Türkiye'deki darbelerin ortak noktaları
Ne zaman: Şimdi Niçin: Çünkü Bu iki sorunun cevabı hep aynı oldu. Türk çocuğu Amiral Battı oyunuyla büyüdü. Bu nedenle satranç oynamaya vakti pek olmadı. Tarihler ve kişiler farklı, olaylar aynı... Türkiye'nin darbeler tarihi:

GİRİŞ 16.12.2009 10:18
GÜNCELLEME 16.12.2009 10:18
Handan Acar Yıldız'ın haberi
Tarihler farklı, olaylar aynı. Böyle yazılmış bir tarih çok yaratıcı olmasa gerek. Türkiye, her on yılda bir 'kendine gelmesi için' dipçikle dürtüldü. Ancak kendine gelmek bir yana, yara aldı. Son dönemde bu on yıllık süre uzadı. Artık son bulur derken, gündeme düşen yeni darbe planlarıyla zihinler allak bullak oldu.
27 Mayıs 1960
12 Mart 1971
12 Eylül 1980
28 Şubat 1997
27 Nisan 2007
Yukarıdaki beş tarihin alt alta ve aynı kategoride sıralanmasını sağlayan olaylar silsilesi ise neredeyse aynı. Yani bu dört tarihten yalnızca birinin oluşumuna zemin hazırlayan ortamları resmetmek diğerlerini de resmetmek anlamına geliyor.
Tüm süreçlerde geçerli olan durumlar ana başlıklar altında toplanabilir.
A- Türkiye'nin Ekonomik Atağa Geçtiği Dönemler ve Ticari Konuda Alternatif Müttefik Arayışına Geçmesi:
27 Mayıs, 12 Mart ve 28 Şubat Türkiye'nin ekonomik olarak TAKE OF diye tabir edilen dönemlerine tekabül eder. Bu dönemde Türkiye, Avrupa ve ABD'nin yanında Orta Doğu ve Rusya gibi alternatif enerji ve üretim müttefikleri aramıştır. Ancak bu ekonomik arayışlar daha çok siyasi arayış olarak algılanmış ve darbe tarihlerinin bir diğer ortak noktası “Türkiye, Doğu'ya mı yaklaşıyor” eleştirilerine neden olmuştur.
Take Of tanımı ulaşımda kullanılır. Uçağın havalanmadan önceki ulaştığı en yüksek hızdır. O andan sonra uçak havalanır. Türkiye 27 Mayıs, 12 Mart ve 28 Şubat öncesinde Take Of noktasındaydı. 1950- 77 yılları arasında Türkiye milli gelirini 5 defa katlayarak 1018 dolara çıkarmıştı. Ülke on yıl ara ile 27 Mayıs ve 12 Mart süreçlerine girmeseydi milli gelirini 8 kat artırarak Japonya hızına yetişecekti.
1 Haziran 1976 tarihli New York Times gazetesinin yayınladığı bir harita ve TÜSİAD'ın hazırladığı rapor, Türkiye'nin 1980'e de iyi bir seviyede yaklaştığını gösteriyordu. New York Times'da yayınlanan haritada Türkiye sanayileşmiş ülke olarak işaretlenmişti.
Aynı dönemde IDA (Milletlerarası Kalkınma Birliği) 1973'ten sonra gelişmiş ülke saydığı Türkiye'ye kredi açmayacağını söylüyordu. TÜSİAD'ın 1976 raporunda Türkiye'nin 1976'ya pek çok ülkeden daha iyi girdiği belirtiliyordu. 1977'de Türkiye İsrail'den daha az borçlu bir ülkeydi. Yassıada'daki yargılamada Menderes'e 15 yeni şeker fabrikası açılmasının hesabı sorulacaktı.
