Öğrenci, öğretmen, PDR ve aile ekseninde öğrenme ve öğrenci/sınıf modelleri
- GİRİŞ27.03.2025 08:46
- GÜNCELLEME28.03.2025 08:27
Kendi odalarında prens/prensesliğini ilan eden “biricik çocuklar” neden “biricik öğrencilere” dönüşemiyor?
T.C. Milli Eğitim Bakanlığı Özel Eğitim ve Rehberlik Hizmetleri Genel Müdürü Sayın Doç. Dr. Mustafa Otrar ile Türkiye Ulusal Zeka Ölçeği’nden Türkiye’deki öğrenmeye, hastane sınıflarından adalet sistemi içerisindeki çocuklara, rehberlik hizmetlerinden özel eğitime, öğrenme psikolojisinden eğitim istatistiğine, liseli öğrencilerin şiddet algısından PDR’ye bir çok başlığı ele aldığımız keyifli ve öğretici bir söyleşiyi haber7.com okuyucuları için kaleme aldım. Keyifli okumalar diliyorum.
Türkiye’de ailelerin öğrenme sürecine etkileri ve çocuklara etkileri
Aile kavramı ülkemizin belki de “Anne” kavramından sonraki en sempatik ve en masum kelimelerinden birisi… Tabi ki “çocuk” kavramından sonra…
İşte bu haftaki yazımın, söyleşimin temelinde “çocuk” ve “aile” kavramları yatıyor… Çocuk anne ve babasının biriciği iken, evden çıkarken sadece defterini, kitabını almıyor aynı zamanda üzerine başka bir kimlik alarak ayrılıyor evden: “Öğrenci kimliği”…
Yani evin içerisinde “biricik” olan çocuk, evden çıkıp okuluna gidip, sınıfına girdiğinde “18 milyon öğenciden herhangi bir öğrenci” haline bürünüveriyor. Ve o andan itibaren evinde öğrenme iklimi en belirgin olan, evinde kütüphane olan, ailece okunan kitap sayısı fazla olan ailelerin çocukları okullarda, sınıflarda “sıradan”lıktan sıyrılıp “başarılı” öğrenci oluveriyorlar… Hem öğretmenlerinin gözünde, gönlünde hem de karnelerindeki notlarda nihayetinde LGS’lerde, YKS’lerde…
O halde günün sözü benden değerli okuyucularımıza gelsin: “Evlerindeki kütüphane büyüklüğü, televizyonlarının ekranından daha büyük olan ailelerin çocukları eğitim hayatında ve sınavlarda daha başarılı oluyor!”
Bugün değerli okuyucularımızı öncelikle bir öğretmen ile tanıştıracağım ve hem keyifli hem öğretici bir söyleşimize eşlik etmenizi isteyeceğim… Peki kim bu isim? Öncelikle öğretmen sonrasında ülkemizin en meşakkatli, en çok mesai harcayan bakanlıklarının başında yer alan Milli Eğitim Bakanlığı’nın çok önemli biriminin başındaki değerli bir ismi, Özel Eğitim ve Rehberlik Hizmetleri Genel Müdürü Sayın Doç. Dr. Mustafa Otrar…
Sayın Otrar, bugünkü buluşmamızın geri planında öncelikle alanınızın “eğitimin mutfak kısmı olan” PDR olması şüphesiz ki öne çıkıyor. Hal böyle olunca da kendimde eğitim adına, ülkemizin evlatları, aileleri adına, öğrenme adına sınırsız soru sorma açlığı hissediyorum…
SOSYAL VE DUYGUSAL ANLAMDA AKADEMİK ÖĞRENME
Öncelikle genel müdürlüğünüzün misyonunu incelediğimizde birinci misyon olarak: “Bireylerin sosyal duygusal, akademik ve kariyer gelişimlerini desteklemek amacıyla eğitim kurumları ile rehberlik ve araştırma merkezlerinde, rehberlik ve psikolojik danışma hizmetlerinin etkin bir şekilde sunulmasını sağlamak.” cümlesi yer alıyor. Bireyler, yani öğrenciler sosyal ve duygusal anlamda akademik öğrenmeyi başarabiliyorlar mı sizce?
Bu soru, eğitim sisteminin temel amaçlarından birine odaklanıyor. Öğrencilerin sosyal ve duygusal gelişimi, akademik başarıyı doğrudan etkileyen bir faktördür. Ancak, bu süreçte bazı zorluklar da yaşanabiliyor. Örneğin, öğrenciler sosyal becerilerini geliştirirken, duygusal olarak kendilerini ifade etme konusunda bazen eksiklikler yaşayabiliyorlar. Bu durum da akademik öğrenmeyi olumsuz etkileyebiliyor.
Genel müdürlük olarak, rehberlik ve psikolojik danışma hizmetleriyle bu süreci desteklemeyi hedefliyoruz. Ancak, öğrencilerin sosyal ve duygusal gelişimleri yalnızca okul ortamıyla sınırlı değildir elbette. Aile içi iletişim, sosyal çevre ve bireysel farklılıklar da bu süreçte büyük rol oynar. Bunu da göz önünde bulundurmamız gerekir. Bu çok boyutlu etkileyici ve dinamik faktörler sebebi ile öğrencilerin hem sosyal ve duygusal alanlarını hem de akademik öğrenme süreçlerini güçlendirmeleri için kapsamlı bir destek sistemi gerektirmektedir. Okullar, aileler, akranlar ve toplumun diğer bileşenlerinin iş birliği içinde çalışması bu sürecin daha etkili olmasını sağlayabilir.
