Hakanî’nin muhabbet sofrası: Hilye-i Hakanî
Hüsn-i hat sanatımızın en önemli temsilcilerinden Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin nesih hattıyla 1843 yılında yazdığı bir Hilye-i Hâkānî nüshası temelinde hazırlanan Hilye-i Hakani adlı kitap H. Uğur Derman ile İskender Pala tarafından günümüz okurlarıyla buluştu.
“Hilye” hat sanatımızla dinî edebiyatımızın ortak terimlerinden biridir ve Peygamber Efendimiz’in cismani ve ruhani vasıflarını bildiren manzume ve hüsn-i hat eseri anlamına gelir. TDV İslâm Ansiklopedisi’nde hat sanatındaki “hilye” maddesini yazan M. Uğur Derman, söze şu cümlelerle başlar: “İslâm inancı putlardan olduğu kadar putlaştırılabilecek kimselerin tasvirlerinden de şiddetle kaçındığından birkaç asılsız minyatür dışında hiç kimse Resûlullah’ın resmini çizmeye lüzum görmediği gibi buna cesaret de edememiştir. Hıristiyan âleminde Hz. Îsâ için uygulandığı şekilde hayalî bir resim çizmektense görenlerin doğru tariflerinden faydalanarak İslâm peygamberini hilyesinden tanıyıp anlatma yolu tercih edilmiştir. / Hz. Peygamber’in hilyesi hakkında bilgi sahibi olmanın sağlayacağı faydalara dair teşvik edici rivayetler sebebiyle müslümanlar arasında önce, bir hürmet nişânesi olarak göğüs cebinde taşınmak üzere nesih hatla yazıldığı görülen bu metinlerin daha sonra, kaynaklarda açıkça yer almamakla beraber ilk defa hattat Hâfız Osman (ö. 1110/1698) tarafından levha şeklinde yazılmış olduğu kabul edilmektedir.”
Hilye-i Hakani / Kazasker Mustafa İzzet Efendi Hattıyla
Haz. M. Uğur Derman İskender Pala Albaraka
Türk Yayınları 2021
342 sayfa
KAZASKER’İN NEFİS HATTI
Görüldüğü gibi hattın hilyesinin ortaya çıkması için şiirin hilyesi üzerinden yüz on yılın geçmesi gerekmiştir.
“Hattat, neyzen, bestekâr, şair, devlet adamı” gibi sıfatlarla anılan Kazasker Mustafa İzzet Efendi, Hakanî’nin Hilye-i Şerif’ini 1259 (1843-1844) yılında harekeli nesih hattıyla yazmıştır.
Albaraka Yayınları, “Hilye-i Hakānî”yi “Kazasker Mustafa İzzet Efendi Hattıyla”, “Tıpkıbasım / Çeviriyazı Metin / Günümüz Türkçesi” olmak üzere 342 sayfalık bir eser olarak okuyucuya sundu. Eseri M. Uğur Derman ile İskender Pala hazırlamış. Kitabın ilk 60 sayfasında hilye türüne, şaire, hattata ve eserlerine ilişkin bölümler yer almış. Bu bölümlerde birbirinden ilginç ve ibret verici pek çok hadise de nakledilmiş. “Dil ulemâmızın alay eder gibi ‘kaz-asker’ şekline soktukları bu yüce ‘kādî-i askerlik’ makamı” (s. 44) ifadesini yadırgadım. Çünkü, bu değişikliğin sorumlusu “dil ulemâsı” değil, Türk halkıdır. Aynı halk, “çehâr-şenbe”yi çarşamba “nerdübân”ı “merdiven” yapmıştır ve dilleri ulemadan ziyade halk oluşturur, geliştirir. Bu hazırlık sayfalarında birbirinden güzel hat örneklerine ve ilgili zevatın mezar taşlarının fotoğraflarına yer verildiğini belirteyim.
Kitabın asıl gövdesini Hakânî’nin mesnevisinin çevrimyazısı ve İzzet Efendi hattının tıpkıbasımı oluşturuyor (s. 61-337). Son bölümde kaynaklar sıralanmış (s. 339-342).
Soldaki sayfada İskender Pala’nın çevrimyazısı ve açıklamaları, sağdaki sayfada İzzet Efendi’nin bölüm başlığı bulunup bulunmamasına bağlı olarak dokuz ilâ on bir mısra arasında değişen şükûfe tezhipli zarif hattını görüyoruz.