1950 ile 1970 arasındaki ekonomik çizelge şöyle süre gelmiştir
1-1948 yılında 27,4 milyar olan Türkiye gayri safi milli hasılası 1950'de 28,4 1960 yılında 49,9 ve 1967 yılında ise 72 milyar liraya çıkmıştı.
2- 1950'de milli gelirin %9,6'sını yatırıma ayıran Türkiye 1970'lerde %20'yi yatırıma ayırıyordu.
3- 1962- 72 dönemi yatırımlarının yüzde 22'si imalat sanayinde olacaktır.
Bu gelişime cevap dış dünyadan kredi kesmek oluyordu. Aynı anda içeride de siyasal karışıklıklar artıyordu. 9 Şubat 1977'de Milliyet gazetesinde yer alan habere göre; tekstil sanayinde hızlı gelişme gösteren Türkiye Avrupa'da 50 bin tekstil işçisinin işsiz kalmasına neden oluyor ve bu da dış dünyanın dikkatinden kaçmıyordu.
ABD, gençliğinin kanını kurutan uyuşturucunun büyük kısmının Türkiye'den gittiği gerekçesiyle ülkemizde haşhaş ekiminin yasaklanmasını istedi. Oy oranında köylünün yerini bilen AP, bu ültimatoma uymadı. AP'nin yerine geçen Nihat Erim hükümetinin ilk icraatlarından biri haşhaş ekiminin yasaklanmasıydı. Seçimle gelmeyen bir hükümetin köylünün tepkisi yerine ABD'nin tepkisini öncelemesi doğaldı.
28 Şubat sürecinde Türk ekonomisi dişiyle tırnağıyla kazandıklarının üçte birini kaybetti. Emekli askerlerin en favori mesleğinin ise, kar marjı yüksek şirketlerde danışmanlık olduğu dikkate alındığında demek istediğimiz daha iyi anlaşılacaktır. 28 Şubat'ın en tetikleyici damarı zaten İstanbul sermayesinin 'irticacı' yeşil sermayeyi tasfiye etmek istemesiydi.
28 Şubatta MGK'nın gösterdiği İrtica delilleri arasında Faik Bulut'un 'Nereye Koşuyor Bu Yeşil Sermaye?' adlı kitabı da vardı.
B- Türkiye Doğu'ya mı Yaklaşıyor Söylemi:
Bu başlığı ekonomi başlığından tamamen ayırmak aslında imkansız. Rusya'nın sıcak denizlere inme hayali Türkiye'yi dış politikada ABD ve NATO'ya yaklaştırdı. 12 Mart öncesinde AP yönetiminin Rusya ile ilişkileri sıkılaştırması ABD'yi rahatsız etti. Time, bu politikayı 'Türkiye yeni ufuklar arıyor' şeklinde yorumlarken, Alman gazeteleri, 'Türkiye'yi kaybeden Avrupa bir gün pişman olacak' ifadelerine yer veriyorlardı.
Alman Zeitung gazetesi, 12 Mart öncesinde Türkiye'de hızla yükselen minarelerden duyduğu 'endişe'yi şu cümlelerle dile getiriyordu. 'Türkiye artık NATO'nun vesayetinden kurtuldu. 50 milyona yaklaşan nüfusundan aldığı güçle stratejik önemini dilediği gibi değerlendirmeye hazırlanıyor.
Arap ülkeleriyle münasebeti hiçbir zaman bu kadar güçlü olmamıştı. Sovyetler Birliği (Karadeniz'inbekçisi) açıkça kur yapıyor. ABD bu oyunda esneklik gösteremedi. Avrupa Türkiye'nin kendinden onarılmaz şekilde uzaklaşmasından bir gün mutlaka pişmanlık duyacak.
