Dr. Kızıldağ: En büyük ihtiyacımız umut

Milli şairimiz Mehmet akif Ersoy'u İstiklal Marşı'nın kabulünün 100. yılında hürmet, rahmet ve minnetle yad etmek için onun düşüncesini, değerlerini yeni nesille buluşturma gayretinde olan yazar-eğitmen Şaban Kızıldağ önemli değerlendirmeler yaptı.

Dr. Kızıldağ: En büyük ihtiyacımız umut
Dr. Kızıldağ: En büyük ihtiyacımız umut
GİRİŞ 24.02.2021 12:07 GÜNCELLEME 24.02.2021 12:07

“100 yıl önce olduğu gibi bugün de, en çok ihtiyaç duyduğumuz şey umut” diyorsunuz. Neden?      

Çünkü umut, insan için çok önemli bir kavram. Umudun yokluğu, korkunun egemenliğine boyun eğmek demektir. Tarihe bakınca çok net görürsünüz, bütün toplumsal ve bireysel çöküşler korkuyla başlar! Onun için, korkuya teslim olmak yerine umudun gücüyle yaşamayı öğrenmeliyiz. Mazeretlerle oyalanıp yerimizde saymak yerine, umudun gücüyle ayağa kalkıp çıkışı bulmaya gayret etmeliyiz. Zamanında Mehmet Âkif de halkımıza bu çağrıda bulundu; umudun gücünü hatırlattı. İstiklal Marşımızın ‘Korkma’ diye başlaması tesadüf mü?  Aynı şekilde, Mehmet Âkif’e Kurtuluş Savaşımızın Manevi Lideri denmesi de tesadüf değil. Bütün bunların ardında, çok önemli tarihsel gerçeklikler var. Bizim niyetimiz de, bu gerçekleri çocuklarımızın, gençlerimizin öğrenmesini sağlamak. 100. Yıl, bunları hatırlatmak için iyi bir vesile. Özellikle de içinde bulunduğumuz durum düşünüldüğünde, bu hatırlatmaların daha da önem kazandığını görebiliriz.

-Mehmet Âkif Ersoy’a, UMUDUN ŞAİRİ denmesinin sebebi nedir?    

Mehmet Âkif, eserleriyle topluma hep ümit aşılayan bir aydındır. Ona göre bir toplumda umudun tükenmesi, maddî-manevî yok oluşu getirir. Bunun için umutsuzluktan doğan karamsarlık anlamına gelen yeis sözcüğünü küfürle, şirkle bir tutar.  Az önce de dediğim gibi, İstiklal Marşı’na “Korkma” diye başlayan Âkif’in, umutsuzluktan bahsettiği bu şiire “Âti” ile başlaması, geleceğe olan güveninin ve bitmeyen umudunun bir göstergesidir.  

-Âkif için umut, iyimserlikle eşdeğer bir kavramdır, denebilir mi?

Kesinlikle hayır. Âkif, umudu bir konfor alanı olarak görmez. Onun için, altı boş bir iyimserlik değildir umut. Ve umutlu olmak, ulaşılması mümkün olmayan bir hayale kapılmak da değildir. Âkif için umut, güvene endekslenmiş bir rehavet alanı biçiminde de tanımlanamaz. Umut, beklemeyi değil, müdahil olmayı gerektirir. Umutlu olmak, edilgen değil, etken bir ruh halinin göstergesidir.

-Siz eğitimlerinizde UMUT ve KORKU kavramları üzerinde çok duruyor, ‘umutsuzluk bir toplumsal mazerettir’ diyorsunuz? Neden böyle?

