Dünya Türkçe öğreniyor, Ekrem İngilizcede ısrar ediyor!
- GİRİŞ23.12.2024 08:43
- GÜNCELLEME23.12.2024 08:43
Osmanlı İmparatorluğu, 600 yıllık ömrü boyunca “Türkçülük” yapmadı fakat tartışmasız en büyük “Türk devletiydi.
Başka dilleri yasaklamadığı gibi, Türkçe de Osmanlı sayesinde o dönem dünya dili haline gelmişti.
Cumhuriyet Türkiye’sinde ise “ulus devlet” oluşturma çabası hakimdi.
Bu yeni modelde “dil” ulusal kimliği tanımlamakta önemli bir kriter oluyordu.
1924 Anayasası, “Türkçe'yi devletin resmi dili” olarak benimsemekle yetinmemiş, milletvekili seçilebilmek için de Türkçe okuyup yazmayı şart koşmuştu.
Böylece Türkçe bilmeyen pek çok kişi Meclis dışında bırakılmış oldu.
1925'de çıkarılan “Şark İslahat Planı” ile Doğu ve Güneydoğu illerinde bu yasak bir adım ileri taşınmış oldu.
Resmi dairelerde ve diğer kuruluşlarda, hatta çarşı ve pazarlarda Türkçe'den başka dil kullananlar, devletin emirlerine aykırı davranmakla suçlanarak, cezalandırıldılar.
Öyle ki, Türkçe bilmeyen köylüler artık şehirlere gelmemeye başladı.
Ürünlerini satmak için gelenler ise ağızlarını açar açmaz belediye zabıtaları tarafından para cezasına çarptırıldı.
1926 yılında Meclis'e verilen bir önerge ile bu yasak tüm ülke sathına yayılmak istendi.
Çal delegesi Şakir Turgut Bey, “Türkçe’den başka dille konuşmak suçunu(!) işleyenlerin bir haftaya kadar hapis ve 100 liraya kadar para cezasıyla cezalandırılmasını” önerdi.
Para cezasının yarısı ise mükâfat olarak “ispiyonculara” ödenecekti.
Bu teklif “öneri” aşamasında kalsa bile “1928 Harf Devrimi” ile başlatılan ulusal dil seferberliği sayesinde milletin hafızası silindi.
Aynı yıl harekete geçen tek parti diktası taraftarları ise, azınlıkların kendi dillerini konuşmasını önlemek amacıyla “Vatandaş Türkçe Konuş!” adlı bir kampanya başlattı.
Her yere bu sloganı yazan CHP sempatizanları “Ya Türkçe konuş ya da sus!” diyerek insanları tehdit etmeyi de unutmadı.
İbadet dilinin değişmesi, Ezan-ı Muhammedi’nin Türkçe okunması işte bu süreçte gerçekleşti.
Anadolu'daki tüm grupların aslında “Türk” olduğunu iddia eden 1933 tarihli “Türk Tarih Tezi” ile…
Sırp asıllı Avusturyalı dilbilimci Hermann Kvergić’in Atatürk’e yolladığı ve bütün dillerin kök olarak Türkçeden türemiş olduğunu iddia eden ve fiyaskoyla sonuçlanan 1936 tarihli “Güneş-Dil Teorisi” de…
“Dil aracılığıyla ulus-yaratma” politikalarının bir ürünüydü…
Bu çalışmalar zamanla hızını kesse de…
1980 Anayasası'nda yer alan “düşüncelerin açıklanması ve yayılmasında kanunla yasaklanmış olan herhangi bir dil kullanılamaz" ifadesi…
Bunun yanı sıra Kürtçenin kullanımının kanunla yasaklanması ve Meclis tutanaklarına “bilinmeyen dil” olarak geçmesi…
Başka dilleri yok sayan ve sadece Türkçe konuşanların bu ülkede yaşamayı hak ettiğini düşünen zihniyetin yanlış uygulamaları olarak tarihe geçti.
