Batı'nın gizlediği kara leke: Bebek cinayetleri
İnsanlık tarihi boyunca yeni doğan bebeklerin benzer gerekçelerle anneleri tarafından öldürüldüğünü, hatta bazı toplumlarda bu durumun mazur görüldüğünü biliyor muydunuz? Derin Tarih dergisi Ocak sayısında Batı’daki kan donduran bebek öldürme vakalarına mercek tutuyor.
Amerikalı yazar Sandra Newman’ın kaleminden, gübreler üzerinde can çekişen, sığ suda boğulmaya terk edilen ya da çukur açılıp canlı canlı gömülen bebeklerin kan donduran hikâyeleri… Yazının tamamı Derin Tarih Ocak sayısında!
İnsanlık tarihinin kayda değer bir bölümü boyunca bebek ve çocuk öldürmenin yaygın ve kabul edilen bir nüfus kontrol yöntemi olduğunu ve çocuğun masumiyetinin, onu kana susamış bir tanrı için ideal kurban haline getirdiğini biliyor muydunuz?
Bebekler genellikle zaten ölmeleri beklendiği için öldürülürdü. Örneğin bazı kutup bölgesi halklarının, annesi doğumda ölen ve bebeği emzirecek başka kimsenin bulunmadığı durumlarda bebekleri öldürdükleri belirtilir. Hasta veya şekil bozukluğu olan çocuklar, aynı nedenden dolayı öldürülmeye karşı daha korunmasızdır ve birçok kültürde bunların gerçek insan olmadığı yönünde rahatlatıcı bir hurafe hâkimdir. Ortaçağ Avrupa’sında bu bebekler “gerçek bebekle değiştirilmiş bebekler” (changeling), Afrika’da “cadı bebekler” veya “cin bebekler” diye adlandırılır. Böylelikle suçluluk hissedilmeden terk edilebilir veya öldürülebilirler.
Yeni doğan bir bebeği öldüren ebeveyn, kendisini onun henüz bir çocuk olmadığına ikna eder bir şekilde. Bazen de bebek, yetersiz kaynaklar için büyük kardeşi ile yarışmaktadır. Bunun olağanüstü derecede çarpıcı bir anlatımını Marjorie Shostak’ın Nisa: The Life and Words of a Kung Woman (1990) adlı kitabında görüyoruz. Burada Nisa, Kalahari’de kardeşinin doğumunu hatırlamaktadır:
“Doğduktan sonra orada ağlayarak yatıyordu. Ona selam verdim: ‘Hu hu bebek kardeşim! Hu hu! Benim küçük kardeşim var. Günün birinde beraber oynayacağız’. Ama annem dedi ki: ‘Bunun ne olduğunu sanıyorsun? Neden böyle konuşuyorsun? Haydi kalk ve köye geri dönüp kazmamı getir.’ Sordum: ‘Neyi kazacaksın?’ Dedi ki: ‘Bir çukur. Bir çukur kazıp bebeği gömeceğim… Onu gömeceğim ki sana bakabileyim. Sen çok zayıfsın!’”
Bu alıntının da gösterdiği gibi, ebeveyn yeni doğan bebeğini, kendisinin onun henüz bir çocuk olmadığına ikna ederek kolaylıkla öldürebilmektedir. Bu insan öncesi bebek fikri, genellikle ritüellerde resmîleştirilir. Mesela antik Atina’da bir bebek, doğumundan bir hafta sonra gerçekleşen isim verme töreni yapıldıktan sonra öldürülemezdi. Erken dönem İskandinavya’sında, bir çocuğu vaftiz edildikten veya yiyecek verildikten sonra öldürmek illegaldi. Hıristiyan dünyanın her yerinde vaftiz edilme muhtemelen birçok ebeveyn için dönüm noktası sayılıyordu. 17. yüzyıl gibi geç bir tarihte vaftiz kayıtları genellikle erkek bebeklerin kuşkulu bir egemenliğini gösterirken, kızların çoğu ebeveyni tarafından toplumun dikkatine sunulmadan önce sessizce yok ediliyordu.
Ortaçağ’ın sonlarında, çoğu zaman failleri cezalandırarak çocuk cinayetlerini ortadan kaldırmak için resmî girişimlerde bulunuldu. Hatta bebeklerini öldürenler halk tarafından taşlanarak öldürülüyordu. İnsanlar genellikle komşularının bu suçu işlediğini bildirmede isteksizdiler, hatta aynı yatağı paylaşan hizmetçilerden biri, diğerinin hamile olduğunu fark etmediğini iddia edebiliyordu. 1624 yılında İngiltere annelerin, öldürdükleri yeni doğan bebeklerini ölü doğmuş olarak göstermelerini önlemek için çok katı bir yasa kabul etti: bir şahit olmadan doğum yapan ve canlı bir çocuk gösteremeyen her kadın cezalandırıldı. Bu yasa 180 yıl boyunca yürürlükte kaldıysa da, oldukça az sayıda kadın bu yasaya göre yargılanırken, çok daha azı mahkûm edildi. Örneğin 1730-74 yılları arasında, Londra’daki Old Bailey mahkemesinde yalnızca 61 bebek öldürme davası görüldü. 1680-88 arasındaki 12 bebek öldürme davasından 9’u suç olmadığı için, 3’ü de delil yetersizliğinden beraatla sonuçlandı.