Hazreti Ali diyor ki, Mazeret insanın kendisine söylediği en büyük yalandır! Biz mazeretlerin gölgesinde yaşamayı alışkanlık haline getirmiş bir toplumuz. Her şey için bir mazeretimiz var, başarısız olmak için, mutsuz olmak için, gelecekten umutsuz olmak için... Oysa insanların, hayattaki çıkışları en çok kaçırdığı zamanlar mazeret ürettiği zamanlardır. Peki çıkışları kaçırmaya devam edersek, açmamız için önümüzde beliren kapıları açabilir miyiz? O kapıları açmazsak, ardındaki bilgiye ulaşabilir miyiz? Hayatın amacı bilgidir. Öğrenmektir. Kendini tanımak, bilmektir. Bütün bunlar için, öncelikle mazeretlerimizden kurtulmaya ihtiyacımız var. Ve bunun için de bize gereken ilk şey, umut…Umut dolu bir kararlıkla yol alırsak, aradığımız çıkışlara kolayca ulaşmamız mümkün olur. Bu durum, yaşamakta olduğumuz Pandemi süreci için de geçerli, çıkışı bulmakta zorlandığımız tüm diğer süreçler için de...

-Umutsuz olmak, bir tercih mi?

Evet bir tercih. İnancınız azalırsa, umudunuz da azalır. Üstadımız Mehmet Âkif, böyle söyler. Ve çok da haklıdır... Ben de diyorum ki; UMUT YOKSA, ÇIKIŞ DA YOKTUR! Yani; ne yapıp edeceğiz, umudumuzu koruyacağız. Ve bizden önceki neslin, yani mazeretlerin arkasına sığınarak yaşamayı alışkanlık haline getirmiş anne-babalarımızın fark edemediği (Mehmet Âkif gibi hatırlatıcılara rağmen) bu önemli gerçeğin görecek, umudun önemini anlayacak, onların bize öğretemediğini, biz çocuklarımıza öğreteceğiz. 

-Umut mu, korku mu daha güçlü?   

Korku öğrenilen bir şey. Korkunun insanlar üzerindeki gücünü keşfedenlerin, her gün korku temelli farklı bir kurguyla ortaya çıkması, insanları kontrol etmek için korkunun gücünden yararlanma çabalarının bir sonucu. Bu işe ciddi yatırımlar yapılıyor. Çünkü korku odağında tasarlanan tüm küresel algı operasyonları, çok hızlı sonuç veriyor. Küresellik üst başlığı altında sunulan sorunlar üzerinden, bireylerin / ulusların sorunları da, korkuları da, umutsuzlukları da küresel hale getiriliyor.  Korkuyu ‘hâkim’ kılmak isteyenlerin yaptığı ilk şey, insanın elinden en güçlü silahını; umudu almaktır. Çünkü umudun gücünün, korkunun gücünün çok ötesinde olduğunu bilirler. Umudu sonsuz bir ışık kaynağı gibi düşünün. İnsanın yolunu aydınlatan ve ihtiyacı olan tüm çıkışları ona gösteren, tükenmeyen bir kaynak gibi.

Büyük şair Mehmet Âkif Ersoy ne diyordu bu konuda, hatırlayalım:

Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak...
Alçak bir ölüm varsa, eminim, budur ancak...

 

Dünyada inanmam, hani görsem de gözümle.
İmanı olan kimse gebermez bu ölümle:
 

Ey dipdiri meyyit, 'İki el bir baş içindir.'
Davransana... Eller de senin, baş da senindir!

-Mehmet Âkif Ersoy, umuda yönelik şiirlerini nasıl bir dönemde yazmış?

Mesela az önce size okuduğum şiiri, 1913’te yazmış. Balkan savaşlarındaki yenilginin ağırlığı içinde. Osmanlı'nın balkanlardaki topraklarının çoğunu kaybettiği o kara günlerde. Yani aslında Âkif, Osmanlı’nın son dönemlerindeki durumunu anlatmış mısralarında, içi kan ağlayarak. Maalesef, etrafta, çıkışı göremeyip ümitsizliğe kapılanların çok olduğu bir zaman bu. Âkif’in her yanı, “Her şey bitti, buradan çıkış yok! Kaybettik. Daha fazla direnmenin bir manası yok!” diyenlerle dolu. Geleceğin karanlık olduğuna inananlarla dolu. Karanlık da bir korku biçimidir. İster gerçek manada bir karanlıktan söz edelim, ister metaforik olarak. Fark etmez… Karanlık korkusu, tüm diğer korkular gibi, insanı umutsuzluğa sürükler. Korkan insan ne yapar? Geri çekilir. Yani gelecek korkusu, umutsuzluğu, vazgeçmeyi beraberinde getirir. Ve gelecek günlerin güzel olabileceğine inanmaz artık. O an, geleceğin karanlık olduğunu söyleyen kimdir, diye düşünemez. Geleceği karanlık görmem kimin işine yarıyor, diye sormayı akıl edemez. Oysa Allah’tan başka bilen var mıdır, gelecekte ne olacağını? Bunu idrak eden insan, nasıl düşer böyle bir oyunun içine? Bunlara, sadece tarihsel konular olarak bakmamak lazım. O günkü ruh halleri, şu an içinde bulunduğumuz ruh halinden çok da farklı değil. Odakta hep korku var farkındaysanız. Geleceğin bugünden daha karanlık olacağı algısı var. Ve bize düşen, bu algıyı dağıtmak. Bunun korku odaklı bir kurgu olduğunun farkına varmak. Akif’in o günlerde yaptığı da buydu…

