Şair ve yazarlar Sezai Karakoç'u anlattı
Sezai Karakoç'un doğum yeri olan Diyarbakır'ın Ergani ilçesinde düzenlenen 'Sezai Karakoç Sepozyumu'nda şairler ve yazarlar Karakoç'u anlattı.
Şair Ali Ayçil, Karakoç'un şiirlerinde Osmanlı bakiyesi toprakları kapsayan bir anlatımı benimsediğini belirterek, "Mesela Şam'ı, Mekke'yi, Medine'yi, Kudüs'ü, İstanbul'u kendi uygarlığının en önemli şehirleri olarak görüyordu." derken, yazar Tarık Tufan, "Sezai Karakoç'un dili, şiiri dil akrabalığı bağlamında bizi Yunus Emre'ye, Ahmet-i Haniye götürür." ifadelerini kullandı. Şair Ali Ural ise "Kelimeleri o kadar dikkatli kullanıyor ki tek bir kelimeyi şiirinden çıkarmak ya da eklemek mümkün değil. Bir anne nasıl çocuğunu sancıyla doğuruyorsa Sezai Karakoç da bütün şiirlerini sancıyla doğuruyor." dedi.
Diyarbakır'ın Ergani ilçesinde gerçekleştirilen Sezai Karakoç Sempozyumu'na Diyarbakır Valisi Mustafa Toprak, Ergani Kaymakamı Erdinç Yılmaz, Dicle Üniversitesi Rektörü Ayşegül Jale Saraç, İlçe Emniyet Müdürü Erkan Güneş, İlçe Milli Eğitim Müdürü Ahmet Atabay ve çok sayıda vatandaş katıldı. Atatürk Kültür Merkezi Başkanı Prof. Dr. Turan Karataş'ın moderatörlüğünde gerçekleştirilen sempozyumun 1. oturumunda Zaman gazetesi yazarı şair Ali Ural, yazar Tarık Tufan ve şair Ali Ayçil Sezai Karakoç'u anlattılar.
Şair Ali Ayçil, Sezai Karakoç'un şiirlerinde Ergani'nin dağının, ikliminin, toprağının, insanının çok büyük tesiri olduğunu söyledi. Türkiye'deki şiir anlayışının Batı'dan bir farkı olduğunu ifade eden Ayçil, "Türkiye'de şiir daima ülkenin meselelerine ilk el atan dallarından birisidir. Çoğu zaman siyasetten bile önce hareket etmiştir. Çünkü şair sezgisi memleketin başına ne geleceğini önceden algılayan bir sezgidir." diye konuştu. Türkiye'de 1928'de harf inkılabının yapılmasından sonra yeni nesil şairlerin ortaya çıktığını, Sezai Karakoç'un da bu şairler arasında olduğunu kaydeden Ayçil, şunları söyledi: "Onlar latin alfabesiyle yetişen ilk kuşak. Ve Türkiye Cumhuriyeti'nin idealleri çerçevesinde yetiştirilmişler. Ancak Sezai Karakoç'un, içindeki şair kuşağından ufku ve coğrafya açısından farklılaştığını görürüz. O dönemde şairler için coğrafya büyük ölçüde Türkiye coğrafyasıydı. Mesela 'dünyanın en güzel Arabistan'ı' diyorlar, o çok figüratif bir kelime. Şiire güzellik katsın diye konulmuş bir kelimedir. Derinliği, içeriği, arka planı Arabistan'a yönelik değildir. Latin alfabesiyle yetişen yeni nesil şairlerinin kafasındaki ülke Misak-ı Milli sınırlarıdır. Sezai Karakoç onlardan farklıydı. Sezai Karakoç ülke genelinde çok büyük bir coğrafyayı anlıyordu. Türkiye'yi büyük bir hafızanın bekçisi olarak görüyordu. Şiirlerine bakıldığında 1. Yeniciler'de önemli görülen şiirleri vardır. Mesela Şam'ı, Mekke'yi, Medine'yi, Kudüs'ü, İstanbul'u kendi uygarlığının en önemli şehirleri olarak görüyordu. Karakoç'un daha baştan Osmanlı'dan bir düşünceyi, geniş, sınırı büyük ülkeyi, imparatorluk düşüncesini devraldığı ve şiirlerinde yer verdiğini söyleyebiliriz." Karakoç'un, Osmanlı uygarlığını, modernitesiyle çok naif ve ince bir şekilde yeniden ürettiğini vurgulayan Ayçil, düşünce serüveninde Necip Fazıl Kısakürek'ten çok etkilendiğini sözlerine ekledi.
