Kanuni'nin Kudüs kapısına yazdırdığı anlamlı mesaj

Kanuni Sultan Süleyman tarafından Kudüs Yafa kapısının üzerine “Lâ ilâhe illallah, İbrahim halîlullah” yazdırmıştı. Bu üç din için de anlamlı bir mesaj içeriyordu:

Kanuni'nin Kudüs kapısına yazdırdığı anlamlı mesaj
Kanuni'nin Kudüs kapısına yazdırdığı anlamlı mesaj
GİRİŞ 02.11.2016 10:33 GÜNCELLEME 02.11.2016 13:41
Bu Habere 1 Yorum Yapılmış

Osmanlı Devleti’nde hoşgörü ve özgürlük, devletin gücüyle doğru orantılı olmuştur. Devlet güçlendikçe, azınlıklar maddi ve manevi olarak özgürleşmişlerdir. Bu durum Batı medeniyetinin paratikleriyle tam bir zıtlık teşkil eder.

Son birkaç yüzyıldır ulusların birbirlerine ördükleri sınır duvarlarının yıkımı küreselleşme süreciyle beraber başlamış, farklı kültürler bu sınırlardan birbirlerine doğru taşınca ‘bir arada yaşama zorunluluğu’ yeniden ortaya çıkmıştır.  Bu zorunluluğun ortaya çıkmasının ardından ‘nasıl’ sorusu sorulmuş ve diğer kültürlere göre teknik üstünlüğe sahip olan Batı, farklı kültürlerin barış içinde bir arada yaşayamayacağı tezinden hareketle bir arada yaşamanın ancak diğer medeniyetlerin Batı’nın ayak izlerini takip etmesi ve Batı değerlerini benimsemeleriyle mümkün olacağını iddia etmiştir. Bu süreçte çoğu toplum Batı’nın dayatmasıyla kendi kendini ötekileştirerek Batı değerleri çerçevesinde tek-tipleşirken,  bazıları da Batı karşısında varlık mücadelesine girişmiş ve Batı’nın düşmanlığını üzerine çekmiştir.  

Son yıllarda Batı’nın tek doğru ve evrensel medeniyet olduğu düşüncesi aleyhinde birçok gelişme yaşanmıştır. Batı dışındaki medeniyetlerin, özellikle İslam medeniyetinin Batı’nın potasında erimeyi reddetmesi ve verdiği varlık mücadelesi, yeni bir analiz seviyesi olarak ulus-devletin ötesinde medeniyetler arası ilişkiler bağlamında bir tartışmayı gündeme taşımıştır.

Farklı kültürlere sahip farklı medeniyetlerin barış içinde bir arada yaşayabilmeleri mümkün müdür? Bu bağlamda Samuel Huntington ve Francis Fukuyama gibi sosyal bilimciler, adeta geçmişe gözlerini yumarak medeniyetler arasındaki farklılıkların kaçınılmaz olarak çatışmaya yol açacağını öne sürmüşlerdir. Hâlbuki Huntington’ın teorisi, yüzyıllar önce Asr-ı Saadet’ten itibâren Emevîler, Abbasîler, Endülüs, Hindistan ve Osmanlı pratikleri tarafından çürütülmüştür.

Bir medeniyetler mozaiğini andıran bu devletler, farklı din ve kültürleri barış içinde bir arada tutmayı başarabilmişlerdir. Bir arada yaşama kültürünü üretemeyen Batı; demokrasi, insan hakları ve eşitlik söylemleriyle kamufle olarak, güçlendikçe farklı medeniyetleri kendi kültürü lehine yozlaştırmış ya da yok etmeye çalışmıştır.

Son dönemde Yahudi-Hristiyan medeniyeti olarak da adlandırılmaya başlayan Batı, kendi kurduğu sistemle kültürel olarak çok kutuplu olduğu kanıtlanan dünyaya vaad ettiği güneşi getirememiştir. Medeniyetlerin giderek iç içe geçtiği dünyamızda ilişkilerin barış ve özgürlük temelinde  yeniden düzenlenebileceği alternatiflerin gündeme geldiği bir dönemde, bugün çatışma halinde olan üç büyük medeniyetin (Yahudi, Hristiyan, İslam) bir zamanlar barış içinde bir arada yaşadığı, hâlâ anlaşılamayan ve aşılamayan Osmanlı tecrübesinin yeniden hatırlanması oldukça önemlidir. 

