaşadığımız bir coğrafyaya dönüşmüştür. 1911 İtalyan işgaline karşı vatansever subaylarımız tarafından İtalya’ya karşı verilen gayri nizami harp faaliyetleri 1. Dünya Savaşında da devam etmiş, bugün de el’an benzeri bir hal devam etmektedir. Bu vesile ile zor zamanları tekrar hatırlatmak isterim. Şimali Afrika Gruplar Komutanlığı Libya’da üslenmiştir. Maksat gayri nizami harp ile Batılı işgalcilere karşı savaşmak, halkı onlara karşı bilinçlendirmek, savaşmaya teşvik etmek, Mısır’daki İngiliz ordusuna karşı bir cephe açarak kanal cephesini rahatlatmak. Esasen Faslı bir aile olan Senusi ailesinin iki oğlu Osmanlı taraftarı, iki oğlu ise İngiltere yanlısıdır. Grup komutanı Merhum Nuri Paşa Ahmet Senusi’nin Mısır’a ikmal imkanının kesileceğini düşündüğünden dolayı Mısır cephesini açma tereddütüyle hayli mücadele eder. Fas’ta olduğu gibi faaliyetler genellikle Alman Finansmanı ile yapılmaktadır. Malzeme ve personel taşımak da Alman denizaltıları ile mümkündür. Nuri Paşa sadece buradaki görevi ile sınırlı olarak Fahri Ferik (Korgeneral) rütbesine yükseltilmiştir. Askeri idari işler subayı ise Binbaşı A. Nafiz Gürman’dır (Sonra Genel Kurmay  Başkanlığı yapmıştır). O kafa hassas bir grev icra edilmektedir ki, yürütenlerin kişisel meziyetleri de önem kazanmıştır. A. Nafiz kendisinden yaşça ve rütbede  küçük Nuri Paşa için der ki “Nuri Paşa yaşça ve rütbede küçük olmasına rağmen temiz bir seciyesi olan, sonradan öğrendiği Arapça ile aşiret liderleriyle iletişim kuran, saygı telkin eden bir erdemli yapıya sahipti”. Bu belki de böylesi savaş bölgelerinde sıradışı görev üstlenenler için nümûne-i imtisal bir örnektir. Nuri Paşa Libya’da başarılar kazanınca Enver’e hemen “Askeri başarılar kazandıklarını, ancak bu başarıların kalıcı olması için sivil yöneticilere ihtiyaç duyduklarını” yazmıştır. Bunun üzerine bir dönem hükümet karşıtı tutumundan dolayı hapiste de yatmış, ifrat derecede zekaya Selahattin El Baruni Libya’ya yönetici olarak atanmıştır. Olağanüstü şartlar her şekilde ibretlik dertlerle doludur. Nuri Paşadan sonra kısa süreliğine şehzade Osman Fuat Efendi Libya’ya gönderilmiştir. Ancak, Enver A. Nafiz’e “Şehzade grup komutanı olacak ancak bir sorun olursa sana sorarım. Şehzade yabancılarla konuşmak, yöneticilik eksikliği, hafiflik gibi bazı küçük zaafları olan biridir. O’nu kolla, koru!” demiştir.
 
Bugün halen Libya’da kargaşa ve kaos devam etmektedir. Ülke içinde yağma ve talan grupları, farklı güç merkezleri, yabancı devletlerin istihbarat elemanları ve kullandıkları silahlı gruplar hakimdirler. Güvendiğimiz en sağlam adamların bile taraf değiştirdiği, en çok yaşatmak istediğimiz insanları koruyamadığımız, kara hava ve denizde kendi unsurlarımız için bile tam koruma sağlayamadığımız, ülkeye el koymuş büyük güçlerin denge sarkastiği içinde zaman zaman savrulduğumuz, ülke içindeki bütün toplumsal unsurların genetiğini çözmediğimiz için eğitim ve biçimlendirme çalışmalarında yetersiz kaldığımız, tüm devlet kurumlarıyla tam saha pres yapmadığımız için sorunlar yaşadığımız, (vs) bir coğrafya ve çok boyutlu müdahale gerektiren ağır iş yükü var karşımızda. Bu uzun ve karmaşık cümle diğer ülkeler için de fazlasıyla geçerlidir denebilir. Libya için ilgili devlet kurumlarımızın tamamıyla bir araya gelerek ortak bir strateji belgesi ve tutum belgesi oluşturmak faydalı olabilir.
 
Sonuç olarak; K.Afrika Ülkeleri ile olan ilişkilerimiz ve durumumuz Ortadoğu ile olan durumumuzun bir benzeridir diyebiliriz. Diğer ülkelerle ilişkilerimize dair gözlemlenen eksik yönler burada da benzerleriyle geçerlidir. Bir konuyu tekrar vurgulamalıyım; Türkiye’nin bu bölgeleri kapsayacak bir vizyona ve ortak bir ticaret ve barış havzası projesine ihtiyacı vardır. İlk bakışta, Bu ülkelerle birbirinden kopuk bir ilişki biçiminin olduğu görülmektedir. Diğer yandan, bazı ülkelerde devletin tüm kurumları sahaya yansımamaktadır. Bazılarında kişisel ticari çıkarlar ön plandadır. Bazılarında kapalı grup faaliyetleri yürütülmektedir. Ortak oluşturulmuş bir siyaset ve tük kurum ve unsurlarla yürütülen koordineli çalışmalar daha önemlidir. Daha devlet menfaatine yöneliktir. Bu ülkeler ve coğrafyalarda yürütülecek devlet faaliyetleri için yetkin ve donanımlı insan profili eksikliğimiz üzerinde yeniden düşünmeliyiz. Bu ülkelerin tarihi arka planlarındaki bizimle ilgili konulara değinmemdeki amacım, nasıl bir bir noktadan nereye geldiğimizi görmemiz içindir. Yoksa kuru bir hamaset değildir. Ayrıca tarihi şartların çok değiştiğinin de farkındayız. Tıpkı kendi toplumumuzda olduğu gibi o topluluklarda da yeni sosyal akışkanlıklar, gençlik sorunları, yeni kavrayışlar ve yeni anlayışlar, yeni ihtiyaçlar söz konusudur. Bütün bu ihtiyaçlara yönelik tatmin edici bir etki gücümüz, proje üretme ve uygulama kapasitemiz, vs olmalıdır. Bunu acilen yapmalıyız. Çünkü bu bölgelere artık yeni aktörler de girmiş durumdadırlar. Pazar payımızı ve etki gücümüzü artırmak için sarf edeceğimiz enerji miktarı her geçen gün artmaktadır.  

Mehmet Ali BAL - Haber7

Yorumlar1

  • Şeref 5 saat önce Şikayet Et
    Çok güçlü olmamız gerekiyor Yetmez millî birlik gereklidir Bir kesim var ki iflah olmaz
    Cevapla
Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat