Irak ve Suriye meselemiz hakkında
- GİRİŞ02.09.2024 10:20
- GÜNCELLEME05.09.2024 09:21
Bir önceki yazımızda Ortadoğu hakkında oldukça genel bir perspektif geliştirmeye çalışmıştık. Elbette ki, söz konusu yazımız Ortadoğu ile ilgili herşeyi kapsamıyordu. Bizim bugünkü bölgesel meselelerimizi çözümlemek için bir analiz aracı şeklinde tasarlanmış ve bilinçli olarak bazı konular dışarıda bırakılmıştı. Irak ve Suriye’nin Büyük Selçuklu Devletinin ana bölgelerinden olması, Mısır’da yüzyıllarca devam eden Türk ve Kafkas soylu yönetimlerin hüküm sürmesi, hatta daha spesifik olarak Bağdat’ta İstanbul’daki Enderun benzeri bir kurumda eğitim almış ağırlıklı olarak Kafkas soyluların ve çok az da Türk yöneticilerin son yüzyıllardaki dikkatli yönetimleri gibi konuları genel analiz aracı işletim sistemine dahil edilmemiştir. Bu konuları, imkanımız olur ve konumuz da gerektirirse gelecek yazılarda işleyeceğiz. Şunu da ifade etmek isteriz ki, bu yazılarımız herhangi bir konuda lehte ya da aleyhte propaganda yapmak, muhalefette bulunmak gibi amaçlara matuf değildir. Sadece son gelinen nokta itibariyle reel politik olguları olabildiğince doğru kavrayabilmek hedeflenmektedir. Ayrıca herkesin söylediği ama üzerinde bir türlü birlik sağlanamayan bilgiler ve varsayımlardan da bilinçli olarak kaçılmıştır.
Bu yazıda, geliştirdiğimiz perspektif ve analiz aracı ile Irak ve Suriye’nin durumlarını tanımlamaya çalışacağız. Yazımızın diğer kısmını ise Türkiye açısından Irak ve Suriye nedir sorusuna cevap aramak olacaktır. Bu yüzdendir ki yazının başlığı artık iki ülkeden ziyade o iki ülkenin bizim açımızdan ne ifade ettiğini içeren “Meselemiz” kavramıyla mezc edilmiştir. Nasıl mezc edilmesin ki? Bugün artık Irak ve Suriye hem komşumuz hem de iç yapımızın bir parçasıdır.
1. Ortadoğu Sınırlarının Değişkenliği ve Belirsizliği
Topyekün göstergeler açısından Irak konumu güç tanımlanan bir ülkedir. Osmanlı kaynaklarında Irak-ı Acem tabirini sık okuruz. Siyasi açıdan çok genç hatta farık ve mümeyyiz sayılamayacak bir devlettir. Sınırları kendi iradesiyle çizilmemiştir. İran etkisi son üç yüzyılın zirvesindedir. Bu tespiti şu amaçla yapıyorum. Burada bir devlet mücadelesi verecek isek yabancı güçlerin ve İran etkisi gibi yapısal etkilerin karşısında rekabetçi olacak bir kapsamlı politika geliştirmemiz elzemdir. Değilse yabancı güçler ve İran etkisi var buradan çekilelim anlamında söylemiyorum.
Bugünkü Irak sınırları sunidir. Sanırlar Irak veya bölgedeki devletler arasında veya onlar için değil, büyük güçlerin menfaatlerine göre çizilmiştir. Bölgede sürekli harici güç dengelerine göre yeni sınırlar ve merkezler oluşmaktadır. Irak bugün Iraklılardan daha fazla işgalcileri için önem taşımaktadır. Bu yüzden yüksek graviteli petrol denizinin üzerinde o denli gravitesi yüksek ve üretim maliyeti düşük olması hasebiyle karmaşık,cehennemi bir savaş devam etmektedir. Ne yazık ki Irak sınırları ve coğrafyasında arzu etmediğimiz gelişmeler de olmuştur, olmaktadır. Mesela Irak’ın Kuzey coğrafyasında hatta biraz da aşağıya doğru olan kısımlarında Suriye’de oluşturulan şer yapılarıyla bir irtibat ve lojistik koordinasyonu kurulmuştur.
Irak’a dışarıda oluşan merkezler ve koridorlar perspektifinden baktığımızda değişkenlik, belirsizlik bizim için de riski artmaktadır. Mesela Irak Kalkınma Yolu Projemiz endojen sorunsalı bir tarafa ciddi risklerle karşı karşıyadır. Net ifade edelim ki İsrail’in petrol talebini karşıladığı oranda (İsrail bugün daha sağlam bir petrol tedarikçisi bulmuştur) ve büyük güçlerin onayı alındığı ölçüde Kuzeydeki boru hatları çalışacaktır. Ancak dünya artık İsrail’den öncelikli değildir. Günümüzde Irak petrol arzının yönü Doğu’dur. Çin ve Japonya’dır. Keza diğer ticari ürünlerin arz talep koridoru da Doğu’ya uzanmaktadır. Hamas’ın 7 Ekim saldırısı öncesi Hindistan- Ortadoğu İsrail- Avrupa Koridoru Türkiye’yi dışlıyordu. Bu projenin yeni hali bilinmemekle birlikte, beklenmedik gelişmeler de olmaktadır. Mesela geçen haftalarda Rusya ve Azerbaycan arasında görüşülen Kuzey- Güney Koridoru bizim açımızdan bazı sonuçlar doğuracaktır. Ayrıca, Kafkasya’da uzlaşılan yeni jeopolitikte Türkiye’nin Orta Asya çıkışı yine ertelenmiştir. Bir türlü Safevi Dönemi jeopolitiğini aşamadığımız görülmektedir. Bu da çok ciddi olumsuz sonuçlar doğuracaktır.
Tekrar Irak ve Suriye’ye dönecek olursak, sadece bu iki ülkede değil, bölgede var olan Türk nüfus varlığı üzerinde durmak istiyorum. Bölgede halen azınlık düzeyinde Türk nüfus bulunmaktadır. Temelsiz ve irrasyonel maksimalistler tarafından bu mesele sık sık vurgulanmaktadır. Ancak, şunu iyi bilmeliyiz ki, kültürel açıdan işlenmemiş ve siyasi yönden organize edilmemiş, hala egemenlik hak ve sorumluluğunu yaşamamış bir nüfus zamanla önce etkisini, sonra kültürünü sonra da bazı özelliklerini belli oranlarda yitirir. Bunu anlamak için ülkemizde bu bölgelerden gelen göç dalgalarının gözlemi ve analizi yeterli olabilir. Mesela hep azınlık olarak “Ezilmiş” Türkmen nüfusumuz Türkiyede ciddi değer ve uyum sorunu yaşamaktadır. Geldikleri bölgede maruz kaldıkları yaşam pratikleri itibariyle de duygusal bagajlarında şiddet vardır. Asli unsur ve belirleyici olamamaktan kaynaklanan bazı kimlik sorunları da vardır. Her kesimde sorumlu, aydın ve kanaat önderlerinin üzerinde durması gereken acil ve önemli bir sorunlar yumağıdır bu.
Maksimalist dostlarla şu ayrıntıyı da paylaşmak istiyorum. Selçuklular Suriye ve Irak’a Anadolu’dan önce yine Anadolu’dan önce buralarda hakimiyet kurmuşlardır. (Keza Mısırd’a da Türk soylarından ve Kafkasya ırklarından oluşan kesimler Anadolu’dan önce devletleşmişlerdir.) Tarihi sürece baktığımızda 1100’lü yıllarda yaşanan sorunlar ve çatışmalar bugünküler ile benzerlikler taşımaktadırlar. Selçuklu Beyleri ile Eyyübi prensleri arasında savaşlar çıkmaktadır. Bu savaşlarda bölgedeki Haçlı Kontlukları (Haçlı Seferlerinin başlamasından itibaren kurulmaya başlamışlardır) Suriye, Anadolu’nun bir kısmı ve geniş Levant bölgesindeki savaşlara müdahil olmaktadırlar. Bugün de bu Kontlukların yerini büyük güçlerin askeri üsleri ve birlikleri almış görünmektedir. Bu birliklerin merkezleri ve çevresinde hava ve diğer savunma sistemleri yardımıyla bir egemenlik alanı oluşmuş durumdadır. Haçlı Kontluklarının kale duvarlarından daha sağlam ve geniş egemenlik kalkanları ve sınırları oluşturmaktadır bu sistemler ve füzeler... Bu dönemlerde yaşanan olaylar kadar yer isimleri bile bugünkü ile aynıdır (Membiç mesela). Ancak nüfus ve tarih unsurunun değer ve güç ifade etmesi için güncellenmeleri; kültürel olarak desteklenmeleri: siyasi ve askeri açıdan yeni etkin bir organizasyona tabi tutulmaları; nüfusun efektif olması, vb olmazsa olmaz koşuldur. Ne yazık ki bugün tersi olmuştur. Irak ve Suriye’deki savaşlar, göçler, toplumsal çürümeler Türkiye’yi etkiler hale gelmiş, bizatihi bizim organizasyon yapımızı bozmaya başlamıştır. Kültürel olarak toplum yapımız ve siyasi idari olarak da devlet organizasyonumuz risk altındadır. (Burada henüz ifade edilmesi abartılı görünebilecek bir riskten de bahsetmek istiyorum. Bu da bizatihi kendi milletimizin farklı sosyal ve siyasal unsurlarını yeni irtibat kurduğumuz Ortadoğulu toplumların ve grupların şablonuyla görme riskidir. Bu durumun hayati olduğunu düşünüyor, bazı düşünme alışkanlıklarımız ve kavrama şablonlarımızı gözden geçirmemiz gerekir diye düşünüyorum. Zira bu bizi de Ortadoğululaşmaya ve bünyevi parçalanmaya götürür)
Suriye’nin durumuna da göz atarsak, ülkenin zaten sınırları değişmiş, jeopolitik çıkışını Rusya hammadde rezerv alanlarını da ABD işgal etmiştir. Güneyden ise İsrail karşısında tam çaresizlik içindedir. Kuzeyi ise ABD’nin vekâletçisi bir yapıya teslim edilmiştir. Türkiye bir ölçüde askeri ve diğer hayati zorunluluklardan dolayı Suriye topraklarına girmiştir. Ancak, bu Suriye haritasını değiştirecek ve jeopolitik anlamda bize katkı sağlayacak büyüklükte/ nitelikte ve jeopolitik anlamda bir katkı sağlayacak ölçüde bir kazanıma maalesef dönüşememiştir. Mesela Doğu Akdeniz Münhasır Ekonomik Bölgeler tespitinde Suriye’deki varlığımızın etkili olmadığını, bu varlığımızın Türkiye’yi Ortadoğu’nun aşağısına ve diğer bölgelerine erişim sağlamaktan çok uzak kaldığını görmekteyiz. Kaldı ki Kuzey Doğu hattında arzu etmediğimiz gelişmeler olmakta ve bir koridor oluşmaktadır. Bu durum Irak’ın Kuzeyindeki KYB unsurlarının daha farklı ve etkin bir rol kazanmasını sağlamaktadır. Kaldı ki, Suriye iç savaşındaki hayati desteği sebebiyle İran Suriye’ de bir anlamda Suriye-yi Acem yaratmıştır.
Irak ve Suriye’ye “Tam teşekküllü müdahalede bulumayışımız” bazı sıkıntıları doğurmuştur. Mesela sivil faaliyet ve yapılarımız çok cılız kalmış, sadece askeri müdahale ön plana çıkmıştır. Bu da bu iki ülke dahil diğer Ortadoğu ülkelerinde bir olumsuz tepki doğurmuştur. Bu konuya bilahare değineceğiz.
2. Beşeri Coğrafyanın Benzerlikler İçinde Farklılığı
Tüm Ortadoğu gibi bu iki ülkede de birbirine benzeyen ama farklılıklar da taşıyan topluluklar mevcuttur. Günümüzde iç çatışmalar, işgaller, diş müdahaleler gibi nedenlerle ilginç bir yapı oluşmuştur: Kadim kültürler ve toplumlar üzerine oturmuş dejenere toplumlar! Bu gruplar arasında her iki ülkede de ciddi iç savaşlar yaşanmış, her grup her grupla her defasında farklı ittifaklar içinde savaşmıştır. Her iki ülke de işgal edilmiştir. İşgal sonrası toplumsal yapıların ontolojik güvensizliği daha da kışkırtılmış, iç savaşlarla bu sorunlar zirveye çıkarılmış. Halen bu coğrafyayı Barış havzasına dönüştürecek çimento bazı malzemeleri mevcut ise de icat edilmiş değildir. Ne yazık ki Türkiye de çatışmaların bir parçası konumuna düşmüştür.
Bu çerçevede yapacağımız iyi niyetli hamlelerin yanlış anlaşılma riskini açıkça görmekteyiz. Kaldı ki bütün kesimleri muhatap kabul edip kucaklamamaktan dolayı bazı bölgesel sorunlardan sorumlu tutulduğumuz gerçeğini de göz ardı etmemek gerekir.
3. Bölgenin ve Her Ülkenin İçindeki Parçalanmış Yerel Birimler
Bu elim durum Irak ve Suriye’de en ileri boyutlarıyla hüküm sürmektedir. Sosyal (Dini, mezhebi, etnik, vb) yerel birimler bir yana aynı sosyal gruplar içinde bile mikro gruplaşmalar mevcuttur. Adeta bu ülkelerdeki iç savaş ayrışmış kesimler arası değil, toplumların hücreleri arasında hatta içinde cereyan etmektedir. Her iki ülkede eski lağvedilmiş orduların unsurları, yeni orduları ve bu ordulara ait gayrı nizami birlikler bir aradadır. Savaş halindedirler. Orduların sivil beşeri tabanları da savaşa girmiş durumdadırlar. Partilerin, cemaatlerin, aşiretlerin, velhasıl herkesin bir silahlı gücü (Aparatı) vardır. Buna ilaveten bölgedeki işgal güçleri ve onlara bağlı gayrı nizami unsurları, yerel silahlı işbirlikçileri de savaşın ve konjonktürün bir parçasıdırlar. Bu istikrarsız riskli zeminde resmî hükümet otoriteleri oynak ve çoklu ittifaklara girebilmekte, bazı ittifakları kısa sürede sonlandırabilmektedirler. Bu durum en basit haliyle muhatap sorununu doğurmaktadır.
Bu gerçeği göz ardı ederek ülkeler içindeki dar gruplarla kurulan ilişkileri devlet ilişkisi olarak görmek vahim bir hatadır. Sanki bir parça buna da meylimiz olmuş gibidir. Türkiye müdahale ettiği bölgede ikna ve icbar unsurlarını, aparatlarını etkin kullanabilecek kadar güçlü ve hesaplı adım atmalıdır. Bu olmadığı için bazen Türkiye yanlısı kontrolsüz grupların hata ve suçlarından Türkiye sorumlu tutulmaktadır.
Bölgedeki işgal güçlerinin yanında küresel bazı radikal grupların bağımsız ya da büyük güçlerin rezerv aparatları olarak mevcudiyetleri dikkat çekicidir. Bu gruplar ile ilgili Müslüman Devletler ve Türkiye ciddi ve özgün bir inisiyatif geliştirememişlerdir. Bu gruplardan bazıları daha ziyade İslam Dünyası içinde ki toplumlarda da istikrarsızlık kaynağı olacak şekilde radikalleştirici ajanlar şeklinde faaliyet göstermektedirler. Bu kesimleri rehabilite edecek imkan, fikir ve yapılar üzerinde düşünmenin ve çabalamanın zamanı geçmiş gibi görünmektedir.
4. Bölgenin Sürekli Büyük Güçlerin Yönetiminde Olmasından Kaynaklanan Travmaları
Bölge tarihsel olarak büyük güçlerin etkisinde kalmış bir ara bölgedir, geçiş ve irtibat bölgesidir. Modern zamanlar öncesi en uzun hakimiyet Osmanlı Hakimiyetidir. Batılıların 19. Yüzyıldaki etkileriyle de imparatorluk sonrası travma en fazla buraya karşı oluşmuştur. Bu iki devlet de İngiliz ve Fransız siyasetinin bir parçası olarak bağımsızlıklarını bize karşı kazanmışlardır. İngiliz ve Fransız manda yönetimleri bize karşı kurulmuşlardır. Aydınları bu iki ülkenin eğitim sisteminden beslenmişlerdir. Bize yanlı kesimlerden dostlarla bile sohbet ilerlediğinde Osmanlı yönetiminin Arap toplumlarını modernleşme yarışında geri bıraktığını ifade etmektedirler. Bu durum güncel olarak bizim bölgeye müdahalemizin olumlu sonuç vermesini güçleştirmektedir. Elbette ki bir alanı güçle elimizde tutabiliriz, ancak duyguların ve düşüncelerin kazanılması, ıslahı bambaşka bir gayret gerektirir.
Türkiye az askeri güç gösterip, çok daha fazla ve etkin bir şekilde sivil, ekonomik, ticari, bilimsel ve toplumsal faaliyetleri ve katkılarıyla bu ülkelerin sokaklarında varlık göstermelidir. Bu travmalar tedavi ve ıslah edilmedikçe benzerlerini doğuracaklardır.
5. Büyük Güçlerin Bölgede Kalmaya Devam Etmeleri
Irak ve Suriye bir şekilde işgal altında olan iki güçtür. İşgalcilerin icbar ile mi ikna ile mi yoksa talep üzerine mi geldiklerinin bir önemi yoktur. İşgal işgaldir ve kendi düzenini dayatır. İşgalin yarattığı hukuk ve toplumsal düzen milletlerin konuşmaya bile cesaret edemeyecekleri ağır travmalar yaratırlar.
Türkiye de bu ülkeler de varlık göstermek zorunda olan bir ülke kuşkusuz. Ancak, diğer ülkelerden farklı bir perspektife ve kadrolara sahip olunması gereklidir. Zira bu ülkelerdeki toplumsal kesimler bize ilişkin bazı yakınlık hisleri, kültürel benzerlik algısı, vb farklı yaklaşımlar içindedirler. Bu açıdan bizim daha farklı bir hassasiyet taşımamız gerekmektedir.
Diğer yandan, bölgedeki işgalci güçlerle rekabet ve mücadelenin de çerçevesi çok iyi tasarlamak gerekir. Elbette ki, bu işleri yapacak çok yönlü teknik insanın da yetiştirilmesi icap etmektedir.
6. Parçalanmış Sosyal Yapı, Ağır İşsizlik ve Temel İhtiyaçların Karşılanamaması
İşgaller, sömürge pratikleri, iç savaşlar, yoksulluklar, kısa sürede hüküm süren yönetimlerin aşiret mantığını aşamamasından dolayı zulümleri gibi nedenlerle bu ülke insanlarında bir vatan ve millet kavramı tam oluşmamış görünmektedir. Zihinsel kategoriler yoksa biyolojik kategoriler hüküm sürecektir kuşkusuz. Ahlak, hukuk gibi sınırlayıcı güvenceler ortadan kalkacaktır.
Ağır işsizlik terimini kullandım ama sanırım bu bölgedeki durumu açıklamak için hafif kalacaktır. Keza temel ihtiyaçların karşılanamaması da... Bu da bölgedeki akut sorunlara işaret eder. Bu durumda, Türkiye ölçeğinde ve niteliğinde bir gücün bölgeye müdahalesinde yüksek organizasyon yeteneğine sahip olması, en azından akut sorunları çözebilecek güçte olması, yerinde çözümler için bir kapasite geliştirmesi gerekir. Diğer tüm sorunlar bu sorunla birlikte ciddi olarak ağırlaşmaktadırlar.
