İki kadının hikayesi: Şair ve Gecekuşu
Cihan Aktaş son romanı Şair ve Gecekuşu’nda Osmanlı’nın son dönemine tanıklık etmiş iki kadının hikayesinden yola çıkıyor. Çankırı’da yaşamış Atkaracalarlı şair Cevriye Banu’nun hayatı ilk kez bir roman üzerinden de olsa ele alınıyor.
Halide Edip Adıvar, 1919 senesindeki meşhur Sultanahmet Mitingi’nde meydanı dolduran büyük kalabalığa; “Bugün gözlerimizin önünden öteyi görmeğe mâni olan bir karanlık var.” diye sesleniyor ve şöyle devam ediyordu; ”Bu karanlık belki aylar, belki de yıllarca devam edebilir, fakat Türk ve Müslüman dünyası elbet bir sabaha kavuşacaktır. Ufkumuzda güneş doğacak ve ortalığı aydınlatacaktır. Türk istiklâl ve zafer güneşi, şimdi sapsarı olan benizlerimize taze bir pembelik, ümid ve saadet getirecektir.
O karanlığın esas sebeplerinden birisi, herşeyin temelinden sarsıldığı bir dönemde içine düşülen bilinmezlik hali aslında. Osmanlı coğrafyasının her karış toprağını isimsiz şehit mezarları doldurmuş. Anadolu, ardında gözü yaşlı anasını, birkaç aylık nişanlısını ya da eşini bırakarak cepheye gidip de dönemeyen gençlerin yurdu haline gelmiş. Ya geride kalanlar? “Kalanlar ortada genç, ihtiyar, kadın, erkek harap olup yaşıyor tali’in azabıyla …Vatanda düşmanı seyretmek ızdırabıyla…“ der onlar için de Yahya Kemal. Bir devrin kapanarak yenisinin açılması, yan yana durmuş ve cevapları bilinmeyen iki bilmeceye benziyor adeta. Eski hayatları nerede ve nasıl son buldu, yenisi ne ara başlayıverdi ayırt etmek zor gerçekten.
İKİ KADININ YOLU KESİŞİYOR
Cihan Aktaş son romanı “Şair ve Gecekuşu”nda tam da bu karanlığın birer ucunda duran iki kadının hikayesini anlatıyor bizlere; Cevriye Banu ve Nimet Gecekuşu. Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekiliş döneminin tanıklarından Çankırılı şair Cevriye ile yeni kurulan cumhuriyetin ilk köy öğretmenlerinden İstanbullu Nimet’i ustaca bir kurguyla bir araya getiriyor. Cihan Aktaş’ın romanları, kadının maalesef uzunca bir süre boyunca ikinci ya da üçüncü bir öğe olarak yer aldığı Türk edebiyatı içerisinde atılmış büyük bir adım olageldi daima zaten. Yazar “Şair ve Gecekuşu” nda hem edebiyatımız hem de kendi kişisel serüveni açısından adımlarını biraz daha ileri taşıyor yine. Cevriye ve Nimet’i evlat, kardeş, ev hanımı, şair ve öğretmen gibi çoklu roller içerisinde, farklı mekan ve zamanların başrolüne oturtuyor. Ve her iki karakter de, zengin iç dünyalarının yanı sıra, çok çarpıcı bir görünürlüğe sahipler roman boyunca.
Satırlar arasında kayboldukça, iki farklı kadını birbiriyle kesiştiren o temel duygu çok daha fazla gün yüzüne çıkıyor; Yanlış anlaşılma endişesi. Adeta ortak bir kader. Hatta bir tür yoldaşlık. Sadece Cevriye ve Nimet’i değil, dünya üzerindeki binlerce kadını aynı hikayenin öznesi kılan türden engellenemez bir yoldaşlık. Ancak üstlendikleri rollerin ağırlığına rağmen, dimdik ayakta durmaya, karşılarına çıkan türlü engellere karşılık daima çareler aramaya devam eden bu iki kadının, bir yanıyla çok hüzünlü bir yanıyla da gurur verici olan mücadelelerini düpedüz destansı kılan en önemli sebeplerden birisi de, tarihimizin böylesine yara bere içerisinde olduğu bir dönemde geçiyor oluşu. Öylesine kaygan ki bastıkları zemin. Ancak düzen değişirken, Cevriye ve Nimet karakterlerinde sarsılarak gördüğümüz gibi, değişmeyen en güçlü insiyak, kadının kendisini doğru anlatma arzusu yine.