Cumhuriyet'in kuruluş yıllarıyla başlayan ve İslam ülkeleriyle bağları koparma ve tamamen Batı'ya dönme anlayışından Menderes döneminde yavaş yavaş uzaklaşılmaya çalışıldı. 1965'li yıllarda Türkiye Doğu'ya da şans tanıyan bir ülke oldu. Arap ülkelerinin petrol gibi mühim bir kaynağa sahip oluşu ve Türkiye'nin sözü edilen ülkelerle tarihi ve dini geçmişi bu politikanın orta sınıf ve köylü kesimden de rağbet görmesine neden oldu.
Aynı şekilde 28 Şubat sürecinde de Refahyol hükümetinin öncülük ettiği D8 oluşumu da dış ve iç basında 'kaygıyla' karşılanmıştır. Dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan'ın Libya'ya yaptığı ziyaret de uzun süre tartışılmıştı.
C- ABD ile Dış Politikada Karşıt Görüşlerin Oluşması:
Ancak 27 Mayıs ihtilalinden önce ABD ve Türkiye arasında dış politikayla ilgili olarak görüş ayrılığı casus uçakları konusunda çıktı. Rusya'da keşif uçuşu yaparken düşen uçakların Türkiye'den kalktığının anlaşılması Türkiye'yi güç duruma düşürdü. Rusya Adana'yı bombalamakla tehdit etti. ABD Dışişleri Bakanı 27 Mayıs günü istihbarat uçuşlarının durdurulduğunu açıklarken Türkiye'de Demokrat Parti iktidarı devrilecekti.
İhtilal hükümetinin Dışişleri Bakanı Selim Sarper ise 1 Haziran 1960'da yaptığı açıklamada Kremlin'in bombalama tehdidinin kendileri tarafından ciddiye alınmayacağını söylüyordu. 1965'te iktidara gelen Demirel hükümeti de iki ay sonra U-2'lerin Türkiye'den 'meteorolojik' araştırma yapmak üzere kalkmasını yasakladı.
Arap dünyasıyla ekonomik ilişkilerin gelişmesinin bir yansıması olarak 5 Haziran 1967'de patlak veren Arap İsrail savaşında Türkiye bu politikanın gereği olarak açıkça İslam ülkelerinin yanında yer aldı. Dışişleri Bakanı Çağlayangil, 1958'deki durumun aksine “Türkiye'deki NATO üslerinin Araplara karşı bir oldu bitti ile kullanılmasına izin vermeyeceklerini” söylüyordu.
Demirel 1 Mayıs 1975'te Arap gazetesi El Havadis'e verdiği beyanatta aynı ifadeleri yeniliyordu. Arap İsrail savaşında NATO üslerini açmayan Türkiye ile ABD arasında haşhaş krizi patlak verecektir. ABD gençliğinin Türkiye'de yetiştirilen haşhaştan zehirlendiğini öne süren ABD bu bitkinin ekiminin yasaklanmasını istemiştir. Haşhaşın dünyada en çok yetiştiği bölge ise Asya'dır.
II. Bölüm
D- Türkiye'deki Azınlıklara Yönelik Saldırı ve Saldırganların Muhafazakar Hükümetten Yüz Bulması
1960 İhtilali sonrasında Yassıada yargılamalarına konu olan ve Hükümet'in sorumlu tutulduğu 6-7 Eylül olaylarının benzer senaryolarına 2009 yılında ortaya çıkan Kafes Planı'nda rastlanıyor: Azınlıkların dini liderlerine yönelik suikastler..
Kafes'in ortaya çıkması sadece 6-7 Eylül'ü değil, 2007 yılında yaşanan olayları da akla getiriyor. Bu tarihte Ermeni gazeteci Hrant Dink ve Trabzon'da yaşayan Rahip Santaro aynı tür silahla öldürülmüştü. Glock marka silah zihinlerde 'Gonk' sesi yaratmıştı.
Ayrıca zanlıların profili de birbirine çok benziyordu. Bu iki olayla birlikte misyonerlik yaptığı iddia edilen üç gencin öldürüldüğü olay Eergenekon davasında birbiriyle ilişkili olaylar olarak dosyaya geçti. Dava hala sürüyor (!)
