'Ayasofya Ekseninde Süleymaniye Camii'nin İstikameti'
Yeditepe Faith Dergisi'nin bu ayki sayısında Muharrem Hilmi Şenalp, "Ayasofya (Kudsi Hikmet) Ekseninde Süleymaniye Camii’nin İstikameti" başlıklı bir makale kaleme aldı.
Yüksek Mimar Muharrem Hilmi Şenalp, Fatih Belediyesi’nin kültür, sanat ve yaşam dergisi Yeditepe'nin son sayısında, "Ayasofya Ekseninde Süleymaniye Camii’nin İstikameti" başlıklı diklkat çekici bir bir makale kaleme aldı.
İşte Muharrem Hilmi Şenalp'in makalesi;
Dünya’nın hâlen ayakta olup kullanılan en eski yapılarından olan “Ayasofya” “ilâhi hikmet, kudsî hikmet” mânâsında bir kelimedir. Fetihten sonra bu kudsî mâbede nasıl bakılmış, müslüman irfânı tarafından rivâyetlerle, efsânelerle veya farklı yaklaşımlarla nasıl yorumlanmış? Burada temel mes’ele târih ilminin belgeli hakîkatlerinden çok, birçok kaynakta zikredildiği üzere, müslüman idrak ve şuûrunun bu kudsî ve kadim yapıyı nasıl anlayıp, kendi kültürüne temellük ettiği hususudur. Ayasofya, müslüman idrâkinde hiçbir zaman sâdece muharref (tahrif olmuş, bozulmuş) bir dînin mâbedi, olarak kabul edilmemiş, “Allah indinde din İslâmdır. Âli-İmrân 19” âyetinin şumûlüyle, Hz. Âdem (as)’dan Hz. Muhammed Mustafa (sav)’e kadar kesintisiz devam eden ve bütün peygamberlerin dâhil olduğu ekmel bir dînin kudsî bir mâbedi olarak telâkki edilmiştir.
Ayasofya; Müslüman kabulüne göre Hz. Süleyman (as)’ın ilk inşâsından itibâren, tevhid üzre ibâdet edilen bir mâbed kabul edildiğinden, muhtelif devirlerdeki inşâları da hep Hz. Hızır ile irtibatlandırılmıştır. “Ve binâ-yı mübarek nihâdın binâ-yı bünyâdı teberrüken ve teyemmünen Enbiyâ-i izâmın (büyük peygamberlerin) izâm-ı azametinden becâ becâ (uygun yerlerde) esna-yı binaya (bina inşaatı sırasında) konulmuştur. Bu sebebden ol makam-ı vâlâ Kâbe-i Ulyâ sıfat harem-i muhteremdir, ki ehâli-yi merzbûm (hududu belli olan memleketin ahalisi) ana Kâbe-i Rûm demişler. İptida-yı binâdan intihaya varıncaya kadar Hazret-i Hızır Aleyhi’s Selâm ol binâ-yı mübâreki bünyâd üzre def’ât (defalarca)ile gelib görünmüştür. Ve her görünüşünde câme-i hadrâsın (yeşil elbisesin)bürünmüşdür.
Beyit: Ey cümle-i câmilere sultan Ayasofya
Vey Kâbe sıfat cemile bercan Ayasofya” 1
(cemile bercan: güzellikte biricik.)
Justinyanus’un Ayasofya’nın açılışı sırasında sarfettiği rivâyet edilen “Ey Süleyman, seni geçtim.” sözünün Kudüs’teki Süleyman Mâbedi için değil de Hz. Süleyman’ın bugünkü Ayasofya arsasında inşa ettirdiği ilk büyük mâbed için söylendiğine dâir rivâyetler vardır.
Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi’nin İstanbul’u anlattığı kısmında Ayasofya’dan bahisle Hz. Süleyman (as) ve Hz. Hızır ile olan irtibâtını şöyle ifâde eder:
“Evvelâ müverrihîn-i selef-i Yunaniyân’dan Tevârih-i Yanıvan kavli üzre ibtidâ Hazret-i Süleymân dâr-ı dünyâyı devrân ve seyrân iderek emrine râm olan bâd-ı sabâ sür’at-i serîr-i Süleymani İslambol zemininde Sarâyburnı’nda kar’ar idüp anda bir mâ’bedhâne inşâ eyledi. Ba’dehü hubût-ı Adem’den (Adem’in dünyaya gelişinden) sonra beş bin elli iki senesi ubûr idüp (geçip) Yanko b. Madyan’ın nebîresinden Vezondon nâm bir kral hemân zuhûr idüp İslâmbol’ı yedinci kerresinde anlar dahi îmar idüp cihân-ârâ bir pâdişâh-ı zîşân (şanlı padişah olan) Fezandon’un bir duhteri pâkize ahteri (kızı)Mâkedonya şehirlerinden Sofya şehrinde mütevellide olmağla (doğmakla) ismine Ayasofya dirlerdi. Babasının İslâmbol kal’asının cânib-i erba’asın (dört bir tarafının)müceddeden (yeniden) bina itdiğin istimâ idince (duyunca) iki bin milyon hazîne ile babası Fezondon’a gelüp Hazret-i Süleymân’ın ‘ibâdethânesin tevsi itmeğe (genişletmeye) mübâşeret idüp bezl-i mâl iderken Hazret-i Hızır gelüp “Bu câmî’in cemi-î mühimmât u levâzımât masârafın benden alın ve bu resme bir câmi bina idin” diyü Ayasofya’nın vaz-ı esâsın ta’lîm idüp…” der.
Ayasofya’nın Hz. Hızır ile olan irtibâtı, Evliyâ Çelebi’den çok önce, meşhur Tezkîreci Lâtîfi, Hz. Peygamber tarafından müjdelenen, İstanbul’un fethinden 70 yıl sonra, Hicri 931 – Miladi 1524-25 tarihinde kaleme aldığı Evsâf-ı İstanbul4 adlı eserinde; Ayasofya’dan bahisle; “Hususa ol mâbed-i ea’zam ve câmi-i muazzam ki Ayasofya-i Safiyye’dir. Şeref-i tavâf-ı ehl-i safâ ile vilâyet-i Rûm’da Kâbe-i ulya-sıfat maksad-ı aksâ-yı evliyâ ve etkiyâdır” diye tarifleyerek, “Beytü’l-mâmur ve kubbe-i refi’a-ı vesi’a ile sakf-ı merfu’a dönüp, her cânibi cami-i ceberut gibi mecmu’a-ı kudsiyân ve mülk-i melekût sıfat kerrûbiyandır” diye yüceltir ve hâlen “Her kûşesi zikrullah ve her bûk’ası ehlullah” diye yadeder. “Ve binâ-yı mezbûrun ism ü resmin âlem-i gaybdan (gayb âleminden) ve peykerhane-i lâreyibden (şüphe edilmeyen sûretler âlemi) Hazret-i Hızır getürmiştir. Ve nâm-ı nâmisin ol hazret vermiştir.” 5 denilerek bu yüce mâbedi yaptıranın “Ehl-i Konstantin’den… bir mîr-i İsevi mezheb ve hidiv-i müslih…”6 olduğunu aktararak Ayasofya’nın baştan beri bir İslâm mâbedi addolunduğunu ifâde eder. Bunlarla beraber farklı kaynaklarda Ayasofya’yla alâkalı, fetihten önce ve sonrasına ait çok değişik konularda birçok efsâne, hikâye, menkîbe ve rivâyetler zikredilmektedir.