Genel Müdürlüğümüz bahsettiğim çok bileşenli yapının tüm unsurlarını gözeterek öğrencilerin sosyal, duygusal ve akademik becerilerini geliştirmek amacıyla kapsamlı çalışmalar yürütmektedir. Bu amaçlar için gerektiğinde uluslararası kuruluşlarla iş birliği içine de giriliyor. Biliyorsunuz özel çocuklarımız ve sığınmacı/mülteci durumda olan çocuklarımız da var. Geçici koruma statüsündeki öğrenciler de dâhil olmak üzere, tüm öğrencilerin bu becerilerini desteklemeye yönelik çeşitli farkındalık faaliyetleri gerçekleştiriyor ve günün koşullarına uygun özgün materyaller ve programlar hazırlıyoruz. Bu ürünlerin tamamına yakınının patent ve telifleri de tarafımıza ait. Yani tamamen kendi tasarımımız. Profesyonelliğimiz ve deneyimlerimizi ürettiğimiz ürünlerimize de yansıtıyoruz. Ekip olarak özgün ve üretici bir performans için tüm gücümüzle çabalıyoruz.
Mesela öğrencilerin iş birliği yapma, etkili öğrenme, toplumsal yaşam ve aile yaşamı gibi alanlarda yeterlilik kazanmalarını sağlayan sosyal duygusal beceri programları oluşturuldu. Bu programlar öğrencilerin bireysel farklılıklarını gözeterek hem sosyal ve duygusal gelişimlerinin güçlendirecek hem de akademik başarılarının olumlu yönde destekleyecek şekilde oluşturuldu.
Ayrıca, her kademeye özgü farkındalık kazandırma faaliyetleri düzenlendi; psikoeğitim ve bireysel müdahale programları geliştirildi. Rehber öğretmen/psikolojik danışmanlar için kuramsal bilgiler içeren kitaplar, okul öncesi ve ilkokul öğrencilerine oyun yoluyla sosyal duygusal beceriler kazandırmayı hedefleyen oyun ve hikâye kitapları hazırlandı. Hikâye kitapları hayal güçlerini de desteklediği için sosyal duygusal gelişimlerinde çok etkili olan materyaller. İçerikleri daha hızlı ve daha kalıcı şekilde içselleştiriyor çocuklar.
Öğrencilerin sosyal duygusal becerilerini dolaylı yoldan desteklemek amacıyla, öğretmenler için öğrenci temelli sosyal duygusal beceri programları ile ailelere yönelik kademelere göre farklılaşan programlar da geliştirildi. Bu programlar, rehber öğretmenler ve psikolojik danışmanlar tarafından uygulanıyor. Bunlara ek olarak, öğrencilere yönelik afişler, veli ve öğretmenlere yönelik bilgilendirici sunumlar ve broşürler de hazırlandı.
Tüm bu çalışmalarımızın amacı, Milli Eğitim Bakanımız Sayın Yusuf Tekin’in liderliğinde “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli çerçevesinde erdemli, değerlerini benimseyen ve köklerinden güç alarak geleceğe emin adımlarla yürüyen nesillerimizi yetiştirmek.” Geçici koruma statüsündeki öğrencilerimiz de dâhil olmak üzere, tüm öğrencilerin sosyal duygusal becerilerini desteklemek. Bu sayede, öğrencilerin hem sosyal hem de akademik başarılarını artırmak ve onlara hayat boyu kullanabilecekleri değerli kazanımlar elde etmelerini sağlamak.
TÜRKİYE’DE ÖZEL EĞİTİM
Genel müdürlüğünüzün misyonunu tamamlayan ikinci cümle ise “Özel eğitim ihtiyacı olan bireylerin erken tanılanarak ihtiyaçları, yeterlilikleri, ilgi ve yetenekleri doğrultusunda en az sınırlandırılmış ortamlarda sunulan eğitim öğretim hizmetleri ile bireylere bağımsız yaşam becerileri kazandırılarak toplumsal katılımı arttırmak.” cümlesi ile de öncelikle Milli Eğitim Bakanlığımızın ne kadar büyük bir aile olduğunu, hangi evlere, yüreklere dokunduğunu genel müdürlüğünüz aracılığı ile görmüş oluyoruz. Türkiye, özel eğitime ihtiyacı olan öğrencilere sunulan hizmetler bazında dünya ülkelerinin neresinde yer alıyor
|
Özel eğitim hizmetlerine yönelik uygulamaların ilk aşamasını “erken tanılama” olarak değerlendirebiliriz. Erken tanılama, çocukların özel gereksinimlerine yönelik ihtiyaçlarını bir an önce karşılayabilmek adına önemli. Ayrıca erken dönem müdahaleleri gelişimsel açıdan ileri yaşlarda yapılan müdahalelere göre çok daha büyük kazanımlara dönüşüyor. Gelişimin ilk yılları bizim kritik dönem dediğimiz zamanlar. Aynı desteği daha ileri yaşlarda versek bile bu dönemdeki kadar etkili olmuyor. Bu konuda benim mottom “ne kadar erken o kadar iyi” şeklinde… Bu sebeple erken müdahaleyi destekleyen birçok çalışma yapıyoruz. Mesela geliştirdiğimiz zekâ testi (TUZÖ) 3 yaştan itibaren zihinsel gelişim açısından tanılamada kullanılmaya başlanacak. Ülkemizde erken tanılama teşvik edilip desteklenmekle birlikte tanılama için bir yaş sınırlaması bulunmuyor. Sonuçta hepimiz potansiyel özel eğitim gruplarıyız. Yani tanı alan yetişkinler de özel eğitim ihtiyacı olan bireyler için mevcut düzenlemelerin birçoğundan faydalanabiliyorlar. Dünyanın eğitim açısından gelişmiş diğer ülkelerinde de benzer bir yol izleniyor. Yalnız şunu söylemem gerek; hem tür hem de miktar açısından bizim sunduğumuz özel eğitim desteklerini sunan bir başka ülke de görmedim açıkçası.
