Geleceğin fantastik yazarları bu kitapta
İBB Kültür A.Ş.’nin çocuklara edebiyatı sevdirmek, için başlattığı Çocuk Yazarlar Hikâye Yarışması’nın ödüllü hikâyeleri tek kitapta toplandı.
İBB Kültür A.Ş.’nin çocuklara edebiyatı sevdirmek, yaşadıkları şehri tanımalarını sağlamak ve geleceğin yazarları olma yolunda onlara destek vermek için başlattığı Çocuk Yazarlar Hikâye Yarışması’nın ödüllü hikâyeleri tek kitapta toplandı.
İstanbul’da geçen fantastik hikâyelerle yarışmaya katılan 5, 6, 7 ve 8. sınıf öğrencileri çok satan fantastik kitapları aratmayacak bir performans sergiledi. “Fantastik Şehir İstanbul” adıyla yayımlanan kitap, dereceye giren 10 hikâyeden oluşuyor.
Fantastik Şehir İstanbul; yarışmada birinci olan Şişli Talat Paşa Ortaokulu 6. Sınıf öğrencisi Nisan Özcan’ın “Kelime Koleksiyoncusu” isimli hikâyesi ile başlıyor. İkinci olan Gazi Osmanpaşa Özel Mavi Gün Ortaokulu 6. Sınıf öğrencisi Zeynep Karaca “Zamanın Ruhu”, üçüncü Arnavutköy Halis Kutmangil Ortaokulu 8. Sınıf öğrencisi Efe Sabri Ünal ise “İstanbul’un Son Taşı” başlıklı hikâye ile kitapta yer alıyor.
İstanbul’un Ruhu, Yerebatan’ın Laneti, İstanbul’un Koruyucuları, Aşk Saklı, Bir İstanbul Rüyası, Yüzük Mahzeni, Kralların Laneti kitapta yer alan diğer hikâyelerden.
Çocuk Yazarlar Hikâye Yarışması, her yıl İBB Kültür A.Ş. tarafından, İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nün işbirliği ile düzenleniyor.
İBB Kültür A.Ş. çocukların yaşadıkları şehri tanımalarını, hissetmelerini ve bunları Türkçe’nin dil zenginliği içerisinde en güzel şekilde ifade edebilmelerini sağlamayı amaçlıyor.
İşte Fantastik Şehir İstanbul’un İlk Hikayesi
Kelime Koleksiyoncusu / Nisan ÖZCAN
“Evet canım! Kız daha bugün geldi… Çok acıklı… Babası ölmüş… Annesi de hapse…”
Yorganın altına girip duymamaya çalıştım. Ama pek işe yaradığını söyleyemeyeceğim.
“Taa Konya’dan… Tabii beğendi İstanbul’u… Hele Sultanahmet’i…“
Nasıl oldu anlayamadım. Öylece dalıverdiğim uykumdan sabah televizyonun bangır bangır sesiyle uyandım.
“Orhan Laçin ortadan kayboldu. Ünlü yazar en son Sultanahmet’in bu sokağında görüldü.”
Bu ses sanki yankı yapıyor gibiydi. Sanki biri söylüyor, öbürü tekrarlıyordu. Yavaşça pencereyi açıp sokağımızdaki mikrofonlu kadına yukarıdan baktım. Kadın ne söylerse bir saniye kadar sonra salondaki televizyondan geliyordu.
Başlangıçta çok aldırmadım. Sıradan bir televizyon haberiydi bu benim için. Bir yazarın kaybolması beni pek ilgilendirmiyordu. Ama bu mahallenin ilginç bir yer olduğu kesindi.
Homurdanarak saçımı başımı düzelttim, salona gidip en yumuşak koltuğa oturdum. Bu evden çıkmak istiyordum. Zaten sinirliydim. Üstüne daha yeni tanıştığım teyzemin acıyan bakışlarını çekemezdim. Beni sebebini bile söylemeden buraya yollayıp sonra da buna hiç aldırmamamı beklemiyorlardı herhalde.