Bu az sayıda davayı, bu suçun nadirliğine atfetmek rahatlatıcı olabilir. Ama işin aslı böyle değil. 1730’lu yıllarda Londra İstenmeyen Çocuklar Hastanesi’nin kurulmasına yardım eden Thomas Coram, her gün işe giderken gübre yığınları üzerine veya yol kenarına terk edilmiş “bazen canlı, bazen ölmüş ve bazen de can çekişen” çok sayıda bebek görerek bu işe girişmişti.
Ölüme terk edilmeleri yasallaştı!
18. yüzyıl İstenmeyen Çocuklar Hastanesi (yetimhane) hareketi, problemi vakıflar yoluyla çözmeye yönelik ilk büyük ölçekli teşebbüstü ve bütün Avrupa’yı bir kamusal iyiniyet dalgası olarak sardı. Gayrimeşru çocukların anneleri daha önce kötü kaderi hak eden kötü kadınlar olarak toplum dışına atılıyordu; şimdi ise kimliğini gizleyerek bebeğini bir hastaneye terk edebiliyordu. Napolyon Fransa’sındaki hastanelerde, bir kadının bebeğini terk edip bir zili çalacağı ve bir hemşirenin gelip bebeği alacağı, bu arada annenin gizliliğinin korunacağı bir masa vardı. Londra yetimhanesinde ise anne, çocuğu ile birlikte bir madalyon bırakıyor, kimliğini gizlerken, şartlar değişirse gelip o madalyon ile gelip çocuğunu alabiliyordu.
Bu yetimhaneler bir anlamda büyük bir başarıydı. Anneler kilometrelerce uzaklıktaki köylerden gelip istenmeyen bebeklerini bırakıyorlardı. Londra İstenmeyen Çocuklar Hastanesi’nde “kapıya ulaşmak için yuvarlanan kavga eden kadınlar” eksik olmazdı. “Bebeğini bırakabilen az sayıda talihliden olabilmek için yarışıyorlardı”. 1818 yılında Paris’te hastaneye terk edilen yetimlerin sayısı, şehirde doğan bebeklerin üçte birine ulaşmıştı. Maalesef bu yetimlerin çoğu hayatını kaybetti. Aynı yıl Paris’teki yetimhaneye kabul edilen 4 bin 779 bebekten 2 bin 370’i ilk üç ay içinde öldü. Avrupa genelindeki rakamlar benzerdi. Olağandışı ölçüde lüks olan ve kontlar Adrey Razumovsky ile Aleksei Bobrinsky’nin eski saraylarında kurulan St. Petersburg Hastanesi, zirvede olduğu dönemde 25 bin çocuğa ev sahipliği yapıyor ve türünün örnek modeli kabul ediliyordu. Burada 600 sütanne ve yakın köylerden sayısız bakıcı anne çalışıyordu. Yine de yetimhaneye kabul edilen bebeklerin yarısı ilk altı hafta içinde hayatlarını kaybettiler. Ancak üçte birinden azı 6 yaşına ulaşabildi.
Günümüze gelirsek, birçok gelişmiş ülkede bile yoğun bakım gerektiren yeni doğanların uzun süre yaşaması beklenmiyorsa, ölüme terk edilmeleri yasaldır. Hollanda’da her yıl görülen 1000 bebek ölümünden, kabaca 600’ü ebeveyn ve tıp personeli tarafından verilen kararın sonucudur. Gizli bebek cinayetleri de ayrıca sürmektedir: 1997 gibi yakın bir tarihte, Ani Bebek Ölümü Sendromu vakalarının yüzde 5-10’unun bebek cinayetlerini gizlediğinden şüphe duyuluyor. Risk faktörleri de büyük ölçüde aynı. Anneler genellikle evlilik dışı ilişkiden doğan bebeklerini veya zaten küçük bir çocukları varsa sonradan doğan bebeklerini öldürmekteler. 1988 yılında Texas Üniversitesi tarafından gerçekleştirilen bir araştırmada, ikizlerde bebek öldürme oranlarının tek bebeklerin neredeyse iki katı olduğu bulunmuştur. Daha iyi doğum kontrolü, daha düşük bebek ölüm oranları ve daha kolay hayat şartlarının bebek ölümlerini azaltmış olması mümkündür. Ancak bu suçu işleme güdüsü ve altında yatan mantık aynı kalmaya devam etmektedir.
AFYON VERİLEREK ÖLDÜRÜLEN BEBEKLER
19. yüzyılda kreşin (baby farming) gelişmesi, annelere istenmeyen bebeklerinin bakımı için doğrudan bakıcı annelere ücret ödeme imkânı verdi. Annelerin sorunsuz bırakıp gidebilmeleri için bakıcıların ücreti bir defada toptan ödeniyordu. Ancak kısa süre sonra bu sistem, bakıcıların bebekleri ihmal etmeleri veya afyon vererek öldürmeleri yüzünden kötü bir şöhrete ulaştı. 19. yüzyıl sonlarında doğum kontrol yöntemlerinin yayılmasına kadar, Avrupa’da bebek cinayetlerinin oranında önemli bir gerileme olmadı. Yani ancak daha az sayıda bebek sahibi olmaya başlayınca bebeklerimizi öldürmeyi bıraktık!