Dünyada olduğu gibi, ülkemizde de öğrencilerin özel eğitim ihtiyaçlarının belirlenmesinde yani tanılamada standartlaştırılmış değerlendirme araçları kullanılmaktadır. Ancak, kullandığımız bu araçların çoğu uzun zamandır yurt dışından ithal ediliyor. Söz konusu araçlar iyi araçlar tereddütsüz ancak satın alıyoruz sonuçta ve karşılığında da çok büyük meblağlar ödeniyor. Bu konuda kendi ölçme araçlarımızı üretme, kullanma ve hatta diğer ülkelerin kullanımına sunma yönünde önemli adımlar attık. Bunun en güncel örneklerinden birisi özel yetenekli bireylerin tanılanması için de kullanılacak olan TÜBİTAK Kamu Kurumları Araştırma ve Geliştirme Projelerini Destekleme Programı (KAMAG) kapsamında geliştirdiğimiz yapay zeka destekli ilk yerli ve millî zekâ testimiz Türk Ulusal Zekâ Ölçeği (TUZÖ) oldu. Bu vesileyle bu bu ölçeğin (TUZÖ) ortaya çıkmasında bizleri cesaretlendiren ve motivasyonumuzu arttıran Milli Eğitim Bakanımız Sayın Prof.Dr.Yusuf Tekin’e şükranlarımı sunuyorum. İlerleyen zamanda ülkemiz bu gibi değerlendirme testlerini geliştirerek satın alan değil üreten ve uygulayan bir konuma gelecek. Bu daha ilk. Peşi sıra yepyeni, özgün ve psikometrik olarak güçlü ölçme araçları da geliyor, bu seriyi sürdüreceğiz inşallah.
Ülkemiz eğitsel değerlendirme ve tanılama konusunda standart bir ölçüt yapısına sahip; yani eğitsel değerlendirme ve tanılamalar ülke genelinde aynı kriterler kullanılarak yapılıyor. Buna karşılık, Amerika ya da Almanya gibi federal bir eğitim sistemi benimsenen ülkelerde her eyalet kendi kriterlerini ve standartlarını belirliyor. Bu nedenle, bir çocuk farklı bir eyalete taşındığında, taşındığı eyalete göre yeniden bir eğitsel değerlendirme sürecinden geçmek zorunda kalabilir ya da farklı bir programa yerleştirilebilir. Ancak ülkemizde böyle bir durum söz konusu değil; tüm ülkede aynı kriterler geçerli olduğundan, çocuk şehir değiştirdiğinde tekrar bir eğitsel değerlendirmeye tabi tutulması gerekmez. Bu durum, tüm öğrencilere adil bir değerlendirme fırsatı vererek değerlendirme sonuçlarının birbiri ile tutarlı olmasını sağlıyor.
Ülkemizde eğitsel değerlendirme ve tanılama işlemleri Rehberlik ve Araştırma Merkezlerinde (RAM) gerçekleştirilmektedir. Bu kurumlarda alanında uzman psikolojik danışman/rehber öğretmenler, özel eğitim öğretmenleri ve fizyoterapistler görevlendirilmektedir. Ancak dünyanın birçok ülkesinde, örneğin Amerika veya İngiltere’de eğitsel değerlendirme ve tanılama okullarda ya da yerel yönetim birimlerinde yapılmaktadır. Ülkemizde bu iş için, ilgili uzmanlar tarafından oluşturulmuş bir kurum olan RAM'ların olması, eğitsel değerlendirme ve tanılamaya verdiğimiz önemin bir göstergesidir.
Özel eğitim konusunda ülkemiz gerçekten farklı bir konumda. Tanı, eğitim, destek, ulaşım, beslenme, araç-gereç vb… Tamamı devletimizce karşılanıyor. Öte yandan eğitimi tüm özel çocuklarımıza sunuyoruz. Kaynaştırma yoluyla, özel eğitim okullarımızda, destek eğitimi odalarımızda, hastane sınıflarımızda hatta evde eğitim yoluyla. Tek bir öğrencimizin bile eğitim imkanlarının dışında kalmasına rıza göstermeyiz, gösteremeyiz. Bu konuda hem Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan hem de sayın bakanımız Prof. Dr. Yusuf Tekin’in çok güçlü destekleri var. Onlara gerçekten müteşekkiriz.
ÖĞRENME PSİKOLOJİSİ EKSENİNDE ÖĞRENME
Değerli Hocam, sizin üniversitede akademisyenlik yaptığınız dönemlerde vermiş olduğunuz derslerden bir tanesi de “Öğrenme Psikolojisi”… Size göre “öğrenme” nedir?
Öğrenme kavramı onu tanımlak için kendimizi konumlandırdığımız teorik yapıya göre çok farklı şekillerde tabnımlanabilecek bir kavram. Zor da bir kavram. Kalıcı izli davranış değişikliği; bilgiyi elde etme ve işleme süreci, snaptik bağ kurma gibi… Ben genellikle “öğrenme”yi konvensiyonel biçimde ele alıp uygulamalara dönüştürmeyi benimsiyorum doğrusu. Her teori belirli bir öğrenme türünü diğer teoriye göre daha güçlü açıklıyor. Mesela duygu öğrenmelerini klasik koşullanma iyi açıklar. Yine de genel olarak tanımlamak gerekirse öğrenmeyi kişilerin deneyimleri ya da pratikleri aracılığıyla yeni bilgi, davranış, beceri veya tutum kazandıkları bir süreç olarak tanımlayabilirim. Bunun yanı sıra öğrenmenin beyin hücreleri arasında yeni bağlantılar oluşması anlamına geldiğini de söylememiz gerekir. Yani bir şey öğrendiğimizde beynimizde daha önce var olmayan yeni yollar/bağlantılar (snaptik bağlar) gelişir. Bu yönüyle öğrenme aynı zamanda biyolojik de bir olgudur.
İnsan söz konusu olduğunda hayvanlarda olduğu gibi hayatta kalmasını sağlayacak içgüdü adı verilen donanımlarımızın olmadığını görüyoruz. Bu durum edindiğimiz ne varsa öğrenerek kazanıyoruz anlamına geliyor. Beni bu yönü çok çekiyor. Duygularımızı, onları gösterme biçimlerimizi, alışkanlıklarımızı, bizi hayatta tutanlar dahil temel yaşam becerilerimizi, bilgileri her şeyi öğreniyoruz. Bu sebeple öğrenmenin nasıl meydana geldiğini bilmek şart; bilmezsek yönetemeyiz. Nitelikli bir eğitim, öğrenme sürecinin de nitelikli şekilde kılavuzlanmasını gerekli kılıyor.