Hakanî’nin ilk beyti şöyle: “Besmeleyle idelim feth-i kelâm / Feth ola tâ bu mu’ammâ-yı benâm”. İskender Pala, beyti “Günümüz Türkçesi”ne şöyle aktarmış: “Sözü Besmele’yle açalım. Tâ ki şu büyük sır çözülsün.” “Muamma-yı benâm”ın “ünlü bilmece” yahut “şöhretli muamma” olduğu söylenebilir. Onun “büyük sır” olduğunu söylediğimizde şairin murad etmediği bir sahaya girmiş olma tehlikesine düşebiliriz.
İskender Pala, eski metinleri anlamaya ve anlatmaya çalışırken, çoğu zaman bir rahatlık ve serbestlik içinde davranıyor. Bu tutumdan rahatsızlık duyduğumu belirtmeliyim.”Hilye-i Hakanî’nin 61. beyti şöyle: “Savlecân-ı yed-i kudretle hemân / Geldi meydâne bu kez [g]ûy-i zemîn”. Günümüz Türkçesine şöyle aktarılmış: “... Bu kez de Allah’ın ilahî takdîrinin eliyle hemencecik yeryüzü meydana geldi.” 13 numaralı dipnotunda verilen bilgilerin son cümlesi şöyle: “Bu yüzden nüshada ‘rûy-i zemîn’ olarak yazılan kelimenin ‘gûy-i zemîn’ (yer yuvarlağı) olması daha uygundur.” Madem bunu metni değiştirecek kadar önemli buldunuz, neden açıklamada “yer yuvarlağı” değil de “yeryüzü” yazdınız? Bu soruya doyurucu bir cevap verileceğini sanmıyorum. Kaldı ki “rûy-i zemin”in yuvarlaklığının “gûy-i zemin”den hiç de aşağı olmadığını fark etmek için herhangi bir “yüz”e bakmak yeter. Bir de şu var: “rûy-i zemin”deki “r” sesi, ilk mısradaki “kudret”in “r” sesiyle münasebet hâlindedir. İskender Pala, bu açıklama ve yorumunu asıl metni hiç değiştirmeden yapsa “daha uygun” olurdu.
“KÂBİL-İ ŞERH DEĞİL NOKSÂNIM”
Kitabı okurken çok şaşırdığım ve üzüldüğüm bir beyit de 269. beyit oldu. Hakanî şöyle yazmış: “Tîr-i müjgânı siyâh idi anın / Târ-ı geysûsı gibi hûrânın”. Bu beyit günümüz Türkçesine şöyle aktarılmış: “Efendimiz’in kirpik okları (oka benzeyen kirpikleri) siyah idi; hem de meleklerin saçlarının karası kadar siyah...” (s. 166).
“Huri”nin “melek” yapılmış olması, meleklere cinsiyet atf etmekten sakınmış olan geleneğimize ters değil mi?
Burada bir pişmanlığımı da itiraf edeyim: Bendeniz bu vahim yanlışı, yıllar önce Kapı Yayınları’nın neşrettiği Hilye-i Saadet’te görmüştüm (4. Basım, 2008, s.85) ve öteki yanlışlarla birlikte bunu da yazara / yayınevine ileterek düzletilmesini istirham etmeyi düşünmüştüm. Maalesef başka pek çok iş gibi, bunu da ihmal etmişim. Yazık bana!
Başka yanlışlardan biri de şu: Hakanî Mehmed Bey, Efendimiz’in kaşlarında “iki seyf-i meslûl” göründüğünü söylüyor. “Seyf-i meslûl”, kınından çıkarılmış kılıç demek. İskender Pala, “kınından sıyrılmış iki yalın kılıç” dedikten sonra hiç gereği yokken parantez açıp “(serdengeçti)” yazmış (s. 176). Serdengeçti’nin burada ne işi var?
13 yıl önce ihmal ettiğim bu işi, inşallah bu kez yapabilirim. Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin de hatadan beri olmadığını, meselâ “harvâr” kelimesini yazarken “hı” harfinin noktasını unutabildiğini de not etmiş olayım. Hakâni Mehmed Bey’in Hilye’sindeki 688. beyti, herkes benimseyerek tekrar edebilse ne hoş olur:
Kâbil-i şerh değil noksânım
Kalma eksikliğime sultânım