Sesimi biraz kıstım. “Teyze” dedim, bana kedi yavrusuymuşum gibi bakan teyzeme. Daha günaydın bile dememiştik birbirimize. “Sokağa çıkıp diğer çocuklarla oynayabilir miyim?”
“Çık ama evin önünden uzaklaşma. Kahvaltı hazırlıyorum” dedi teyzem tatlı bir ses tonuyla.
Aslında çocuklar falan umurumda değildi. Tek istediğim ruhumdaki bu karamsar havayı dağıtabilmekti sadece.
Akşam karanlıkta fark etmemiştim. Upuzun bir sokaktı burası. Televizyoncular eşyalarını topluyorlardı. Üstü başı yıpranmış birkaç sokak çocuğu etraflarında koşturuyor, elinde bebeğiyle bir kız merdivene çökmüş, öylece duruyordu.
İlerlemeye devam ettim. Bir açık hava müzesinde gibi hissediyordum kendimi. Düz gittim, sola döndüm, tekrar geri gittim, sağa döndüm… Sonunda Arnavut kaldırımlı kocaman bir meydana çıktım. Tahmin edemeyeceğiniz kadar gürültü ve insan, mısır satan adamlar, topaç satan çocuklar ve beni itip kakarak geçen insanlarla doluydu burası.
Kocaman devasa bir kapı vardı. Önünde hareketsiz duran askerlerle masallardaki sarayları andırıyordu. Herkes bu kocaman kapının önün- de fotoğraf çektiriyordu.
Bu sırada ince bir oğlan sesiyle irkildim. “Kayıp mı oldun?” dedi kısa sarı saçlı çocuk. “Seni gördüm! Bizim sokakta oturuyorsun.”
Şaşırmıştım ”Öyle mi?” dedim. “Galiba biraz dalgınım. Nereye gittiğimi bile fark etmedim.”
Bunu söylerken yüzümde her zamanki o ekşi ifade vardı. Beni eve götürdü. Sonra da ortadan kayboldu. Eve girecektim ki duraksadım. Karşı kaldırımda duran çocuklar tuhaf bir konu hakkında konuşuyorlardı. Bir kitapçıdan bahsediyorlardı galiba. Eski ve tozlu kitaplarla dolu.
Aslında tam duyamamıştım. Yalnızca önemli bir yer olduğunu ve iki bina yanda olduğunu anlamıştım. İri olan çocuk sürekli parmağıyla eski bir binayı işaret ediyordu. İki omuzuma sarkan sarı örgülerimi arkama attım. Yüzüme yayvan bir gülümseme yayılmıştı.
Yavaş adımlarla sarmaşıklarla kaplı, enteresan yapıya doğru ilerledim. Kapıyı hafifçe araladım. Karşımda ufak tefek bir adam duruyordu.
Yetmiş seksen yaşında vardı.
“Merhaba kızım. Sen yeni gelensin değil mi?” Şaşırmıştım. “Evet” dedim yavaşça.
İlerlemeye devam ettim. Bir açık hava müzesinde gibi hissediyordum kendimi. Düz gittim, sola döndüm, tekrar geri gittim, sağa döndüm… Sonunda Arnavut kaldırımlı kocaman bir meydana çıktım. Tahmin edemeyeceğiniz kadar gürültü ve insan, mısır satan adamlar, topaç satan çocuklar ve beni itip kakarak geçen insanlarla doluydu burası.
Kocaman devasa bir kapı vardı. Önünde hareketsiz duran askerlerle masallardaki sarayları andırıyordu. Herkes bu kocaman kapının önün- de fotoğraf çektiriyordu.
Bu sırada ince bir oğlan sesiyle irkildim. “Kayıp mı oldun?” dedi kısa sarı saçlı çocuk. “Seni gördüm! Bizim sokakta oturuyorsun.”
Şaşırmıştım ”Öyle mi?” dedim. “Galiba biraz dalgınım. Nereye gittiğimi bile fark etmedim.”