OSMANLI’DA BİRLİKTE YAŞAMIN TEMEL DİNAMİĞİ: FARKLILIKLARA SAYGI VE HOŞGÖRÜ

Hz. Peygamber’in (s.a.v.) Medine modelinden kaynağını alan Osmanlı, yüzyıllar boyunca farklı medeniyetleri bünyesinde barındırmış, hoşgörü çerçevesinde din ve kültürlerini yaşamalarına izin vererek farklı medeniyetlere hayat hakkı tanımıştır. Osmanlı Devleti’nde hoşgörü ve özgürlük, devletin gücüyle doğru orantılı olmuştur. Devlet güçlendikçe, azınlıklar maddi ve manevi olarak özgürleşmişlerdir.

Bu durum Batı medeniyetinin pratikleriyle tam bir zıtlık teşkil eder. Dinin, azınlıkların veya gayrimüslimlerin haklarını koruyamayacağı, takipçileri dışındaki toplumlar üzerinde baskı yaratacağı ve herkesin hak ve özgürlüklerinin ancak dinî olmayan kanun ve düzende korunabileceği yaygın kanaatinin aksine, Osmanlı gerek kendi topraklarındaki vatandaşlarını gerek yeni fethedilen topraklardaki halkları Müslümanlaştırmaya zorlamamış, inançların özgürce yaşanabilmesi için gerekli olan kurumları da bizzat tesis etmiştir. Osmanlı’da gayrimüslimler aile, şahıs, miras, borçlar hukuku gibi dinî inançlarıyla ilgili konularda kendi mahkemelerine giderek kendi hukuklarını uygulamada serbesttiler.

Kendi hukuklarını uygulama konusundaki özgürlüklerine rağmen, arşivler birçok gayrimüslimin adaletine daha fazla güvendikleri İslam mahkemelerini tercih ettiğini göstermektedir. Bu da Osmanlı’nın gayrimüslimlere bakış ve yaklaşımının ‘insanî’ olduğunun apaçık bir kanıtıdır. Müslüman devletlerde, özellikle Osmanlı’da zuhur eden hoşgörü ve özgürlük, İslam’ın (Hanefi fıkhına göre) ‘ismet âdemiyetledir’** inancının ve ‘dinde zorlama yoktur’ ayetinin doğal bir sonucudur. Hristiyan dünyasında farklı dinlere mensup toplumlar bir yana, farklı mezheplere mensup Hristiyanların bile canlarının tehlikede olduğu karanlık bir dönemde, farklı din ve ırka sahip insanlar Osmanlı’da barış ve güven içinde yaşıyorlardı.

Gerek Endülüs’ün gerekse Osmanlı’nın hoşgörüsü ekonomik gelişmeyi de beraberinde getirince, sanatsal ve düşünsel faaliyetler artmış, her medeniyetin belki de en önemli düşünürleri bu devletlerde ortaya çıkmıştır. Özellikle Yahudiler, kardeşleri Hristiyan Avrupa’da katledilirken, tarihlerinin altın çağını Endülüs ve Osmanlı devletlerinin himayesinde yaşamışlardır.

Bir zamanlar Müslüman olan İspanya yani Endülüs, 1492 yılında tamamen Hristiyanların eline geçince Müslümanlarla beraber Yahudiler de önce altı ay içinde din değiştirmeye zorlanmış daha sonra da buradan kovulmuşlardır. Buradan Avrupa’nın çeşitli yerlerine giden Yahudiler kabul görmek için Hristiyanlaşmış, kimisi de Hristiyan görüntüsü altında dinini gizli olarak yaşamıştır. Bir kısım Yahudi de Osmanlı’ya gelmiş ve buradaki özgürlüğün, Hristiyanlar tarafından kovulmadan önce yaşadıkları Müslüman İspanya’daki özgürlüklerinden farklı olmadığını görünce uzaktaki kardeşlerini de ağır vergiler altında ezilmedikleri Osmanlı topraklarına çağırmışlardır. Yahudilere kucak açan Osmanlı, aynı zamanda ülke dışındaki Yahudilere de sahip çıkmıştır.