Bunlardan alâkalı olanlarını, Evliya Çelebi’nin anlatımıyla zikredelim: Peygamber Efendimiz (sav)’in dünyâya geldiği gece, Ayasofya kubbelerinin kısmî olarak yıkılması üzerine meydana gelen hâdiseler şöyle ifâde edilir: “…Tâ bu mertebe ma’mûr oldı kim Millet-i Nasârâ’nın (Hristiyanların) bilâ-teşbih Kâ’beleri idi. İskender vefâtından 882 sene sonra Hâtemül-enbiyâ Muhammedü’l-Mustafâ mâh-ı Rebî’ü’l-evvel’in onikinci isneyn gicesi rahm-ı mâderden sa’âdetle müştak olup dünyâya kadem basup âlemi münevver kıldığı mevsim-i Nisan’ın yigirmisi idi. Hikmet-i Hudâ ol leyle-i mübârekde cemî’ kâfiristân içre bir zelzele-i ‘azim (şiddetli bir deprem) olup Bağdâd’da tâk-i Kisrâ ve kubbe-i Kızıl Elma ve kubbe-i Ayasofya-yı bâlâ münhedim olup (yıkılıp) cümle âteş-gedâ-yı Nemrûd u Merdûd sönüp nice alâmetler zuhur itdiğinden bildiler kim Muhammed dünyâya geldi didiler.” 8
Efendimizin doğduğu gece kubbenin kıble tarafının yıkılması ve defâlarca inşa edilip tekrar yıkılması üzerine, Hz. Hızır’ın tavsiye ettiği çözüm şöyle anlatılır: “…İslâmbol tarafında Ayasofya kubbesinin kıble tarafında nısfı (yarısı) münhedim olup (yıkılıp) nice kerre binâ itdiler aslâ mümkin olup ta’mîr ve termîme bir çâre olmayup münhedim olurdı. Âhir Hazret-i Hızır bir şeyh-zâl (aksakallı bir ihtiyar) sûretinde cümle ruhbâna görinüp eydür “Eğer bu câmi’in kubbesin meremmât (tâmir) idelim derseniz, şimdi zuhûr iden âhir zamân Muhammed’ine varın ağzı yârından (ağız suyundan) yâr alup âb-ı zemzem ile mahlût idüp bunda kirece ağzı yârin halt idüp (karıştırıp) ba’dehü kubbeyi ta’mîr idin. Yohsa gayra ilac yokdur” diyü cevâb idüp gâ’ib oldı. Ruhbânlar bildiler kim Hazret-i Hızır’dır.”
Hızır Aleyhisselam’ın tavsiyesi üzerine ruhbanlar, Efendimiz (sav)’in mübârek ağız suyu ile Mekke toprağı ve zemzem temin etmek için Mekke’ye giderler. Mekke’de Efendimiz (sav)’le görüşürler. Evliya Çelebi, ruhbanların İstanbul’a dönüşünden sonra tâmiratta nasıl başarılı olunduğunu şöyle ifâde eder: “…Andan yine cümle ruhbânlar eyitdiler (söylediler) “Yâ Muhammed sen dünyâya geldiğin gice bizim Kostantıniyye’de Ayasofya nâm bir deyrimizin (kilisemizin) kıblesi tarafı münhedim oldı. Bir kaç kerre binâ itdik temel tutmadı. Mübârek ağzın yârından bu cevâhir kumkuma (kap, küçük testi, çömlek)içre biraz ilkâ eyle kirece karışdurup mabedhânemizi tâ’mir idelim ola kim bir karâr ola” diyü recâ itdiler. Derhâl recâları hayyiz-i kabulde vakî olup Hazret-i Risâlet hokka içre mübârek ağzı yârından ilka idüp kâim ve dâim olup ümmetlerime âhırunda (sonunda)Beldetü’n Tayyibe olup ‘ibâdethâne-i müslimîn ola diyu rumuz u künûz ile hayr du’a idüp Hikmet-i Huda lafzı âhırûnda Beldetü’n Tayyibe İslâmbol fethine târîh vâkı olmışdır.10 “…Andan ruhbânlar bu yâr-ı şerîf ile mesrur u şâdân olup kumkuma içre ab-ı zemzem doldurup ve yetmiş deve yükü Mekke-i Mükerreme hâkinden (toprağından) tahmîl idüp (yükleyip) ve yetmiş deve bârı (yükü) dahi ab-ı zemzemden tulumlara leb-berleb idüp andan ılgar ile İslâmbol’a gelüp ‘ale’t-ta’cil (acele ile) Ayasofya kubesinin ta’mîr u terîmime mübaşeret idüp kireç ile yâr-ı şerîfi ve yetmiş deve yükü âb-ı zemzemi ve Mekke tûrâbın (toprağın) mahlût idüp (karıştırıp) binâ itdiklerinde bi-emri’llâhi Te’âla (Allah’ın emri ile) tamâm metânat üzre itmâm itdiler. Hâlâ yâr-ı Resûl ile binâ olunan cây-ı ma’hûd kubbenin kıble tarafında otuz iki münakkaş terk-i cedîd râyegândır.”