7. İsrail Sorunu
Açıkça görülüyor ki, İsrail bu iki ülkeyle de ilgilidir. Suriye egemenlik sahasına her arzu ettiğinde girip diplomatik temsilcilikleri bile bombalayabilmektedir. Hedefleri arasında yer alan kişileri Suriye devlet binaları içinde bile suikast düzenleyebilmektedir. Bunların kısa vadede önlenebileceğini sanmıyorum. Ancak, uzun ve stratejik anlamda İsrail’in sınırlanması ya da hedef işgal coğrafyasının tahkimi önem taşımaktadır. Bunun için mesela yakın bölgede yaşayan toplulukların ortak organizasyonu bir yarar sağlayabilir. Bunun gibi stratejik aklın ürünlerini geliştirmeye çalışmakta fayda görüyorum.
Irak'ta ise devlet otoritesi varken bile İsrail jetleri tarafından bombalanan iki atom reaktörünü hatırlayalım. Kuzey Irak’taki İran üzerinden geçerek Mossad tarafından yürütülen eğitim ve istihbarat çalışmalarını hatırlayalım. İsrail üzerinden ABD de kendi dizaynını yapmaktadır. Bölgedeki Rusya gücü etkisini yitirirken ekonomik olarak yükselen Çin’in henüz askeri müdahalesi söz konusu olmayacaktır. Avrupa’nın bazı devletleri İsrail karşıtı ise de henüz askeri anlamda yaptırım güçleri yoktur. Dolayısıyla günümüzde İsrail ve ABD etkinliği bölgede daha baskın görünmektedir. Daha fazla katliamın yapılacağını düşünerek, bunları önleyici çalışmalar üzerine düşünmek gerekir.
8. Türkiye Ne Yapmalı ve Ehil Kadrolar Hakkında
Bu iki ülke bize sınırdaş hatta artık içimizde de belli düzeyde nüfusa sahip olmaları hasebiyle, ciddi bir ana siyaset projesini gerektirmektedirler. Bugüne kadar olduğunu düşündüğümüz proje çökmüş görünmektedir. Aynı şeyleri düşünerek farklı sonuç almayı düşünmek yerine, farklı perspektifler ve siyasetler üretmek üzerine yoğunlaşmalıyız. Elbette ki bir internet sitesi yazısında her şeyi anlatabilmek mümkün değil. Ayrıca bu satırların yazarının da bilgisi son derece sınırlı. Ancak, zihinleri bu konuya yöneltmek amacıyla öz ve özet bir iki çarpıcı hususu vurgulamak istiyorum.
Irak ve Suriye dosyası artık bizim bir içişleri dosyamızdır. Milli güvenlik belgemizin parçasıdır. Siyasi, mülki, askeri ve diplomatik müktesebatı olan seçkin bir heyetin bu dosyayı oluşturması ve uygulamayı takip etmesi icap eder. Dosyanın içeriği çok fazla olacaktır. Ancak, ilk önce iç ve dış diye ayırmak gerekir. Zira içimizde bu iki ülkeden ciddi sayıda ve kontrolsüz oldukları da anlaşılan bir nüfus bulunmaktadır. Halet Efendiyi yönetim aklı ve birimiyle etkileyen Bağdat Valisi Süleyman ve Davut Paşa’ların yetiştiği Bağdat Enderunu tarzında bir müşterek kuruma ihtiyaç vardır. Hem içerideki hem de dışarıdaki devlet görevleri için uygun zeka ve kabiliyete sahip insanları, görevlileri bulup bu maksat için eğitmekte fayda vardır. Düşünelim ki içimizde entegrasyon sorununu dışımızda ise askeri, diplomatik, istihbari, özel kültürel ve rehabilitasyon çalışmaları şeklinde ifade edeceğimiz devlet faaliyetlerini yürütecek üst düzey bir kurmay kadroya ve uygulama kadrosuna ihtiyaç vardır. Ortadoğu kadim kültürler üzerine oturmuş dejenere toplumlardan oluşuyor tespiti ağır olmakla birlikte istisnalarıyla doğru bir tespittir. Dolayısıyla yetişen insanlar hem kadim kültürleri hem de dejenere toplumları anlayacak düzeyde olmalıdırlar. Bir işi yaparken daha büyük bir yıkıma neden olmak gibi bir hatadan kaçınmak için iyi yetiştirilmiş kadrolarla çalışmak elzemdir. Devlet görevleri ifa edilirken her görev ifası tarzının Ortadoğu ve bu iki ülke toplumları nezdinde nasıl bir algıya ve etkiye yol açacağını doğru bilmek gerekir. Bu temel görevler ciddi bir çok disiplinli müktesebatı gerekli kılar.