Bunu söylerken yüzümde her zamanki o ekşi ifade vardı. Beni eve götürdü. Sonra da ortadan kayboldu. Eve girecektim ki duraksadım. Karşı kaldırımda duran çocuklar tuhaf bir konu hakkında konuşuyorlardı. Bir kitapçıdan bahsediyorlardı galiba. Eski ve tozlu kitaplarla dolu.
Aslında tam duyamamıştım. Yalnızca önemli bir yer olduğunu ve iki bina yanda olduğunu anlamıştım. İri olan çocuk sürekli parmağıyla eski bir binayı işaret ediyordu. İki omuzuma sarkan sarı örgülerimi arkama attım. Yüzüme yayvan bir gülümseme yayılmıştı.
Yavaş adımlarla sarmaşıklarla kaplı, enteresan yapıya doğru ilerledim. Kapıyı hafifçe araladım. Karşımda ufak tefek bir adam duruyordu.
Yetmiş seksen yaşında vardı.
“Merhaba kızım. Sen yeni gelensin değil mi?” Şaşırmıştım. “Evet” dedim yavaşça.
Demek ki bu mahallede herkes her şeyden kısa sürede haberdar oluyordu. Oturup sohbet ettik. Bütün duvarları kitaplarla kaplıydı buranın. Hepsi farklı bir el yazısıyla yazılmıştı. Birçoğunu bana hediye etti.
Kitaplar hakkında konuştuk, güldük. Artık en iyi arkadaşım kitapçıydı. Her gün onun yanına gittim.
Birkaç hafta sonra tuhaf şeyler olmaya başladı. Her gün olduğu gibi o gün yine onun yanına gitmiştim. Bu sefer hiç konuşmadı. Tek yaptığı önüme boş bir defter bırakmaktı.
“Ben ne iş yapıyorum biliyor musun?” dedi.
Bu soruya şaşırdım çünkü onun kitapçı olduğunu biliyordum. Yine de başımı iki yana salladım.
“Ben bir kelime koleksiyoncusuyum. Bir kitap düşün. Ve onun içindeki her bir kelimeyi… Eğer bir cümlede yanlış bir kelime kullanırsak bütün cümle paramparça olur. İşte ben bu gereksiz kelimeleri topluyorum.”
Bu konuşmaya pek bir anlam verememiştim. Kelime biriktirmek ne demekti ki?
Sonra sesini bir ton daha yükseltip : “Kendi hayat hikâyeni yaz” dedi.
Bunun üzerine pek düşünmedim. Sesi çok korkutucu geliyordu. Ben de yazmaya başladım. Muhtemelen yarım saat kadar sürmüştür.
Ardından gözlerimin karardığını hissettim.
Kaç saat uyuduğumu bilemiyorum. Uyandığımda kocaman bir labi- rentteydim. Gökyüzü hâlâ maviydi.
Dehşet içinde ayağa kalktım. Ne yapacağımı bilemez bir halde sağa döndüm. Karşımda benden birkaç yaşa büyük bir kız duruyordu. Kı- vırcık saçları ve sanki bulunduğumuz durum çok normalmiş gibi bakan gözleri vardı.
“Burası da neresi böyle?” dedim kekeleyerek.
Sakin bir sesle: “Bir kelime koleksiyoncusunun elindesin” dedi. Arkasında yüzlerce defterin yığılı olduğu bir tepe vardı.
Hayat hikâyemi yazdığım defterin aynısıydı hepsi. “Peki, beni ne yapacak o zaman?” dedim dehşet içinde.
Beni tepeden tırnağa süzdükten sonra: “Anlamadın mı? Yeni kelimesi sensin” dedi.