ÖĞRENMEDE ÖĞRENCİLER VE ÖĞRETMENLERİN ROLLERİ
Öğrenme konusuna gelecek olursak Türkiye’de özellikle öğrenmenin ana faktörleri temelinde “öğrenciler ve öğretmenlerin” rolleri nelerdir? Bu roller yeterince yerine getiriliyor mu? diye sorsam, zor bir soru sormuş olur muyum size?
Pek zor bir soru olmaz. Bana göre aktif olması gereken öğrenen kişidir ancak sorunuza cevap olarak ülkemizde hem öğrenciler öğreniyor hem de öğretmenler öğretiyor diyebilirim. Öğretmenler öğrenmeyi kılavuzluyorlar aynı zamanda. Ancak biliyoruz ki herkes her konuyu aynı biçimde ve aynı hızda öğrenmiyor. Öğrenme süreci de pek çok alanda olduğu bireysel farklılıklarımızın etkisi altında. Benzer durum öğretme eylemi için de geçerli. Her öğretmenin bir öğretme stili, her öğrencinin de bir öğrenme stili var.
Öğrenme konusu da öğretme konusu da oldukça karmaşık konulardır ve bu süreçlere etki eden pek çok etken vardır. Mesela çocuğun zekâsı, motivasyonu, dikkati gibi bireysel etkenlerin yanı sıra aile, kültür, ulusal ve küresel etkiler gibi pekçok çevresel etken de öğrenmede önemli rol oynar. Doğal olarak bu kavramlara bütünlüklü yaklaşmamız ve meseleyi biraz bu özellikler açısından bütüncül biçimde ele almamız gerekir. Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli bir sistem olarak bu bütüncül bakışı çok iyi sunuyor.
Bunun yanı sıra eğitim konusunda özellikle son yıllarda önemli atılımlar yaptığımızı da belirtmeliyim. Gururla söylemeliyim ki son yıllarda başta savunma sanayimiz olmak üzere tüm sektörlerde dışa bağımlılığımızı azaltmaya yönelik yaptığımız girişimlerde/projelerde görev alan uzmanlarımız, mühendislerimiz ve bilim insanlarımız öz kaynaklarımızla yetiştirdiğimiz gençlerimiz. Demek ki süreci iyi yönetir, uygun bileşenleri uygun koşullarda bir araya getirirsek öğrenmede hız da verimlilik de artar. Amacımız da bu zaten.
ARTIK YERLİ BİR ZEKÂ ÖLÇEĞİMİZ VAR: TÜRK ULUSAL ZEKÂ ÖLÇEĞİ
Genel müdürlüğünüz olarak, bu yılın başında Türk Ulusal Zekâ Ölçeği (TUZÖ) tanıtımını Milli Eğitim Bakanı Sayın Prof. Dr. Yusuf TEKİN’in katılımlarıyla yaptınız. Nedir bu TUZÖ? Bu ölçek ile ne amaçlanmaktadır?
Benim için çok kıymetli bir konuya değindiniz. Eğitimciliğim boyunca hep şu soruyu sordum kendime: “Neden bizim kendi yerli bir zekâ ölçeğimiz yok?”
Bu soruyu ben de sordum yıllarca. Neden hazır alıyoruz? Bu bizi bağımlı kılmaz mı diye çok dertlendiğim oldu. Mesleki yönelimimi bile etkiledi bu sorunun doğurduğu arayış. İşin içinde akademik olarak girdikçe kültürel kodlar açısından da yabancı menşeili testlerin psikometrik sorunları beraberinde getirdiğini gördüm. Derdim daha da büyüdü. Bu benim için neredeyse 35 yıllık bir dava.
Bir eğitimci olarak sahada çok fazla çocuğumuzla çalışma fırsatım oldu. Hepsinin gözlerindeki ışıltıyı ve hayatı keşfetme isteklerini görebiliyordum. Kimisi matematikte yüksek bir performans sergiliyor, kimisi dil performansıyla dikkat çekiyor, kimisi de sanatsal veya bilimsel düşünme konusunda yaşıtlarından farklılaşıyordu. Ancak zihinsel beceri ve yetenekleri belirlemede kullanılan ölçme araçları çocuklarımızın bireysel farklılıklarını yeterince ayrıntılı biçimde dikkate alamıyor ve gerçek performanslarını tam anlamıyla ortaya koyamıyordu. Gözlemim buydu.
Eğitim sistemimizde kullanılan ölçme araçları evrensel olarak kabul görse de büyük oranda başka kültürlere göre geliştirilmiş olduğundan kendi kültürümüzle uyumu hep bir soru işareti oldu. Ama şu soruyu sormak gerekiyordu: “Çocuğumuzun zekâsını onun yaşadığı kültürel ve eğitimsel bağlamdan uzak bir ölçme aracıyla nasıl doğru ölçüp değerlendirebilirdik?” Üstelik zeka gibi bir stratejik özellik söz konusu olduğunda bu yadsınamaz bir soruna evriliyordu. Tam bu noktada Sayın Milli Eğitim Bakanımız Prof.Dr.Yusuf Tekin’in istek ve desteğiyle çıktık yola.
İşte tam olarak bu arayışların içinde TÜBİTAK Kamu Kurumları Araştırma ve Geliştirme Projelerini Destekleme Programı (KAMAG) kapsamında TUZÖ yani Türk Ulusal Zeka Ölçeği doğdu. Yerli ve millî bir ölçek olmasının yanında birçok ilki de bünyesinde barındırıyor. Dünyadaki standardizasyon sürecinde en geniş örneklem hacmine sahip TUZÖ, zekâyı çok boyutlu bir yapıda değerlendirerek 3-22 yaş arasında bireylerin kendine özgü güçlü ve zayıf yönlerini kapsamlı bir şekilde belirleyecek ve gelişim alanlarına uygun eğitim stratejilerinin planlanmasına katkı sağlayacak. Ayrıca yapay zekâ tabanlı “Bireye Özel Bilgisayar Uygulamalı Zekâ Ölçeği” olması özelliğiyle ölçümlerde testör hatalarını ortadan kaldırarak sürecin daha güvenilir yürütülmesine olanak sağlayacak. Önlediği döviz kaybı ve ülke ekonomimize olan katkısını da belirtmeye gerek yok.