Kanuni Sultan Süleyman, İtalya’da baskı gören Yahudilerin kendi halkı olduğunu Papa’ya yazdığı bir mektupla dile getirmiş ve Papa tavrını değiştirmek zorunda kalmıştır. Yine Osmanlı’da yaşayan Yahudiler dini kutlamalarını, düğünlerini ve geleneksel etkinliklerini tüm detaylarıyla gerçekleştirme özgürlüğüne de sahip olmuşlardır. Yahudiler özellikle yönetimde güçlü konumlara getirilmiş, Filistin’de Yahudi varlığı tanınmış ve Yahudiler de genel olarak Osmanlı’ya sadakat beslemişlerdir.

Bugün bile Yahudiler tarafından yazılan birçok kitabın önsözünde Osmanlı idari makamlarının Yahudilere gösterdikleri cömertliğe edilen teşekkürlere rastlamak oldukça mümkündür. Geçmişe baktığımızda barış içinde bir arada yaşanılan dönemlerin en önemlilerinden biri Osmanlı dönemiyse, mekânların da en önemlisi Osmanlı Kudüs’üdür.

Yahudi, Hristiyan ve İslam Medeniyetleri tarafından üzerinde hak iddia edilen Kudüs’ün Osmanlı geleneğinin aksine sadece Yahudilere mahsus olmak üzere ele geçirilmek istenmesi, bugün bu coğrafyada kanın durmamasının en önemli sebeplerinden biridir. Yavuz Sultan Selim tarafından 1516 yılında ele geçirilen Kudüs’te padişahın yaptığı ilk işlerden biri önceki devletlerin yasağını kaldırmak ve Yahudileri buraya yerleşmeye davet etmek olmuştur. Tam yüz yıl öncesine kadar Osmanlı’ya ait olan Kudüs’te dört asır boyunca bu üç medeniyetin kardeşçe bir arada yaşamasının sebebi Osmanlı idaresindeki hoşgörülü ve anlayışlı tavırdı.

KANUNİ'NİN KUDÜS KAPISINA YAZDIRDIĞI ANLAMLI MESAJ!

Kânûnî Sultan Süleyman tarafından Kudüs’ün Yafa Kapısı girişine yazdırılan “La ilahe illallah İbrahim halilullah” kitabesi

O dönemde Osmanlı’nın bütün bölgelerine ““Lâ ilâhe illallah, Muhammedun resûlullah” kitabesi yazdırılırken, Kanuni Sultan Süleyman tarafından Kudüs Yafa kapısının üzerine “Lâ ilâhe illallah, İbrahim halîlullah” yazdırılmış ve üç dinin ortak atası olan bir peygamber öne çıkarılarak burada yaşayan Yahudi ve Hristiyanlar da gözetilmiştir.  Bu yazının altından geçerek şehre giren hiç kimse bu yazıdan rahatsız olmamış ve surlara kazınan bu ruh toplumsal hayata da yansımıştır.  

Tüm bunlardan anlaşılacağı üzere Osmanlı, himayesindeki milletlerin inanç ve geleneklerini yok saymamış, hiçbir milleti zorla Müslümanlaştırmamış, barındırdığı farklılıkları zenginlik olarak görmüş, hatta farklı milletlerin kendisine uyan maddi veya manevi unsurlarını benimsemiştir. Nitekim birçok tarihçi, Osmanlı’nın İslam dininden kaynaklanan yapıcı ve hoşgörülü tavrı olmasaydı, birçok dinî ve etnik kimliğin bugün ancak tarih kitaplarından okunabileceğini itiraf etmiştir.