Buradan çıkmak istiyordum. Koşarak başka bir koridora, oradan öbür koridora çıktım. Her döndüğüm köşede farklı bir kişiyle karşılaşıyordum. Hepsi kelimelerle ilgili bir koleksiyondan bahsediyordu. Ve birçoğu bana bu kelimelerin bizler olduğunu söyledi. Bu kulağa çok saçma geliyordu. İnsanlar nasıl kelimelere benzetilirdi anlamıyordum. Fakat benim en ilgimi çeken şey karşılaştığım insanların hayat hikâyeleriydi. Sanırım hayatta gördüğüm en ilginç hikâyeleri olan insanlardı burada tanıştıklarım. Hatta Cem adlı bir ablayla bile tanıştım.
Sanırım en uzun olan koridora geldim en sonunda. Oradan sola döndüm. Karşıma gözlüklü bir adam çıktı. Beni görünce gülümsedi. “Merhaba” dedi sakince. “Seni ilk defa görüyorum. Buralarda yenisin galiba, ben Orhan” diyerek elini uzattı.
“Merhaba. Buradan nasıl çıkacağımı biliyor musunuz?” “Ah bir bilsem!”
Yüzünde bezgin bir ifade vardı. Sonra birden atıldı: “Dışarıda beni hiç merak etmiyorlar mı?”
“Kim? Annen mi?” dedim.
Hafifçe güldü: “Bendeniz Orhan Laçin. Yazarım.”
“Evet hatırladım. Geçen gün senden bahsediyorlardı televizyonda. Sen şu kaybolan adamsın.”
Uzun uzun sohbet ettik. Sonra labirentten konu açıldı. Yine yüzüm ekşimişti. O ise hafif acılı bir tebessümle:
“Kelimeler…” dedi. “Onlar sadece harflerden oluşmazlar. Her bir keli menin derin bir kökeni vardır. Ve hepsi ayrı bir hikâyeye sahiptir.”
İşte o bunu söyledikten sonra benim kafamda Rönesans dönemi başladı. “Sonunda” diye bağırdım. “O bizi değil, hikâyelerimizi biriktiriyor. Önemli olan kelimeler değil kökleridir! Eğer hikâyelerimiz olmazsa onun için hiçbir önemimiz kalmaz. Yani kısacası defterlere yazdığımız hikâyelerimizi silersek… Belki…”
Bütün labirenti topladık. Yüzlerce kişi o kıvırcık saçlı kızın arkasındaki defter yığınını paramparça ediyordu. Herkes içindeki siniri ve öfkeyi döktü. İnsanlar yavaş yavaş uykuya daldılar. En son ben uyudum.
Gözlerimi açtığımda etrafımda telsiz sesleri, polisler ve bir sürü insan vardı.
Polisler plastik eldivenlerle kitapları poşetliyor, labirentten çıkan bir sürü insan şaşkınlık içinde öylece oturuyordu..
Kitapçıdan kendimi zar zor dışarı attım. Yanıma bir polis geldi. “Ne oldu bize?” diye sordum hızlıca.
“Hayat hikâyelerinizi yazdığınız defterlerin üzerinde özel bir asit vardı. Hepinizi ortak bir bilinçaltına gönderiyordu yani aslında uyuyordunuz.”
“Nasıl yani?” dedim merakla “Eğer yalnızca uyuyorsak nasıl oluyor da defterleri yırtınca o labirentten çıkabildik?”
“İnsan beyni eğer çok büyük ve ortak bir umut üretebilirse ortaya çıkan enerji sonucu uyanabilirsiniz tabii. Umut güçlü bir duygudur” dedi sanki çok normal bir şeymiş gibi. “Ayrıca uyuyan bedenlerinizi sakladığı yer çok eski bir Bizans kalıntısı. Sayenizde bir tarihi eser bulundu.”
Bu sırada teyzem geldi. Beni elimden tuttu. Sakin adımlarla meydana yürüdük. Teyzem bana mısır alırken İstanbul’un güzel manzarasını seyrettim. Bence insan bir kelime değil, çok daha fazlasıydı. İnsan o kelimenin kökünü, sonra o kelimeyi, o kelimeden de başka bir kelimeyi üreten bir yazardı.
Her insanın binlerce kelimesi vardı belki. Ve ben bunu bu fantastik şehir sayesinde anladım.