İLK KEZ GÜN YÜZÜNE ÇIKIYOR
Atkaracalarlı şair Cevriye Banu, edebiyatımızda ilk kez işleniyor şimdiye kadar. Atkaracalar, Çankırı’nın Çerkeş ilçesine bağlı bir köy o vakitler. Ve 1863 senesinde doğan bir kadının, epey erken denebilecek bir dönemde köydeki konaklarında şiir toplantıları düzenlediğini okumak pek çoğumuzu şaşırtacaktır hiç şüphesiz. Konak hayatının işleyişi üzerine de büyük sorumlulukları var Cevriye’nin. Şeyhi Mehmet Nuri Efendi ve civardan başka pek çok misafirin bu vesileyle konağa davet edildiği şiir toplantıları ise, tüm o koşuşturmanın içerisinde aldığı derin bir nefese benziyor. Ancak 1.Dünya Savaşı’nın başladığı 1914 senesinde, en değerli hazinesi olan divânını yakıyor Cevriye, içerisinde kimseye hissettirmemeye çalıştığı büyük bir hüzünle. Ya mısraları arasından farklı mânalar çıkaracak olurlarsa?
Nimet ise Cevriye’nin aksine İstanbul’da yani büyük şehirde yetişmiş ve sonradan yolu Anadolu’ya düşmüş bir genç kız. Ailesi, Enver Paşa’nın babası ve annesinin yanında çalışmış uzunca bir zaman ve Nimet’in babası değişen siyasi şartlar nedeniyle ayrılmaya karar veriyor imparatorluğun başkentinden. Sıkıntılı geçen yolculuk sonrası Erzincan’ın bir köyündeki baba ocağına vardıklarında, İstanbul’a geri dönüş umutları da sönmeye başlıyor birer birer. Yine de Nimet, her ne kadar kimi zaman yeise düşse de, şartları zorlayarak ideallerin peşi sıra gitmenin eşsiz bir timsali. Ruhunun derinlerinde asla teslim olmayan bir parçayla yaşıyor daima. Kurduğu dünya defalarca başına yıkılsa da, yenisini kuracak bir gayretle bakıyor hayata o vakitler. Kağıt ve kalemle olan ilişkisinin talebe yetiştirmeye yönelik bir heyecana dönüşmesinin en büyük sebebi de bu aslında. O Nimet ki, İstanbul’da aldığı eğitimi biraz olsun başkalarına aktarabilirse, hayatının sonuna kadar mutlu yaşayabilir. Ancak yaklaşık 30 sene önce Cevriye Banu’nun yolunu kesen o yanlış anlaşılma endişesi, Nimet’in de yolunu kesiyor. Genç bir kız olarak geldiği bu köydeki hayatı, artık bir süredir evli bir kadın olarak devam ediyor çünkü.
BÜYÜK EMEK VERİLMİŞ BİR ESER
İyi edebiyata gönül vermiş okurlar, “Şair ve Gecekuşu”ndaki büyük duyguyu, yazı emeğini ve detaylardaki inceliği hiç şüphesiz hemen fark edeceklerdir. Dört yıllık bir çalışmanın ürünü olan roman, Cevriye Banu gibi Anadolu’lu bir kadın şairi konu alması bakımından, sadece edebiyatımıza değil, kültürel tarihimize de büyük bir katkı sunuyor aynı zamanda. Sevgili Cevriye Banu ve Nimet Gecekuşu (Yıldırım) iyi ki bir romanda bir araya geldiler de, bizler hikayelerini öğrenebildik. Edebiyatın bu gücüne hayran olmamak elde değil. Yüreklerimize nasıl sıcaklık verdi hikayeleri, nasıl da yoğun bir anlam dünyasının içerisine çekti bizi. Çoktan aramızdan ayrılmış, güzeller güzeli bu iki kadına, bu gerçek iki kahramana rahmet diliyorum.