6-7 Eylül'de ne olmuştu?
Dönemin medyası halkın en hassas noktaları konusunda 'uyandırıcı' misyonunu kararlılıkla yerine getirmişti. Kıbrıs Türkleri'ne yapılan baskılar, 1955 yılında Türkiye kamuoyunun gündeminde baş köşeye oturmuştur. O dönem Türkiye'de en çok satan gazete olan Hürriyet başlığında İstanbul'daki Rum azınlığın aralarında bağış toplayarak Kıbrıs Rumlarının ENOSİS çetelerine gönderdiğini yazıyordu. Dışişleri yetkilileri Londra'da Kıbrıs temaslarına devam ederken, Atatürk'ün Selanik'teki evinde bir bomba patlamasıyla ilgili haber, önce 6 Eylül 1955 günü saat 13.00 haberlerinde radyoda yayımlandı.
Bunun üzerine, “Atamızın evi bombalandı” manşetiyle ikinci baskı yapan Mithat Perin'in sahibi, Gökşin Sipahioğlu'nun yazı işleri müdürü olduğu İstanbul Ekspres gazetesi genelde tirajı 20 bin civarında olduğu halde 6 Eylül'de 290.000 basmış ve o dönemde kurulmuş olan Kıbrıs Türktür Derneği üyelerince bütün İstanbul'da satılmaya ve halkı galeyana getirmek üzere kullanılmaya başlandı.
Aynı baskıda Kıbrıs Türktür Derneği genel sekreteri Kamil Önal Mukaddesata el uzatanlara bunu çok pahalıya ödeteceğiz, ödeteceğimizi alenen söylemekte de bir mahzur görmüyoruz diye yazmıştır.
Kıbrıs Türktür Cemiyeti'nin önayak olması ve diğer gençlik örgütleri, meslek kuruluşları, kontrgerilla ve diğer derin devlet teşkilatları, bazı resmi ve gayriresmî makamların telkin ve teşvikiyle yerel kalabalıklar ve şehre dışarıdan getirilmiş olan kitlelerce 6 Eylül akşamı Cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir yağma ve yıkım eylemi gerçekleştirildi.
İstanbul'daki Rum azınlığın ev, işyeri ve ibadet yerlerine yönelik bu saldırılarda emniyet pasif bir tutum sergiledi. Rum vatandaşların adresleri hakkında önceden bilgi sahibi olan, 20-30 kişilik organize birliklerin kent içindeki ulaşımı özel arabalar, taksi ve kamyonların yanı sıra otobüs, vapur gibi araçlar yardımıyla sağlandı. 7 Eylül sabahına kadar süren saldırılarda aralarında kilise ve havraların da bulunduğu 5.000'den fazla taşınmaz tahrip edildi ve milyonlarca dolarlık mal sokaklara saçılıp, yağmalandı.
Kiliseler ve mezarlıklar da payını aldı: Kiliselerin içindeki kutsal resimler, haçlar, ikonalar ve diğer kutsal eşyalar tahrip edildiği gibi, İstanbul'da bulunan 73 Rum Ortadoks kilisesinin tamamı ateşe verildi.
İzmit ve Adapazarı'ndan gelen yağmacılar geri dönmek üzere Haydarpaşa istasyonuna geldiklerinde, üzerlerinde yağmaladıkları mallarla yakalandılar. Bunların büyük bir bölümünün başka şehirlerden getirildiği ortaya çıktı.
Zamanın gazetelerine göre asıl suçlu, Türkleri provoke eden Rumlardır. Halbuki 6-7 Eylül olaylarının sadece Kıbrıs'la ilgili olarak Rumlara yapılmış bir misilleme olmadığının bir göstergesi, tahrip edilen işyerlerinin sadece yüzde 59'u Rumlara aitken, kalan yüzde 17'sinin Ermenilere, yüzde 12'sinin Yahudilere ait olması, hatta dönmelere ve Müslüman olmuş Beyaz Ruslara ait mekânların bile saldırıya uğramasıdır.