-Mehmet Âkif Ersoy’un, umutsuzluğu bir iman zayıflığı olarak görmesinin sebebi nedir?

Âkif için ‘yeis’, içine düşen insanı boğan bir bataklıktır. Gelecekten ümidini kesince insan, çalışma isteğini / azmini kaybeder. Bunları kaybedince de gelecekle ilgili umutları biter. Yani onu tüketen bir kısırdöngü içine girer. Âkif bu kısırdöngü meselesini anlaşılır bulmakla birlikte kabul etmez, çünkü yeisin asıl sebebinin, ‘iman eksikliği’ olduğunu düşünür. Umutsuzluk bir isyan biçimidir Âkif’e göre. Bir iman zayıflığıdır ya da... İmanı güçlü birinin umutsuzluğa düşmesi mümkün değildir. İnsana yakışan en son şeydir ümitsizlik. Çünkü iradesi olan üstün bir varlık biçiminde yaratılmış insan, karanlıktan korkup umutsuzluğa düşmek yerine, bir mum yakıp etrafını aydınlanmalıdır. Yani gücü yettiğince çalışıp çabalamalı, büyük bir kararlılıkla, güçlü bir azimle uğraşmalı; tüm bunlar fayda etmediğinde ise, elinden geleni yapmış olmanın huzuruyla Allah’a bırakmalıdır her şeyi. Böyle bir bakış açısı içinde yaşayan insanın, ‘umutsuzluk’ sözcüğünü lügatinde barındırması düşünülebilir mi? İşte bugün de, bu pandemi sürecinde ihtiyacımız olan şey de bu! Akif’in düşüncelerini yeniden hatırlamak / hatırlatmak bunun için çok önemli. Onun soruları üzerine kafa yormak, önemli.

-Keşke Âkif, bugün aramızda olsa ve bize yeniden bu soruları sorsa...

Bu bir bayrak yarışı. Âkif, bayrağı bize devretti. Bize, içinde bulunduğumuz ataletten ve akıl tutulmasından çıkmak için gereken tüm bilgiyi verdi. O halde aynı soruları biz de sorabiliriz. Bu sorulara yeni cevaplar da üretebiliriz. Çünkü Âkif, bize güveniyordu. Hatta tüm umudu gençlikti. İdealindeki gençliği ÂSIM’IN NESLİ, olarak tanımlamıştı…

-Âsım’ın Nesli, derken tam olarak neyi kast ediyordu? Gençlerden neler bekliyordu?

Âsım, Mehmet Âkif Ersoy’un SAFAHAT kitabının 6. Bölümünün (6. Kitap da diyebiliriz) adıdır.  Kelime anlamıyla Âsım ‘günahtan arınmış olan / kendini günahtan uzak tutan’ demektir. Çanakkale’yi geçilmez yapanlar Âsımlardır. Bu isim M. Âkif için ideal Türk gencini sembolize eder. O genç, karakterli, ahlaklı, erdemli, bilgilidir. Başta kahramanlık olmak üzere, tüm güzel özelliklere, bir insanda olması gereken tüm erdemlere sahiptir. Etrafındakilere de, bu meziyetleri ile örnek olur. Yani Âsım, umudun adıdır. Âkif için, Âsım Nesli umudun neslidir... Umutla beklenen, gelecek güzel günleri oluşturanların, ülkemizi yükseltecek, bizi ümitli yarınlara taşıyacak olan neslin adıdır. Ve böyle bir gençlik yetiştirmek, hepimizin sorumluluğudur. 