"KARAKOÇ, ŞİİRLERİNDE BİZİ YUNUS EMRE'YE, AHMET-İ HANİ'YE GÖTÜRÜR"
Yazar Tarık Tufan, yalnızlık hissettiği vakit kendini Sezai Karakoç'un şiirlerine bıraktığını söyledi. Üniversite yıllarında Karakoç ile tanıştığını ifade eden Tufan, "Sezai Karakoç'a gittik. Karakoç'a 'Derdiniz nedir, ne yazıyorsunuz, ne yapıyorsunuz?' diye sordum. 'Oğlum iki yol var: Ya diriliş; insanın hayatının yeniden yeşermesi ya da gerçekten ölüm; sadece ölüm. Başımız sıkıştığında bizim evimiz Sezai Bey olsun dedik." diyerek Karakoç'la tanışmasını ve kendisi için önemli bir insan olduğunu anlattı. Karakoç'un şiirlerinde, insanı çok önemli düşüncelere ve coğrafyalara açabildiğini kaydeden Tufan, "Bu konuda elinden tuttuğumuzda bizi alıp doğru, hakikatli yerlere taşıyabilen adamlardan bir tanesi. Bir şiir geleneği olarak bu coğrafyanın köklü şiir geleneklerine sahiptir aynı zamanda. Sezai Karakoç'un dili, şiiri dil akrabalığı bağlamında bizi Yunus Emre'ye, Ahmet-i Hani'ye götürür. Çünkü bu önemli şiir damalarının beslendiği yerden beslendiği için bizi o hakikate taşıyabilir. Bir şiiri okurken bir ayetin tefsirini dinler gibi olursunuz. Gerçekten onun şiiri bir ayet tefsiri gibidir. Bizi mesela Kur'an-ı Kerim'e çağırır. İslam tarihinin önemli anlarına götürür. Bizim elimizden alıp tutar Hz. Ali Efendimiz'le birlikte Hayber Kalesi'nin önünde o büyük kapıyı neredeyse beraber alaşağı edecekmiş gibi oluruz." ifadelerini kullandı.
"KARAKOÇ MÜSLÜMANLIK ADINA ŞİİRLERİNİ YAZDI"
Şair Ali Ural, Karakoç'un parmağıyla toprağa yazı yazmasıyla şiir hayatının başladığını söyledi. Ural, konuşmasını şöyle sürdürdü: "Çünkü onun sınıfında ne kara tahta ne masa vardı. Masa vardı, masanın üstünde kum vardı. O, parmaklarıyla toprağın üzerine yazarak yazmayı öğrendi. Sezai Karakoç'un toprağın zerine parmağıyla yazmaya başladığı edebiyat yolculuğu yine parmakla yazılan metinlerin gölgesi ve ihtişamı altında devam ediyor. O hala parmağıyla toprağın üzerine yazıyor. Peki bu toprak nasıl bir topraktır? Fuzuli kendi şiirini tanımlarken 'Benim şiirim topraktır' diyor. Karakoç'un şiiri de, yazısı da toprak ama o onun sınırları dar değil, çok geniş. Bütün İslam coğrafyasını kapsayan bir topraktan söz ediyor."
Sezai Karakoç'un bir sözünde 'bin yıllık ömrüm olsa ömrüm boyunca konuşmam ve yazmam nasibimde varsa hep Müslümanların birleşmesinden ve bir araya gelip şuurlu birliklerini oluşturmalarından bahsederim. Bundan bıkmam ve yılmam, bundan daha büyük bir dava bilmiyorum' dediğini hatırlatan Ural, "Sezai Karakoç'a göre en büyük dava Müslümanların birleşmesi. Bu yüzden o daha çocukken 'Oyunlarda Ali rolünü paylaşamıyorduk' diyor, şimdi çocuklar hangi rolleri paylaşıyor. Kelimeleri o kadar dikkatli kullanıyor ki tek bir kelimeyi şiirinden çıkarmak mümkün değil, tek kelimeyi de şiirine eklemek mümkün değil. Fakat bu bir doğum olayıdır. Bir anne nasıl çocuğunu sancıyla doğuruyorsa Sezai Karakoç da bütün şiirlerini sancıyla doğuruyor." diye konuştu.