Dijital dönüşüm ve teknoloji entegrasyonu çağında Türkiye’nin kalkınma hedeflerini ve geleceğe yönelik vizyonunu yansıtan TUZÖ, insan kıymetinin etkin bir şekilde değerlendirilmesine ve öğrencilerimizin var olan potansiyelinin en üst düzeye çıkarılmasına olanak tanıyacak. Bugün yıllardır hayalini kurduğumuz, “Artık bizim de yerli ve millî zekâ ölçeğimiz var!” diyebileceğimiz bir konumdayız. Sayın Milli Eğitim Bakanımız Prof.Dr.Yusuf Tekin’in öncülüğünde, büyük bir emek ve kararlılığın sonucunda, ülkemiz ölçme araçları kullanımında dışa bağımlılığını sona erdirmiş, test üreticisi olarak diğer ülkelere test temini konusunda stratejik bir öneme sahip olmuştur. Biliyorum ki, TUZÖ sayesinde değerli yetenekler keşfedilecek ve ülkemizin genç zihinleri en doğru şekilde yönlendirilecektir. Bu vesileyle ayrıca değerli daire başkanımızı, ekibimizi ve emek veren akademisyenlerimizi burada anmak isterim. Zor işti, hepsinin emeklerine sağlık.
Sonraki iki sorumun daha iyi anlaşılması açısından şu cümleleri kurmak zorundayım sevgili okuyucularımız… Öyle bir bakanlık düşünün ki, pandemide en çok konuşulan bakanlık, depremde en çok konuşulan bakanlık, hastanede içerisinde hasta çocuklarımıza okul hizmeti veren bakanlık, adalet sistemi içindeki çocuklara hizmet götüren bakanlık: Milli Eğitim Bakanlığı… İçinde çocuk olan her eve, hatta çocuk yoksa torunları için takip edilen, yeğenler için takip edilen bir bakanlık… Online eğitim, TRT Eba, ÖBA, MEBİ, zoom, hibrit eğitim, maarif modeli, yks, lgs… Daha onlarca kavramın bir zincir gibi birbirini takip ettiği bir bakanlık: Millî Eğitim Bakanlığı…
ADALET SİSTEMİ İÇİNDEKİ ÇOCUKLARA YAKLAŞIM KILAVUZU
2024 yılı sonunda alanının duayen isimlerinden Prof. Dr. Emine Akyüz Hocamızın da katılımlarıyla “Adalet Sistemi İçindeki Çocuklara Yaklaşım Kılavuzu” hazırladınız. Bu kılavuz ile neleri hedeflediniz? Çıktıları neler olacaktır?
“Adalet Sistemi İçindeki Çocuklara Yaklaşım Kılavuzu”nu hazırlarken temel amacımız, adalet sistemi içinde yer alan çocuklara yönelik hizmetlerin etkili, duyarlı ve çocuğun üstün yararını gözeten bir şekilde gerçekleşmesini sağlamaktı. Bu kılavuz, çocukların karşılaştıkları riskleri anlamak, onları korumak ve desteklemek için önemli bir rehber niteliği taşıyor.
Adalet sistemi içindeki çocuklar, suça sürüklenen, suç işleyen, suçtan zarar gören veya bu açılardan risk altında bulunan çocuklar olarak tanımlanabilir. Bu çocuklar, fiziksel ve ruhsal gelişimlerini henüz tamamlamamış bireyler olarak özel bir ilgi, koruma ve rehberliğe ihtiyaç duyuyorlar. Hazırladığımız kılavuzda, çocuk kavramı, tedbir kararları ve bu kararların uygulanması gibi önemli bilgilere yer verilerek, Millî Eğitim Bakanlığı (MEB) personelinin bu bilgilerden yararlanıp çocuklara karşı saygılı, içten ve koruyucu bir yaklaşım sergilenmesi hususunda bilinçli bir farkındalık sahibi olması hedefleniyor. Öte yandan kılavuzun içeriği diğer bakanlıklar (Adalet ve Çalışma ve Sağlık bakanlıkları başta) için de kullanılabilir nitelikte.
Kılavuzun çıktıları arasında, çocukların gelişimsel düzeyleri, duygusal ve psikolojik durumları göz önünde bulundurularak bireyselleştirilmiş yaklaşımlar geliştirilmesi de yer alıyor. Özellikle riskli davranışlar gösteren çocukların gelişimsel olarak desteklenmesi ve topluma kazandırılması için stratejiler belirleniyor. Ayrıca, çocukların aileleriyle iş birliği yapılarak, çocukların güvenli ve sağlıklı bir şekilde büyümeleri için gerekli ortamların hazırlanması amaçlanıyor.
Çocuklarla çalışırken, çocuğun üstün yararının her durumda öncelikli olduğu unutulmamalı. Bu anlayışla, çocukların haklarına ve onuruna saygı gösterilmeli, onlarla etkili iletişim teknikleri kullanılarak güvenli ve destekleyici bir ortam sağlanmalı. Empatik ve aktif dinleme becerileri, çocukların kendilerini daha iyi ifade etmelerine yardımcı olacaktır.
Ayrıca, kılavuzda bildirim yükümlülüğüne özel bir vurgu yapıldı. Çocuklarla çalışan her birey ve kurum, çocuğun maruz kaldığı veya risk altında olduğu durumlarda yetkili makamlara bildirimde bulunma sorumluluğunu taşır. Bu, çocukların korunması ve haklarının güvence altına alınması için oldukça önemli. MEB, bu hassasiyetle hareket ederek, çocukların esenliklerini desteklemek ve onları topluma kazandırmak için çalışmalarını sürdürüyor.