Âsım, aynı zamanda, biliyorsunuz, Hz. Muhammed’in zamanında yaşamış, ona iman etmiş sahabelerden birinin adıdır. Âsım bin Sabit. Üstat, Âsım’ın nesli, derken, bir yandan da bu sahabeden bahseder. Yani ilhamını, çok özel bir hikayesi olan Âsım bin Sabit’ten alır. Bir gün, daha bol bir vakitte, size onun hikayesini de anlatırım. Şimdi gelin size, O’nun gençlerden neler beklediğini, net bir şekilde ortaya koyan birkaç dizesini okuyayım:

“Sen ki Âsımın neslinin, çiğnetme namusunu.

At üstünden korkunun ve gafletin kâbusunu.

Ateşler yakıp Nemrut misali, atsalar seni.

Sakın ha! Terk etmeyesin, imanını, dinini.”

-“Âsım’ın nesli”, özgüveni yüksek, kendine inanan bir nesil olmak zorunda. Peki, sizce bizim neslimiz, bunu başarabilir mi? 

Eğitimlerimde sık sık öğrenilmiş çaresizlikten söz ederim. Çaresizlik de öğrenilen bir şey. Umutsuzluk gibi, korku gibi… Biz öğrenmeyi hep iyi bir şey diye biliriz, ama öyle değildir. Öğrenmek her zaman olumlu şekilde sonuçlanmaz. Bazen, yanlış öğreniriz. Yanlış bilgileri öğreniriz... Bu da, zihnimizde yanlış kodlar oluşmasına sebep olur. Ve biz, o kodları, kendi gerçeğimiz, kendi fikirlerimiz, kendi bakış açımız zannederiz. Bir başka deyişle; zamanında, kimin hangi amaçla ektiğini bilmediğimiz bazı fikir tohumlarını, zihnimizin içinde, fark etmeden besler büyütürüz. Emek verdikçe onları daha da sahipleniriz. Sonra da o fikrin, düşüncenin, inancın, bilginin vs. esiri oluruz. Bizim milletimizdeki özgüven sorununun kökeninde de bu vardır. İçimizdeki batı hayranlığının sebebi budur. Herhangi bir şeyi onlardan (batılılardan) daha iyi yapabileceğimize, inanmayız. Tabii, bunlar öyle kendiliğinden oluşmuş şeyler değil. Özellikle de öğrenilmiş çaresizliklerimizden söz ediyorum. Biz, onları bile isteye öğrenmedik, bile isteye sahiplenmedik.

-M. Âkif de bu meseleyi, sizin gibi mi tanımlıyor?

Ben onun gibi tanımlıyorum, diyelim. Nitekim, Mehmet Âkif Ersoy, bu konuda çok önemli saptamalar yapmış. Hem de daha o yıllarda…  Bildiğiniz gibi, 1.dünya savaşının aleyhimize sonuçlandığı ve işgalcilerin etrafta ellerini kollarını sallayarak dolaştığı Mütareke yılları, Âkif gibi vatanseverler için son derece zor yıllardır. Âkif, 1920 Nisan’ında, o zamanlar 12 yaşında olan büyük oğlu Emin’i de yanına alarak bir yurt gezisine çıkar. O gezi sırasında uğradığı illerden biri de Balıkesir’dir. Zağanos Paşa Cami kürsüsünde halka yönelik bir konuşması vardır Âkif’in. İşte orada, tam da bunu anlatır. Sonrasında, SEBÎLÜRREŞAD DERGİSİ’nde de yayınlanan bu konuşmadan kısa bir bölümü okumak isterim size: “Acaba biz Müslümanlar niçin bu hale düştük? Bunun illetini ben şöyle görüyorum: Doğduğumuz günden itibaren babalarımız, analarımız, hocalarımız, siyasilerimiz, şairlerimiz, yazarlarımız bize istikbal-gelecek için ümit verecek bir şey söylemediler. Ben çocukluğumdan beri: “Biz yaşayamayız; Avrupalılar terakki eylemiş (ilerlemiş), siz çok fena günler göreceksiniz!” Nakaratından başka bir şey işitmedim. Halbuki ‘çocuklar, siz geceli gündüzlü çalışınız ki memleket kurtulsun’ diye, bizleri çalışmaya sevk edecekleri yerde, rastgelen adam ruhlarımıza, kalplerimize yeis (karamsarlık) mayası aşıladı.” 