Tabii aynı zihniyet maalesef günümüzde de varlığını sürdürüyor.
Birileri hala Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı oldukları halde Türkçe bilmeyen insanları “ithal vatandaşlar” olarak tasnif etmeyi sürdürüyor.
Ümit Özdağ gibiler, “Türkçe bilmeyen seçmenle, Türkiye’nin milli iradesini temsil edemezsiniz” diyerek, oy kullanmak için vatandaşlıktan ziyade Türkçe bilmeyi önceliyor.
Bazı ırkçılar ise, “Türkçe bilmeyen esnaftan, yabancı tabelalardan ve başka dillerde konuşulmasından” rahatsızlık duyuyor.
Tabii bu diller eğer Arapça ve diğer İslami ülkelere ait değilse o zaman sorun yok.
Malum medyanın kalemşörleri, “Şam'dan sonra en büyük Suriyeli şehri İstanbul” diyerek muhacir düşmanlığı yaparken…
Yolda, trafikte, sahilde gördükleri Araplardan rahatsızlık duyduklarını dile getirirken…
Önceki gün ilginç bir paylaşımla karşılaştım.
İstanbul’da yaşayan ve Türk vatandaşlığı bulunan Mark Harvey adlı bir kişi, sosyal medya hesabından, yolda karşılaştığı CHP’li İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu ile çektirdiği fotoğrafı İngilizce bir notla paylaşarak, mealen şunları yazmış:
“Akşam yürüyüşümde kiminle karşılaştığımı görün. Ekrem İmamoglu. Türk vatandaşlığımı aldıktan sonra oy verdiğim belediye başkanıyla nihayet tanışmak büyük bir mutluluk. Hepiniz sormadan ben söyleyeyim, evet İngilizce konuştuk.”
***
Peki, o saatlerde…
Henüz İBB Başkanı iken 1998 yılında katıldığı 32. Gün programında, öğrencilerin:
“Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı olursanız diğer ülke liderleriyle iletişim kurmak için hangi dili tercih edeceğinizi merak ediyorum?" sorusuna…
“Türkçe konuşacağım” diye cevap veren…
Yıllarca, “Türkçe konuşacağız' dedik, ülkemizin menfaatlerini ve mazlumların hakkını hep Türkçe savunduk. Bundan sonra da hak ve adalet mücadelemizi Türkçe konuşarak vereceğiz” ifadelerini kullanan Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın desteğiyle özgürleşen Suriye’de neler yaşanıyordu?
Erdoğan sayesinde nüfusunun en az 5 milyonu Türkçe öğrenen Suriye’yi, Türkçe bilen isimler yönetmeye hazırlanıyordu.
“Suriye Dışişleri Bakanlığına” Türkiye'de doktorasına devam eden Esaad Hasan Eş-Şiybani…
“Halep Valiliğine” Bingöl Üniversitesi yüksek lisans mezunu Azzam Garip...
Suriye Kadın İşleri Ofisi Başkanlığına ise yıllarca Türkiye’de yaşayan Ayşe Eldibs atanıyordu.
Evet!
Demek ki neymiş?
Dil öğrenmek, başka diller konuşmak çok da kötü bir şey değilmiş.
Burada tek sorun…
Her fırsatta Arap düşmanlığı yapanların, “I’m OK!” seviyesinde İngilizce bilmesine rağmen, ısrarla Batılıların dillerini konuşmaya çalışmalarıdır.
Arapça bilen seçmen “milli iradeyi temsil etmez” demelerine rağmen, “İngilizce konuşan seçmen tadından yenmez” şeklinde davranmalarıdır.
Bunlar lafta Türk milliyetçileridir ama gördüğünüz gibi Batı’ya göbekten bağlıdırlar.
Bilmem anlatabildim mi?
**
Not:
Bu yazıda, Tarihçi Ayşe Hür’ün bir makalesinden istifade edilmiştir!
Yorumlar49