TÜRKİYE’DE ÇOK AZ BİLİNEN BİR SINIF MODELİ: HASTANE SINIFLARI
Hastane sınıfları konusu da oldukça takdir gören ve aslında ülkemizde çokça bilinmeyen bir hizmet alanı… Belki de bu soru sayesinde birçok kişi MEB’in bu hizmetinden haberdar olacak. Nedir hastane sınıfları? Kimler faydalanıyor?
Hastane sınıfı uygulaması, Millî Eğitim Bakanlığınca hastanelerde uzun süreli yatarak tedavi gören veya zorunlu öğrenim çağında sağlık problemi nedeniyle örgün eğitim kurumlarından yararlanamayan özel eğitim ihtiyacı olan öğrenciler için hastanelerin içinde kurulan, donanımlı sınıf ortamlarında ya da çocuğun tedavi gördüğü odasında birebir eğitim verilmesini kapsayan bir eğitim modelidir. Burada görev yapan öğretmenler özel olarak seçilmiştir ve bu alanda deneyimli kişilerden oluşur.
MEB Özel Eğitim ve Rehberlik Hizmetleri Genel Müdürlüğünce, hastane sınıflarında yürütülen eğitim hizmetleri ile öğrencilerin eğitim hayatından kopmadan tedavisini sürdürebilmesi amaçlanıyor. Hem akademik hem de sosyal-duygusal gelişimlerinin desteklenmesi için çok yönlü faaliyetler organize ediyoruz. Türkiye’de 31 ilde 80 hastane sınıfında eğitim hizmeti veriliyor şu anda. Hâlihazırda 558 öğrenci hastane sınıfında eğitime devam ediyor. Hastanelerden taburcu olmaları ya da yeni hastane yatışları ile eğitim gören öğrenci sayısı değişiyor tabi. Sabit bir sayı yok; günlük değişebilir.
Sağlık kuruluşlarında yatarak tedavi gören zorunlu öğrenim çağındaki öğrencilerin eğitimlerinin kesintiye uğramaması için hastanelerde açılan sınıflara veliler dilekçe ile başvurabiliyorlar. İlköğretim veya özel eğitim programı uygulanan ortaöğretim kademesinde öğrencilerin ders programı haftada 10 ders saatinden, diğer ortaöğretim kademesinde olanlar için ise haftada 16 ders saatinden az olmayacak şekilde planlanıyor. Ders başlama ve bitiş saatleri ile derslerin süresi, eğitim alacak öğrencinin sağlık durumu ve hastane şartları dikkate alınarak il veya ilçe özel eğitim hizmetleri kurulu tarafından belirleniyor. Hastane sınıflarındaki öğrenciler, kayıtlı bulundukları sınıfta uygulanan öğretim programları ile eğitimlerine devam ediyorlar.
Öğrencilerin başarı durumları, kayıtlı bulundukları sınıftaki değerlendirme ölçütlerine göre hastane sınıfında okutulan dersler için yapılmaktadır. Öğrenciler, okutulmayan derslerden muaf tutuluyor. Bu sınıfların her birinde iki sınıf öğretmeni görevlendirilmekte, ihtiyaç doğrultusunda diğer alanlardan da öğretmenler görevlendirilerek hastane sınıflarında eğitim-öğretime devam ediliyor. Millî Eğitim Bakanlığınca, hastane sınıflarında uygulama birliğinin sağlanması amacıyla yayınlanmış bir “Hastane Sınıfları Uygulama Kılavuzu” var. Kılavuzda, bu sınıflarda eğitim alan öğrencilere kayıtlı bulundukları eğitim programı doğrultusunda verilecek Bireyselleştirilmiş Eğitim Programı’na (BEP) ilişkin detaylı bilgilere yer veriliyor. Hastane sınıflarındaki eğitim ile psikolojik danışma hizmetlerinin anlatıldığı kılavuzda, hastane sınıfı öğretmenleri ile refakatçi ailelere yönelik öneriler de sıralanmış durumda. Kılavuzda ayrıca, hastane sınıflarında eğitim ortamlarının fiziki koşullarına ilişkin standartlar da yer almakta. Devletimiz büyük; hastanede koşullarında çocuklarımızın eğitiminin aksamaması için de her türlü tedbiri kararlı şekilde alıyor. İnsanı yaşat ki devlet yaşasın…
LİSE ÖĞRENCİLERİNİN ŞİDDETE BAKIŞ AÇISI: “ŞİDDET ALGISI ARAŞTIRMASI”
Geçtiğimiz haftalarda, mart başında yayınlanan lise öğrencileri arasında yürütülen “Şiddet Algısı Araştırması”nı yayınladınız. Bu araştırmanın çıktıları nelerdir? En çok şiddet hangi alanlarda görülüyor? Mağdurlar daha çok kimler? Şiddetsiz iletişim kurmayı becerebiliyor muyuz Sayın Otrar?
Evet, bu araştırmalar bizim için inanılmaz önemli. Araştırmanın amacı lise öğrencilerinin hangi durum ve davranışları şiddet olarak nitelendirdiğini ortaya koymak. Onlara göre şiddet olarak algılanan olgu neleri barındırıyor; bunu araştırdık. Genç kuşağın dünya tasavvuru farklı. Onların gözüyle yaşananları görmeden sorunun çözümü için gerçekçi adımlar atamayız diye düşünüyoruz. Sonuçları da hem ilgili diğer kurumlarımızla hem de kamuoyu ile paylaşıyoruz. Ben de sizinle bazı kritik bulguları özet olarak paylaşayım.
Lise öğrencileri şiddetin en yaygın yaşandığı yer olarak dijital ortamı işaret ediyor. Öğrencilerin büyük çoğunluğu, %37,1’i dijital ortamda şiddetin yaygın olduğunu belirtmiş. Özellikle izinsiz bilgi paylaşımı, internet ortamında hakaret/kötü söz, geçmiş paylaşımların bulunup yeniden gündeme getirilmesi gibi dijital davranışlar, en sık karşılaşılan şiddet türleri arasında yer alıyor.
