Cihan Aktaş’ın günlükleri: Seattle Erzincan’a çok uzak
Cihan Aktaş’ın Seattle Günlüğü İz Yayınları arasında okurla buluştu. Günlük, okuyucuya olduğu kadar yeni doğana da bir armağanı yazarın. Hangimiz istemezdik, anneannemizden kalmış, böyle bir günlüğe sahip olmayı. Bu açıdan baktığımızda, torun (Kaan) adına bir ayrıcalık o.
Cihan Aktaş’ı öykücü olarak bilirdim.
Yine de öyle.
Romana olan özel eğilimini belirtiyor bir konuşmasında. Ayrıca mimarlık, eğitimini aldığı alan onun. Bunlara resim, sinema gibi diğer ilgileri de eklenmeli.
Onun öyküleri üzerine yazmaya hazırlıyordum kendimi, son kitabı bu hazırlıklarımın önüne geçti: Seattle Günlüğü. Aranırsa bir yazar, kurguları içinde de (roman ve hikaye gibi) örtük halde bulunabilir. Fakat sözkonu olan bir günlükse doğrudan kendinden, çevresinden ve iç dünyasından söz ediyordur artık. Seattle Günlüğü’nde, “yazar”ın önemli bir sorumluluğuna işaret ediyor Aktaş: Roman ve hikâyelerde size ilham veren kişileri -insanın kendisi de dahil- koruyup kollamaktan söz ediyor. Bu açıdan kurgulamanın bir “örtüp değiştirme süreci” olan yönüne dikkatimizi çekiyor. Günlükte “en cazip ayrıntılardan vazgeçme” biçiminde adlanıyor bu sorumluluk. İlk torunun doğumu ve beraber geçirilen ilk dört ayın günlerine ait notlar, Seattle Günlüğü. Okuyucuya olduğu kadar yeni doğana da bir armağanı yazarın. Hangimiz istemezdik, anneannemizden kalmış, böyle bir günlüğe sahip olmayı. Bu açıdan baktığımızda, torun (Kaan) adına bir ayrıcalık o.
Kaan, ayrıcalıklı bir kişi belki bu günlükte. Ancak, günlükler tek odaklı olarak gelişmiyor. Çoklu ilgileriyle bir yazarı buluyoruz biz orada. Günlüklerin ülke, hatta okyanus aşırı bir ülkeye seyahati içeriyor olması da başka bir zenginliği. Benim gibi böylesi uzun seyahatlere çıkmamış olanlar, jet-lag’ı öğreniyor mesela hemen ilk sayfalarda.
Çoğumuzun ailesi ülke içinde değişik şehirlere yayılmıştır. Cihan Aktaş’ın, dünyanın değişik ülkelerine yayılmış bir ailenin üyesi olduğunu farkediyoruz bu günlükleri okurken. O, zihnî ve coğrafî olarak “dünya vatandaşlığı”nı da elde etmiş bir yazar.
DİNGİNLİK VE BİRİKİM DİKKAT ÇEKİYOR
Bu günlükleri değerli kılan özelliklerden biri sade ve yeryüzeyinden, hemen yanıbaşımızdan bir dille konuşuyor olması bana göre. Küçük ve değerli ayrıntılarla, insan deneyimleriyle örülmüş olması. Hırslı değil ama azimli bir irade taşıması arka planında. Zorluklardan yılmayan, üzerine giderek ve ısrar ederek birçok şeyin üstesinden gelen bir irade! Hemen kırılmadan, gereksiz alınganlıklara kapılmadan, mızmığlığa düşmeden sürdürülen bir hayat yürüyüşü. Vardığı ortamdaki ritme ayak uydurmasını bilen, bunu yaparken bireysel katlanımlarını sessizce yerine getiren, hemen ilk andan itibaren yeni programını kuran, bir plan sayesinde boşluk bırakmadan birkaç işi birden sürdüren, hayatı katlanılan değil yaşanan değerli bir süreç olmaktan çıkarmayan bir insan, günlüklerin yazarı. Anlatımındaki dinginlik gibi bu kazanımlarının ardında da yılların birikimi var.