Bu fikirler, elbette Âkif’in şiirlerine de yansır:

“Doğduk, ‘yaşamak yok size!’ derlerdi beşikten;

Dünyayı mezarlık bilerek indik eşikten!

Telkin-i hayat etmedi asla bir ses;

Yurdun ezelî yasçısı baykuş gibi herkes,

Ye’sin bulanık ruhunu zerk etmeye baktı;

Melûn aşı bir nesli uyuşturdu, bıraktı!

Devlet batacak!’ çığlığı beyninde öter de,

Millette beka hissi ezilmez mi ki nerde?

Afakına yüklense de binlerce mehâlik (tehlike,)

Batmazdı bu devlet, ‘batacaktır!’ demeyeydik.

Batmazdı, hayır batmadı, hem batmayacaktır

Tek sen uluyan ye’si (karamsarlığı) gebert, azmi uyandır”

-Âkif’in ‘eğitim’ konusundaki hassasiyetinden çok söz edilir. Siz bir eğitimci olarak bu konuda neler söylemek istersiniz?

Onun eğitim konusundaki düşüncelerini, en kestirme şekilde anlamak için, Çanakkale zaferi sonrasındaki konuşmalarına bakmak yeterlidir. Söylediklerinin özeti şudur: Bu büyük zaferi hayırlısıyla kazandık, bitti. Ve şimdi daha büyük bir sorunla baş başayız. Eğer, tüm sorunların esas kaynağını, yani bu milletin “cehalet” sorununu çözemezsek, eğitim meselemizi kökünden halledemezsek, Çanakkaleleri tekrar tekrar yaşamak zorunda kalırız.  

-Size göre, Mehmet Âkif Ersoy kimdir?

Mehmet Âkif Ersoy denince akla ilk gelen, ‘İstiklal Marşı’nın şairi olduğudur. Oysa Âkif bundan çok daha fazlasıdır, çok yönlü bir şair, mükemmel bir vatansever ve müthiş bir eğitmendir. O, sadece edebiyatla haşır neşir olmakla yetinmemiş, toplumun sorunlarıyla da birebir ilgilenmeyi görev saymış bir insan. İçinde bulunduğu tarihsel süreç içinde, yani milli mücadele yıllarında, üzerine düşen sorumlulukları layıkıyla yerine getirmiş, örnek bir kişi. Aynı zamanda Âkif, her türlü sömürüye, emperyalizmin her biçimine karşıdır ve bu konudaki tavrını korkmadan çekinmeden sonuna kadar ortaya koymuş bir isimdir. Buradaki duruşu, elbette sanatına da yansır. Nitekim o, fikirlerini, inançlarını ve tavrını, sanatı aracılığıyla insanlarla buluşturma konusunda da son derece başarılı bir şairdir. Onun için de bugün, onun eserlerinin olmadığı bir milli mücadele dönemi edebiyatından söz etmek, kesinlikle mümkün değildir.

-Mehmet Âkif Ersoy’un milli mücadele dönemindeki duruşu nasıl? Biraz anlatabilir misiniz?

Dönemin bazı düşünürleri, şairler, yazarları ve aydınları, işgallere direnmek -karşı koymak yerine, durumu kabullenmeyi seçer. İngiltere veya Amerika’nın mandası olmaktan başka çare olmadığına, bu karanlık yolun bir ÇIKIŞI olmadığına inanırlar. Mehmet Âkif ise ‘tam bağımsızlık’ fikrini savunur. Anadolu’nun düşman kuvvetlerince işgal edildiği yıllarda; evini, işini, ailesini bırakıp, memleketi karış karış dolaşır. Cephede Mehmetçikle; sokaklarda, meydanlarda, camilerde Türk Milletiyle konuşur. Edebi gücüyle beslediği üstün hitabet sanatıyla, onlara umut aşılamaya çalışır. Hatta bu sebeple ona “MİLLÎ MÜCADELE’NİN MÂNEVÎ LİDERİ” sıfatı verilmiştir.