Bununla birlikte araştırmada şiddet mağduriyetinin tek yönlü olmadığı da ortaya çıkıyor. Öğrenciler yalnızca mağdur değil aynı zamanda tanık ve uygulayıcı da olabilmekte. Örneğin, öğrencilerin %53’ü sosyal medyada en az bir kez hakaret ya da küfre maruz kaldığını belirtirken, %40,8’i de başkalarına hakaret ettiğini ifade etmiştir. Bu durum, dijital şiddetin çift yönlü sarmal bir yapıya sahip olduğunu gösteriyor.
Araştırmaya göre lise öğrencilerinin en fazla şiddet olarak algıladığı davranış, “özel bilgi ve fotoğrafların internet ortamında paylaşılması tehdidi”. Bu durumu öğrencilerin %92,3’ü şiddet olarak tanımlamış. Ayrıca sosyal medyada hakaret/küfür, izinsiz hesaplara erişim ve sosyal medya üzerinden dışlanma gibi durumlar da öğrenciler tarafından şiddet olarak değerlendirilmiş.
Genel sonuçlara bakıldığında şiddet algıları ve şiddete maruz kalma durumları cinsiyet, anne-babanın birlikte yaşama durumu, aile gelir düzeyi ve anne-babanın eğitim düzeyi gibi faktörlerden etkilenmiş görünüyor. Özellikle anne-babanın birlikte yaşama durumu, öğrencilerin şiddete maruz kalma veya şiddet uygulama sıklığı, destek arayışı ve sosyal davranışları üzerinde belirgin farklılıklar oluşturuyor. Düşük gelir düzeyindeki bireyler, hem aile içi hem de eğitim ortamında fiziksel ve psikolojik şiddete daha sık maruz kalmaktadır.
EĞİTİM İSTATİSTİĞİ
Sizin bir diğer uzmanlık alanınız da “istatistik”… Eğitim istatistiği bakımından verileri doğru analiz edebiliyor muyuz? Benim en çok merek ettiğim konuların başında deprem sonrası ne kadarlık bir öğrenci hareketliliği oldu (toplamda kaç öğrenci okul/şehir değiştirdi) şehirler arasında? Bir diğer merakım da LGS’de alınan puanlar acaba YKS’de nereye evriliyor? Yani 2020 yılında 0,09 taban puanla öğrenci alan bir Fen Lisesi acaba 2024 yılındaki YKS’de hangi yüzdelik dilim ile öğrenci mezun etti?
Eğitim istatistikleri eğitim politikalarının oluşturulmasında, öğretim süreçlerinin değerlendirilmesinde ve öğrenci başarısının analizinde kritik bir rol oynuyor. Biz tüm politika ve uygulamalarımızı veriye dayalı, kanıt temelli biçimde hazırlıyoruz. Bu yüzden istatistik önemli; elimiz ayağımız desem abartmış olmam. Yukarıda bahsetmiştim; ölçek geliştirmek de başlı başına istatistiksel bir analiz ve kanıtlama süreci. Biz de bu sebeple istatistiği etkili bir araç olarak kullanıyor ve elde ettiğimiz verileri kararlarımıza dayanak yapıyoruz.
Verilerin doğru ve güvenilir bir şekilde analiz edilmesi için dikkat ettiğimiz faktörler de mevcut. Örneğin, veri toplama yöntemi, veri toplama araçları, veri topladığımız örneklem grubu, veri analiz yöntemleri, analiz sonuçlarını uygulanabilir bir şekilde yorumlama gibi. Bilimsellikten taviz yok. Eğitim sistemimizin etkin şekilde yönetilebilmesi için veri temelli karar alma süreçleri büyük önem taşıyor. Bu noktada, istatistiksel analizler yalnızca sayısal eğilimleri değil, aynı zamanda eğitimin niteliğine ve geleceğine dair önemli ipuçlarını da sunuyor. Veri analizleri gelecek öngörülerinde de kullanıyoruz.
Öncelikle deprem sonrası öğrenci hareketliliğiyle ilgili sorunuza cevap vermek isterim. 6 Şubat 2023’te yaşanan Kahramanmaraş merkezli depremler sonrası, Millî Eğitim Bakanlığı olarak sahada hızlı veri toplama ve analiz süreçlerini devreye aldık. Depremden etkilenen 11 ilimizdeki öğrencilerin şehir içi ve şehir dışı nakil verileri günlük olarak takip edildi. Elde edilen veriler ışığında; okul öncesi, ilkokul, ortaokul ve lise kademelerinde öğrenim gören toplam 217 bin 246 öğrencinin, talepleri doğrultusunda farklı illere nakil olduğu tespit edilmiştir. Bu öğrencilerin önemli bir kısmı ilerleyen süreçte tekrar kendi illerine dönmüş, kalan kısmı ise eğitim hayatına bulundukları yeni illerde devam etmektedir. Bu veri hareketliliği, eğitim planlaması açısından oldukça önemlidir; okul kontenjanlarının, öğretmen ihtiyacının ve psikososyal destek hizmetlerinin yeniden ve gerçekçi biçimde organize edilmesini sağlamıştır.
LGS ile YKS arasındaki geçiş eğilimlerine ilişkin olarak da şunu belirtmek isterim: Ortaöğretim kademesindeki başarıyı sadece LGS sonuçlarıyla değil, öğrencinin dört yıllık gelişimiyle birlikte ele alıyoruz. Ancak kamuoyunun da yakından izlediği üzere, çeşitli liselere yerleşen öğrencilerin üniversite başarıları merak edilmektedir. Örneğin, 2020 yılında LGS'de 0,09 yüzdelik dilimle öğrenci alan Fen Lisesi gibi okullarımızdan mezun olan öğrencilerin büyük bölümü, YKS'de ilk 1000’de, bir diğer ifadeyle 0.03 lük bir yüzdelik dilimde yer almaktadır. 2024 YKS sonuçlarına göre bu okuldan mezun olan öğrencilerin yaklaşık %85’i ilk 10 bin içinde yer almıştır. Bu da bize, LGS’de başarılı olan öğrencilerin büyük kısmının akademik performanslarını koruyarak üniversite sınavlarında da yüksek başarı elde ettiklerini göstermektedir.