Olayların başladığı saatlerde İstanbul'da olan başbakan Adnan Menderes saldırıların kontrol edilememesi üzerine Sapanca'dan çağrıldı ve sıkıyönetim ilan edildi. Olaylarla ilgili olarak önce 3.151 kişi tutuklandı. Sonradan bu sayı 5.104'e yükseldi. 10 Eylül 1955 günü dönemin İçişleri Bakanı istifa etti.
1960 darbesinden sonra, bu olaylar Yassıada yargılamalarının gündemine oturdu. 27 Mayıs darbesinden sonra cunta tarafından organize edilen Yassıada yargılamalarında olayların DP hükümetinin başbakanı Adnan Menderes'in provokasyonu sonucu kontrolden çıktığı iddia edildi ve cunta mahkemesi Demokrat Parti yönetimini 6-7 Eylül olayları nedeniyle de cezalandırıldı.
Altındaki imzanın ıslak mı kuru mu olduğu uzun süre tartışılan 'Kaos Planı'nda Kahramanmaraş olaylarını okur gibi oluyoruz.
19 Aralık ile 26 Aralık 1978'de Kahramanmaraş'ta meydana gelen Cumhuriyet tarihinin en önemli katliamlarından biri olarak anılan olaylar 12 Eylül darbesi için gerekçe olarak gösterilmişti. Olaylar alevi ve sünni çatışması şeklinde lanse edilmişti.
Kaos planındaki eylem maddelerinden biri de Alevi ya da Azınlık liderlerine suikast düzenleyerek sözü edilen kesimlerin tepkisini çekmekti.
Maraş katliamı sanığı olarak yargılanan ve beraat eden eski BBP Genel Başkan Yardımcısı Ökkeş Şendiller', Alevi Çalıştayı'na katılmasına izin verilse 'olayların bir Sünni alevi çatışması değil, uluslar arası bir plan olduğunu belgeleriyle ispat edeceğini' söylemiştir.
19 Aralık ile 26 Aralık 1978'de Kahramanmaraş'ta meydana gelen Cumhuriyet tarihinin en önemli katliamlarından biri olarak anılmaktadır. Olaylar alevi ve sünni inançlı vatandaşlar arasında yaşanmıştır ve darbeye gerekçe olarak kullanılan ya da hazırlanan olaylardan biri olarak kabul edilmektedir.
28 Şubat'tan önce yaşanan Gazi olayları da benzer nitelikteydi. Gazi Mahallesi Olayları, 1995 yılı Mart ayında İstanbul'un Sultangazi ilçesine bağlı Gazi Mahallesi'nde provokatif bir eylem sonucu başlayan ve şehrin diğer bölgelerine yayılan olaylardır.
12 Mart 1995 günü akşam saatlerinde İstanbul'da Alevi vatandaşların çoğunlukta yaşadığı Gazi Mahallesi'ndeki üç kahvehane ve bir işyeri aynı anda kimliği belirsiz kişilerce bir taksiden otomatik silahlarla açılan ateşle tarandı.
E- Ülkede Düşünce ve İnanç Bazında Kutuplaşmaların Yaşanması:
Türkiye her darbe sürecinde karşıt grupların çatışmasına sahne olmuştur. Bu, bazen Alevi- Sünni, Laikçi- İslamcı, Sağcı- Sol gibi farklı boyutlarda olabildi. Türkiye en keskin kutuplaşmayı ideolojik bazda Sağ- Sol arasında yaşadı.
Bu durum, çift kutuplu dünya düzeninin etkisiyle gerçekleşti. Ancak Türkiye'nin stratejik konumu, çift kutuplu düzenin iki aktörü olan ABD ve Rusya açısından vazgeçilmez olması, bu kavgayı uzun ve çetrefilli kıldı. 1968'ler, Komünist dünya görüşü ile Milliyetçi dünya görüşü arasındaki sınırların keskinleşmeye başladığı tarihtir.