UNUTULMAYAN BİR MEKTUP
Kaan’dan söz ettim size. Onun da içinde bulunduğu bir dizi figür dikkatimi çekti bu günlüklerde. Topluca düşününce anlamlı bir bütünlük oluşturuyor onlar. Bazılarını sayayım: Seattle’a adını veren kişi var en başta. Asıl adı Si’ahl olan Kızılderili Şef Seattle (1780-1866)! (Tabii “kızılderili” değil, “Amerikan yerlisi” deneceğini daha ilk günlerde öğreniyor orada yazar.) Bu adı hemen hatırladım okuyunca. 1970’li yıllar içinde, bir dergide çevirisini okuduğumuz, Washington’daki büyük Reise (ABD Başkanı Franklin Pierce’e) gönderdiği mektubuyla.. Bizim kuşak neredeyse ezbere bilirdi bu dokunaklı mektubu. Onun üzerine kurulmuş/kurduğumuz bir dünyamız olmuştu. Amerikan filmleriyle zinhimize yerleştirilen “Vahşi Kızılderililer” imajını en çok da bu mektup yıkmıştı. (Doksanlı yıllarda yazdığım “Toprak” başlıklı bir denememe de girmişti o mektup).
Duwamish ve Suquamish gibi Şef Si’ahl’ın kabilelerinden geriye kalan yerli azınlık, varlıklarını koruyabilmek için kendilerine verilen bir araziye kapanmış durumdadır, Seattle’da.
Afro-Amerikalılar da var yazarın içine girdiği yeni toplumsal hayat içinde, Amerikan toplumunun doğurduğu bir kesim olan “evsizler” de. (Kentin kütüphaneleriyle evsizler arasındaki bağı da zamanla keşfeder yazar. Kış şartlarında kütüphaneler -en azından gündüz saatlerinde- evsizlere sıcak bir sığınaktır.) Evsizler, bu toplumda “hayattan düşen” insanlardır. Çoğunun zihinsel sorunları bulunan bu topluluktaki insanların bir kısmı da saplantıları ve takıntıları sebebiyle “bile isteye” düşmüşlerdir sokağa. Seattle evsizlerinin içinde de savaş sonrası topluma uyum gösteremeyen eski askerler belli bir toplam oluşturmaktadır. Bu “sorunlu” insanlar konusunda da sürekli uyarılır günlük yazarı: Fotoğraflarını çekme, göz göze gelme, sohbet için onlara yanaşma!
Seattle’da geçen dört ayda Türkiye’den de haberler almaktadır yazar. Günlüğüne geçirdiği bu haberlerden biri, huzur evinde, Ayşe Olgun’la ziyaretine gittiği 104 yaşındaki Makbule Yalkılday’ın ölümüdür.
Yaşlılar, hastalar ve bebekler yazarın ilgi dairesi içinde olmuştur hayatı boyunca. Seattle’da bunlara, bir köşeye sıkıştırılmış olarak yaşyan yerli “azınlık”, evsizler ve Afro-Amerikalılar da girer. Esenler projesi dediği bir saha çalışması dolayısıyla göçmen aileler dahil olmuştur.
Günlüklerde bunlara ilave edilebilecek, benim dikkatimi çeken, bazı hayvanlar oldu. Hemen evlerin yanıbaşındaki ormandan yazarın penceresinin önüne kadar gelen sincaplar, toplanmaları ve ötüşlerini dinlemeye gittikleri kargalar, bir ilanda gördükleri kayıp kedi.. En dikkate değer bulduğum ise bir örümcek. Adı Şehla! Kaldığı dairenin banyosunda fark edip onu da merhamet dairesi içine alır yazarımız. Kendisine bir isim verecek kadar hayatına girer o örümcek. Gündelik hayatının bir parçası olur. Onun beslenmesini kendine sorun edinir. Ormandan dönerken, mendiliyle, terkedilmiş bir örümcek ağından bir parça getirir ona ikram etmek için.
Günlüklerin satırları aralarında, saklı bir öykü kişisi gibi göründü bu örümcek bana.
Yazarımızdaki düşkünleri, yaşlıları, çocukları, evsizleri, yurtsuzları koruyup kollayıcılık ona nereden geliyor olabilir diye sordum günlükleri okurken. Öykü kişilerinden birinden –Sıdıka anne- kalıtım yoluyla mı geçti acaba diye düşünmekten kendimi alamadım. Sonra da şu sonuca vardım: Bazı iyi huylar bize sadece ailemizden değil, ayrı bir aile gibi olduğumuz öykü kişilerimiz yoluyla da geçebiliyor!
Ne dersiniz?