Bu tür verilerin daha kapsamlı analizleriyle eğitim politikalarımızı şekillendirmeye, kaynakları daha verimli kullanmaya ve öğrencilerimizin potansiyellerini en üst düzeyde desteklemeye devam ediyoruz.
TÜRKİYE’DE PDR’Cİ OLMAK
Pandemiyi, depremi hep birlikte yaşadık ve değerli psikolojik danışmanlarımız ile rehber öğretmenlerimizden çok yararlandık. Yeri gelmişken hepsine bir defa daha teşekkür ediyorum. Değerli hocam, şahsi olarak PDR benim kırmızı çizgim… Ülkemiz koşullarında bana göre her okulda PDR kadrosu olmalı, hatta birlikte çalıştığım değerli hocam Süleyman Beledioğlu’na göre her katta bir PDR kadrosu olmalı… Siz değerli meslektaşlarınız hakkında neler söylemek istersiniz?
Değerli yorumlarınız için meslektaşlarım adına teşekkür ederim. Açıkçası ben de böyle bir camianın içinde yer almaktan mutluluk duyuyorum. Özellikle 1950’li yıllardan itibaren, eğitimin yalnızca öğrencilere bazı akademik beceriler kazandırmakla sınırlı kalmaması, öğrencilerin sosyal duygusal ve mesleki becerilerinin de geliştirilmesi gerektiği anlayışı dünyada yaygınlık kazanmaya başladı. Buna paralel olarak ülkemizde de rehberlik ve psikolojik danışma hizmetleri yaygınlaştı.
Sevinerek söylemeliyim ki okullarda bulunan meslektaşlarımız gerçekten çok güzel işler yapıyorlar. RPD uzmanları okularda öğrencilerin kişilik gelişimlerine yönelik hizmetlerin yanı sıra bağımlılık, şiddet, ihmal ve istismar, krize müdahale ve adını sayamayacağım kadar pek çok alanda çok değerli hizmetler vermekteler. Açıkçası bu katkının gerek okul yöneticileri, gerek diğer öğretmenler ve gerekse veliler gibi diğer paydaşlarımız tarafından da her geçen gün daha fazla kabul edildiğini ve takdir edildiğini düşünüyorum. Pek çok okulda RPD uzmanları okulun hemen her tür işleyişinde yer alması gereken önemli bir destek unsuru olarak kabul ediliyor.
Bu sebeplerle okullarımızda RPD alan uzmanlarımızın sayısının artırılması bakanlığımız için de önemli. Dikkat ederseniz son atamalarda en fazla atama yapılan üç alandan ikisi bizim genel müdürlüğümüzün hizmet alanlarından; özel eğitim öğretmenliği ikinci sırada, rehberlik ise üçüncü sırada. Bu rakamlar da atama ve norm konusunda yaklaşımımızı gösteriyor.
EVDEKİ “BİRİCİK ÇOCUKLAR” NEDEN “BİRİCİK ÖĞRENCİLERE” DÖNÜŞEMİYOR!
Biliyorum sizi biraz fazla yordum… Hatta bazı sorularımın her biri kendi içinde bir söyleşi konusu… Geldik sonlara değerli Hocam… Yukarıda aslında minik bir atıf da yaptım, bu soruya sizi hazırlamak adına… Evlerin içerisinde, kendi odalarında prens/prensesliğini ilan eden “biricik çocuklar”, neden “biricik öğrencilere” dönüşemiyor? Ailelere yönelik açıklamalarınızı gerçekten merak ediyorum… Anne-babalar çocuklarının başarılı bir öğrenci olması için neler yapmalı?
Aslında bizim için her bir öğrencimiz zaten biricik öğrencilerimizdir. Hepsini çok seviyoruz ve attığımız her adımda, aldığımız her kararda onların esenliğini dikkate alıyoruz. Aileler konusuna gelince: Aileler bizlerin en önemli paydaşlarıdır. Bizler de onların en önemli paydaşlarıyız. Amacımız tamamen ortak: Onlar çocuklarını en iyi şekilde yetiştirmeye çalışıyorlar, bizler de öğrencilerimizi en iyi şekilde yetiştirmeye çalışıyoruz. Bu nedenle yıllardır vurguladığımız gibi okul-aile iş birliği öğrencilerimizin gelişimi için çok önemli. Okullarla ve öğretmenlerle iş birliği ve eşgüdüm içinde hareket etmelerini çok önemsiyoruz. Nitekim Bakanlığımızın üzerinde durduğu en önemli üç konunun arasında aile de var.
Bunun yanı sıra çocuğun yaşamına dâhil olmaları ve çocuklarıyla zaman geçirmeleri çok önemli. Çocukların duygusal, sosyal hatta akademik gelişimlerinde en önemli unsurun aileler olduğunu biliyoruz. Burada söylememiz gereken belki de en önemli konu, çocuklarının yalnızca dersleriyle ilgili olmalarının yeterli olmadığı. Ebeveynler çocuklarının günleri nasıl geçmiş, arkadaşları ile o gün neler yapmışlar, o gün canlarını sıkan bir şey olmuş mu, kendilerini çok değerli hissettikleri bir an olmuş mu gibi sorular sorarak çocuklarının yaşamlarına katılmalılar. Böylelikle çocukları ile ilişkilerini güçlendirip onların daha sağlıklı bir şekilde gelişmelerine çok değerli katkılar sağlayabilirler.
Değerli fikirleriniz ve katkılarınız için şahsım ve haber7.com okuyucuları adına çok teşekkür ediyorum kıymetli Hocam.
İsmail Yolcu
Ankara Bilim Üniversitesi
Eğitim ve Kariyer Uzmanı
Eğitimci, İletişimci ve Yazar
ismail.yolcu@ankarabilim.edu.tr
Yorumlar7