Son yıllarda dinler ve kültürler arası ilişkilerin bozulmasıyla Osmanlı dönemindeki güvenlik ve huzur ortamına karşı bir özlem duygusu uyanmış, Osmanlı’nın barış formülü bölgede süregelen çatışmaya alternatif bir çözüm olarak gündeme gelmiştir. Bugün Osmanlı mimarisi, sanat, dil ve yemek kültürünün hâlâ hâkim olduğu Kudüs’ün Osmanlı yönetimi tarafından nasıl barış içinde yönetildiğinin anlaşılması, barışa giden yolların hepsinin kapalı göründüğü günümüzde yeni ufuklar açabilir. 

BİRLİKTE YAŞAMA TECRüBESİNİN SONU: MİLLİYETÇİLİK VE ULUS-DEVLETİN İNŞASI

Osmanlı himayesindeki farklı milletlerin ilişkilerinin bozulması süreci ise, Avrupa kökenli milliyetçilik düşüncesinin çeşitli misyonerlik faaliyetleriyle bu bölgeye sirayetiyle başlamıştır. Yüzyıllarca barış içinde yaşamış olan halklar birbirlerine karşı kışkırtılmak istenmiş ve nitekim başarılı olunmuştur. İslam Peygamberi tarafından 1400 yıl önce yasaklanan ‘bir milletin diğer millete üstün olma düşüncesi’ yani modern anlamda milliyetçilik, ilk etapta halkların gözünde bir heyecan uyandırsa da, bu durum sadece Müslümanlar için değil aynı zamanda Yahudiler ve bölgedeki diğer milletler için de zorlu bir sürecin başlangıcı olmuştur.

Yüzyıllarca barış içinde beraberce yaşayan toplumlar birbirlerini değiştiremeyecekleri bir olgu olan milletleri yüzünden öldürmeye başlamış ve sadece yüzyıl öncesine kadar dinlerin uyum içinde beraber yaşadığı bu coğrafyada aynı dinin mensupları, kimi zaman kardeşler birbirlerini öldürmeye başlamıştır. Her şeye rağmen bugün Müslüman toplumlar, İslâm tarihinde, epistemolojik kırılma ve ontolojik kopuşla sonuçlanan ürpertici bir medeniyet buhranı ve dolayısıyla ilk defa ürpertici bir fetret dönemi yaşıyor olsalar da, bugün bile, Batı’dan devşirilen ulus devletlerin bütün yıkımlarına rağmen farklı dinlerin, kültürlerin, hayat tarzlarının birlikte yaşayabildiği yegâne toplumlardır. Günümüzde hâlâ Mardin, Diyarbakır gibi şehirlerde, Lübnan ve Mısır gibi ülkelerde beraber yaşamaları asla mümkün olmayacağı imajı çizilen Yahudi, Hristiyan ve Müslümanlar Osmanlı’dan kalma komşuluklarını sürdürmektedirler. Yaygın kanaatin aksine, en güçlü dönemlerinde dahi, bugün seküler sistemlerin vaat ettiği eşitlik ve özgürlükten fazlasını âdemiyet temelinde İslam şuuruyla sunan bir hoşgörü ve barış medeniyeti olarak Osmanlı, giderek küçük bir köy halini alan dünyamızda hem bugün hem gelecek için tüm insanlığa örnek olmaya devam etmektedir.

Kaynak: Marmara Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Enstitüsü Yüksek Lisans Öğrencisi Seda Özalkan / Tohum Dergisi Güz 2016 Sayı 156

YORUMLAR 1
  • Mardinli Şeho 8 yıl önce Şikayet Et
    Bu günümüzde yaşananları gördükçe Osmanlı bunları yapmasa mıymış diye geçiyor bazen içimden. Bunları hiç bir zaman asimile etmedi osmanlı, özgür bir şekilde yaşadılar, ellerine fırsat geçince de 1900 lü yıllarda balkanlarda, ve yakın zamanda Bosna da ve Ortadoğu coğrafyasında yaptıkları ortada, kendilerinden olmayanlara yaşam hakkı tanımıyorlar.
    Cevapla
DİĞER HABERLER
Bebek katilleri için hesap vakti: İlk itiraf geldi!
Dünyada gündem olan 'Savaş' iddiası! Dışişleri kaynaklarından 'Türkiye' kısmına ret!