-Yazdığı umut şiirlerinin cephedekilere gerçekten yararı olmuş mu?

Âkif’e göre, savaştaki en mühim cephane umuttur. Askerin en güçlü silahı, ümittir. İçinde inancın olduğu bir umut, azimle sarmalanmış bir ümit; tüm silahlardan çok daha güçlüdür. Bunun için de asker, asla cephede cephanesiz bırakılmamalıdır. Ona, askeri mühimmat kadar, umut da taşınmalıdır. İnancının da, umudunun da hep canlı tutulması için, ne gerekiyorsa yapılmalıdır. Mesela, Balkan yenilgisinin ardından umudunu yitirmeye başlamış askere, Âkif’in yazdığı moral veren şiirler ilaç gibi gelir ve Çanakkale Zaferi’nde bu moralin etkisinin büyük olduğu söylenir. O şiirlerinden birinde şöyle seslenir askere:

Korkma! Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz;

Bu yol ki hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz!

-Bir eğitimci olarak, Mehmet Âkif Ersoy’un sizi en çok etkileyen yanı nedir?

Beni etkileyen çok fazla yanı var Âkif’in. Burada saymakla bitmez. Ancak zannediyorum bunların en başında sorumluluk bilinci geliyor. Özellikle de, insanları aydınlatmak, cehaletin karanlığını azaltmak konusundaki sorumluluktan söz ediyorum. Âkif, aydın bir insan olarak, kendini milletine karşı her daim sorumlu hissetmiş. Bu arada da, her zaman doğru olanı aramış, doğru olanın yanında olmuş, doğru davranmayı, doğru sözlü olmayı prensip edinmiş biri. Mesela, doğru bulmadığı, tasvip etmediği bir davranışla karşılaştığında, üzerinden geçmiyor. O davranışı görmezlikten gelip, yürüyüp gidemiyor. Düzeltmeyi, görev addediyor kendine. Çünkü, bunu birinin yapması gerektiğini düşünüyor. Aksi halde, o kişide, o tutum ya da davranışın kalıcı olabileceğini, biliyor… Bir hatırasında bu konuya örnek teşkil edebilecek bir selamlaşma olayından söz eder: “Bir gün Koyun Pazarından geçiyordum. Orada bakkallık eden yaşlıca mollalardan birine selâm verdim. Başı ile şöyle bir işaret ederek arkasını döndü. Canım sıkıldı. Kendisini bir kenara çektim. ‘Senin hıfzın vardır. Bak, Allah Kur’an’da ne diyor’ dedim. Sonra ‘Size bir selam verildiği zaman, ondan daha iyisiyle selam verin veya ayniyle mukabele edin…’ Ayetini okuyup manasını anlattım. İşte Müslümanlık da bu, medeniyet de bu dedim”.

-Oldukça cesur bir yaklaşım… Sizce de öyle değil mi?

Evet cesur. Ve olması gereken de bu… Sonuçta Âkif, Nisa suresindeki bu ayeti hatırlatmak suretiyle, bir insanın yanlışını düzeltmesine yardımcı oluyor. Kökeninde cehalet olan, bilgisizlik olan bu türden davranışlara, günümüzde de çok rastlanıyor. Böyle durumlarda, meseleyi kendine dert edinip, çözmeye çalışmak, bence çok değerli bir şey. Bugün, kaç kişi böyle konuları kendine dert ediniyor? Kaç kişi, bir insanın ayıbını kendi ayıbı olarak görüp, onu düzeltmek için böyle bir emek sarf ediyor? Bir başkasının yanlışını kendi yanlışın gibi görmek, onun sorumluluğunu hissetmek, birlik bilincinin bir göstergesidir. Bir bütünün parçası olduğuna inanan insan böyle davranabilir ancak. Bu tavrın arkasındaki felsefenin özünde, başkasını kendinden ayrı görmeme, kimseyi hiçbir koşulda ötekileştirmeme bilinci vardır. Onun için de, yapılan şeyin adı, müdahale değil, katkıdır. Bir insanın aydınlanma sürecine destek olmaktır. O insanın, cehaleti nedeniyle zarar görmesini engellemek için, o kişiyi doğruyla buluşturmak için yapılmış bir yardımdır.