Bütün devlet faaliyetlerini bu iki ülke için hazırlanan siyaset belgesindeki ana siyasi proje belirleyici olacaktır. Bu açıdan kapsayıcı, yapıcı, rasyonel, ama kesinlikle yapılabilir hedeflerin olduğu siyasi proje oluşturulmalı, bu koordineli yapılarla paylaşılmamalıdır, asla yapamayacağımız/ yapmayacağımız sözler verilmemelidir.
Bu ülkelerdeki teknik güvenlik ve askeri faaliyetlerin yüksek teknisitesi (İcra kapasitesi, askeri uzmanlık, disiplin ve hiyerarşik sağlamlık, vb) yanında mutlaka sosyal ve toplumsal etkilerini biçimlendirecek uzmanların yetiştirilmesi gerekir. Sahada Bernard Lewis kadar olmasa da yerel insanlarla konuşacak kadar dil ve kültürel birikime sahip olmak gerekir. Bu ülkelerde muhatap ve hedef kesimleri doğru tanımlamak gerekir. İcrada itidal ve adalet sahibi olmak, her kesime hitap edecek bir akla sahip olmak gerekir.
Sahada görev yapanlar için açıkça görülüyor ki, sadece yerel sorunlarla ve unsurlarla çalışmayacaklar, aynı zamanda bölgedeki diğer büyük güçlerin unsurlarıyla da ilişkileri, rekabetleri bazen de çatışmaları olacak, bu durumda geçerli ve genel bir yabancı dil, bölgedeki unsurların çalışma tarzları ve kurumlarına ilişkin bilgiler gerekliliktir. Mesela x ülkesi özel kuvvetleri nasıl çalışır? İstihbarat kapasitesi, eleman ağı nedir? Ortadoğu kaynaklı terör örgütleri hangileridir? Beşeri ve finans kaynakları, kullandıkları silahlar nelerdir, hedefleri nelerdir, Türkiye’ye bakışları nasıldır?
Bölgede görev yapan unsurlarımızın bizatihi kendilerini ahlak ve etik açıdan sorgulayabilecek düzeyde olmaları, buna dair bir yaklaşım geliştirmemiz hayati önem taşımaktadır.
Bölgedeki toplulukların Türkiye’ye nüfuz etmesi değil, bizim ıslah ve yardım edici yapılarımızla bölgedeki toplumlara nüfuz etmemiz gerekir. Mesela sağlık, eğitim, meslek edindirme, ihtiyaçları karşılama, vb alanlarda çalışan STKlarımızın sahayı doldurmasını teşvik etmek elzemdir. Yerinde ve yerinden yönetim ve katkının önemi açıktır. Özellikle yönetim ve yardımcısı işlevleri gibi kamu işlevlerinin sahipleri sahada olmalıdırlar. Meşhur SSCB ve sonrasında Rusya Federasyonu Başbakanı Yevgeni Primakov’un 60lı yıllarda Kuzey Irak ve az da olsa bizim Güneydeki bazı bölgelerimizi katır sırtında dolaştığını hatırlatmada fayda görüyorum.
Mehmet Ali Bal / Haber7
Yorumlar6