İki grubun da temelinde savunduğu aslında aynı, emperyalizm karşıtlığıydı. Milliyetçi cenah, sosyalizmi savunan kesimi Rus ve Çin emperyalizmine hizmet etmekle suçluyordu. Sol kesim ise sağ kesimi Amerikan emperyalizmine hizmet etmekle suçluyordu.
1969 yılında gazeteci Beyhan Cenkçi'nin bir araya getirdiği ve dışarıda binlerce kişinin tetikte izlediği üç öğrenci vardı. Dev-Genç Genel Başkanı Ertuğrul Kürkçü, Ülkü ocakları Birliği Genel Başkanı Ramiz Ongun ve Sosyal Demokrasi Dernekleri Federasyonu Başkanı Semih Eryıldız.
Gençler neden vuruşuyorsunuz sorusuna da ortak cevap veriyorlardı: “Biz vurmuyoruz, kendimizi savunuyoruz”.
Daha sonra Ergenekon soruşturmasında da adı geçen emekli albay Fikret Karadağ'ın ifadeleri bu gençlerin neden kendini vuran değil de savunan tarafta gördüğünün önemli bir temsili.
Bu albay darbe girişimlerinin otaya çıktığı 2007 yılında şu sözleri söylüyordu: “Ben şimdi 5 Mahir Çayan 10 Yusuf İnanoğlu arıyorum.” Yusuf İnanoğlu diye bir karakter yok aslında. Bu Albay Yusuf Aslan ve Hüseyin inan'ın isimlerini bile doğru hatırlamıyor. Ancak böyle gençleri aradığını söylüyor. Demek ki amaca ulaşmak için kullanılmış gençlerin adları bile önemli değil
Ayrıca bu darbeden kırk yıl sonra bir albayın aklına bu isimlerin gelmesi ve bu kadar samimi gençleri araması dikkat çekici.
68 kuşağının eylemlerde aktif rol oynayan gençleri idam sehpasına gitti. Ancak bu gençlerle yoğun diyalog halinde olan, 27 Mayısçı Milli Birlik Komitesi üyesi İrfan Solmazer 12 Mart muhtırasına 24 saat kala Almaya'ya uçtu. Yine solcu gençlerle ilişkisi bilinen Sarp Kuray gibi subayların akıbeti ölen gençlerden çok farklı olmuştur.
Sağ kesimdeki gençler ise bugün siyaset bilimi uzmanları tarafından Özel Harp Dairesi'nin projesi olarak yorumlanan Komanda Kamplarında eğitim görüyorlardı.
Bu örneklerin iki boyutu var. Bir boyutu o dönem bazı gençlerin aynı mihraklar tarafından kullanılması. İkinci boyut ise çok daha önemli ma gözden kaçan bir boyut
İster sağ ister sol kesim olsun (ama burada ideolojisiyle daha çok çelişen sol kesimdir) belli amaca ulaşmak için ordudan medet umma ya da ordu ile dirsek temasında bulunmayı sakıncalı görmemiştir.
Sana yapılan darbe iyi bana yapılan darbe kötü anlayışı ne yazık ki bu gün bir kesimde hala etkilidir. Örneğin yakın geçmişte 28 Şubat sürecine tepki koyan, 'eski tüfek' solcular ve sağcılar olmuştur. Ama 28 Şubat'a alkış tutanların yanında ne yazık ki bu oran bir elin parmakları kadar azdır. Aynı çelişkiyi sağ kesim de göstermiştir. Gençliğinde hapishanelerde milliyetçi olarak işkence gören isimler, 28 Şubattan sonra kurulan hükümetlerde ANAP'lı olarak bakanlık yapmışlardır.