-‘Eğitim’, zamanı ve mekânı olmayan bir kavram mı?

Evet, kesinlikle… Zaten Âkif de hiçbir zaman, eğitimi, zamanla mekanla sınırlamamıştır. Zamanının aydını olarak, bulunduğu ortamlarda, bazen öğretici bazen de hatırlatıcı kimliğiyle var olmuştur. Böylece de, karşısındaki insana, yanlışını fark etmesi için, imkân tanımıştır. Yani az önce de dediğim gibi, onu rencide etmeden, doğruya davet etmiştir. Az önce anlattığım olay, Âkif’in eğitimci kimliği hakkında fikir veren, iyi bir örnek.  Benim için Âkif’in, bu manada gerçek bir rol model olduğunu ve gayretlerimin bu yönde olduğunu söyleyebilirim. Tabii, ne kadarını başarabilirim, bilemiyorum... Bu arada unutmadan, çok önemli bir şeyden daha bahsetmek istiyorum. Âkif’in beni çok etkileyen bir yanı da; çok önemli ama üzerinde çok az konuşulmuş bazı önemli kavramlar üzerinden yaptığı ve bugün de geçerliliğini koruyan tespitleridir. Mesela der ki; “İyilik mefhumu bizde menfidir, müspet değildir. Meselâ bir adam iyidir, dediğimiz zaman, şunu yapmaz, bunu yapmaz, kimseye bir fenalıkta bulunmaz manasını kastederiz. Yoksa şunu yapar, bunu yapar, şöyle iyiliklerde bulunur manasını düşünmeyiz”. Bu sözleri, az önceki eğitimci duruşunun da bir özeti aslında. Âkif, eylem insanı. Sadece sözle yetirmiyor. Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın, demiyor. Aksine, herkesi sorumluluk almaya davet ediyor. ‘Salt iyilik’ diye bir şey olmadığını söylüyor. İyiliğin, eylemle buluşmuş halinden söz edilmesi gerektiğini söylüyor. Bir insanın ne yapmadığı kadar ne yaptığı da önemlidir, diyor. Kimseye kötülük etmemek elbette güzel. Ve bunu, zaten olmazsa olmazımız olarak görmemiz lazım. Önemli olan az önce de dediğim gibi, ne yapmadığımız değil, ne yaptığımız. Yani kaç insana hayrımızın dokunduğu, kaç insana iyilik ettiğimizdir. Bu çok önemli bir tespit… Ve günümüz insanı için, çok önemli bir çağrı…

- İstiklal Marşı’nın Kabulünün 100. Yılı kapsamında, M. Âkif Ersoy’un hayatını anlatan ‘AKİF’ adlı bir film yapıldı. Bu filmin danışmanlarından biri olarak, bize neler söylemek istersiniz? 

2021 yılı milletimiz için çok önemli bir yıl. Sizin de söylediğiniz gibi, İstiklal Marşımızın kabulünün 100. Yılı (12 Mart 1921). Akif bir ilk olmasına rağmen, son derece başarılı bir çalışma. Aslında film için, bir yolculuk hikayesi diyebilirim. Çünkü Akif’in, 1920’de, oğlu Emin’i de yanına alarak çıktığı, o büyük yolculuğu, vatana hizmet yolculuğunu anlatıyor. Biz de filmi izlerken bu yolculuğa eşlik edecek ve o günleri, kurtuluş savaşının manevi lideri Akif’in gözüyle görme ayrılacağını yaşayacağız. 

 

KAYNAK: AA
YORUMLAR İLK YORUM YAPAN SEN OL
DİĞER HABERLER
Bakan Tekin, Mansur Yavaş'ın 'Okulları temizliyoruz' şovunu ifşa etti!
Almanya'dan Rusya kararı! Hepsi reddedilecek