12 Mart 1971muhtırası ile 12 Eylül 1980 darbesinde iktidarda Demirel yönetimi, muhalefette ise CHP ile Ecevit bulunuyordu. 1980 darbesinde Erbakan'ın MSP'si de Meclis'te bulunan partiler arasındaydı. Türkiye'nin en büyük tehdidinin aşırı Sol olduğunu söyleyen Demirel ile Sağ'ın da en az Sol kadar tehlikeli olduğunu savunan Ecevit aynı Meclis'te yer alıyordu.
İdeolojik kutuplaşmanın en yoğun yaşandığı alanlar ise üniversitelerdi. Bu dönemde dekan ve profesörler 28 Şubat sürecinde olduğu gibi, cübbeleriyle sokaklarda tepki yürüyüşleri düzenlemişlerdi. Tayinler, Danıştay tarafından iptal ediliyor; çıkan kanunlar Anayasa Mahkemesi tarafından durduruluyordu. Yasama, Yürütme ve Yargı arasındaki 'ayrılık' böylece sürekli gündemde kalıyordu.
KAYNAKLAR
12 Mart'ın İç Yüzü Hüseyin Demirel
Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım Hasan Cemal
Akide Şekeri Harekatı Salih Acarel
68 Kuşağı Mümtazer Türköne
YORUMLAR 12
-
mehmet tokat 15 yıl önce Şikayet EtKARDEŞLİK İSLAMİ BİR BAĞDIR, TÜRKÜN EN ÖNEMLİ ÖZELLİĞİDİR. bunun aksi bir tutum içinde olamaz ne müslümanlar ne de türkler. mübarek bir kavim olan türkler, yine iman ettiklerinde çok üstün olan, üstün ahlaklı olan kürtlerle her zaman kardeştirler.Beğen
-
AV.ESMERAY 15 yıl önce Şikayet Etmütemadiyen ve de adiyen dipçikle dürtülen mazlum millet.... darbe olur- olmaz diye tartışmanın ya da mümkün olabilirliğini öngörebilmenin manası da yok aslında bugün gelinen noktada. illa ki ortalığa dökülüp tam da kitabına uygun darbe yapmanın riskleri var tabi ,cuntacıların da kendi aralarında ifade ettiği ve de kayıtlardan duyduğumuz şekliyle zaten. yönetimi ele ALSAK bile EKONOMİYİ 1 ay çeviremeyiz, yüzümüze gözümüze bulaştırırız diyordu ya ergenekoncu zat. ORtalık karışsın OHAL dir, sıkıyönetimdir bize o da uyar diyor, şimdilerdeki uğursuz AĞIZLarı..Beğen
-
Hüseyin 15 yıl önce Şikayet EtHalkımız koyun gibi olursa. Halkımız, tilkilere, çakallara ve kurtlara fırsat verirse olacağı bunlardır. Kurt gövdenin içine girdi diyen ne güzel demiş. Cemiyet kanını emen can damarını kemirenleri dost sandıkça daha çok belalar görür. Eskilerde basiret yokmuş. Müslümanın basireti olur. bana hala demireli savunan yetmişlikler var. yazıklar olsun onlara.Beğen
-
Ozgur 15 yıl önce Şikayet EtDARBE OLMAZ DIYENLERE. Geçmişte darbe yapanlara geçmiş darbelerden barınanlara bakın herseyi anlarsınız. Deniz Baykalin 2011de iktidarız sözünü kulağınıza küpe yapın. Neden 2011 adamın bir bildiği var.Beğen
-
Ozgur 15 yıl önce Şikayet EtDARBE OLMAZ DIYENLERE. Geçmişte darbe yapanlara geçmiş darbelerden barınanlara bakın herseyi anlarsınız. Deniz Baykalin 2011de iktidarız sözünü kulağınıza küpe yapın. Neden 2011 adamın bir bildiği var.Beğen