İstanbul’un fethinden sonra Fâtih’in bu târihi hâdiseye remz olması için kubbeye bir altın top astırdığı da şöyle ifade edilir: “…Ba’de’l-feth (fetihten sonra) Ebü’l-feth (Fâtih Sultan Mehmed) bu kubbe Hazret-i Risâletin ağzı yârıyla kâim oldı diyü tâ kubbe-i âlinin (yüce kubbenin) ortasına bir zencir ile teberrüken bir altun top asmışdır kim elli kîle-i Rûmî buğday alır bir küçük top-ı müzehebdir. Tâ câmi’in ortasında bir âdem desti (eli) irer âlidir. Hazret-i Hızır mezkûr topun altında ibâdet ider.”
Altın topun bulunduğu bu nokta “Makam-ı Hızır” olarak isimlendirilir: “…Tâ kubbenin ortasındaki altun top altında makâm-ı Hızır’dır. Zîrâ ol kubbe-i münevver (nurlu kubbe)Hazret-i Risâlet’in mübârek ağzı yârıyla nizâm-ı intizâm bulmışdır. Nice bin e’izze-i kirâmdan kimesneler Hızır ile bu makâm-ı şerifde müşerref oldukları kerrât ile (defalarca)müsbet olmışdır (doğrulanmıştır).”
Ayasofya hakkındaki rivâyetler Hz. Peygamber (sav) ve Hz. Hızır ile sınırlı olmayıp, içerisinde Nuh’un gemisinden de emanetler olduğu şöyle anlatılır: “…Vezondon Kral asrında kızı Ayasofya, Ayasofya’yı binâ iderken Hazret-i Hızır’ın tâ’limiyle Nûh Nebî keştisinin (gemisinin) tahtaların getürüp bu câm’-i şerifin cümle bâbların (kapıların) ol levhalardan inşâ itmişlerdir.”
İstanbul’da, fetihten sonra yavaş yavaş şekillenen İslâm şehri ve hayatı; mimari, siyasi ve içtimai açıdan farklı bir kimliğe bürünmeye başlar. Büyük İstanbul Tarihi’nde “İstanbul’un Hilâfet Merkezi Olarak İnşâsı” bölümünü yazan İsmail Kara, Fetihten sonra şekillenen İstanbul’a bakışı şu satırlarla özetler: “…Hilafetin fiilî olarak Osmanlılara geçişi, tarih olarak daha sonraki bir zamanda vuku bulsa da Fatih Sultan Mehmed’in orduları, Müslüman maşerî vicdanı için sahabe devrinden itibaren bir tür “Kızılelma” hâline gelen Kostantiniye’yi, nefs-i İstanbul’u, suriçini fethettikleri zaman, tarihin akışı burasını hilafet merkezi olmaya zaten zorluyordu.”
“…Müslümanların gözünde İstanbul’u fethetmek, kültürel olarak Hz. Peygamber’in doğrudan işaret ettiği yegâne uzak/nihai ufka ulaşmak manasına geliyordu. Bundan şüphe ve tereddüt yoktu. İlk halifelerden itibaren İslam ordularının, o dönemlerin şartları içinde çok ama çok uzak bir mesafede olan ve yakın tehdit özelliği taşımayan bu toprak parçasına doğru harekete geçmiş olmalarını anlamak ve açıklamak başka türlü mümkün olamaz. Bu nihai ufku fetheden sultanın halife yani bütün Müslümanların manevi ve siyasî imamı/önderi olmasından daha tabii ne olabilirdi?”
Hz. Peygamber’in işâret ettiği bu ufuk ile, İstanbul’un fethinden hemen sonra hilâfet müessesinin ihtiva ettiği fiillerin, daha hilâfet İstanbul’a intikal etmeden uygulanabildiğini Osmanlı arşivlerinde bulunan şu belge açıkça ortaya koyar. Cumhurbaşkanlığı Osmanlı Arşivi’nde (Kilise Defteri, No:8) “Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri’nin Hatt-ı Hümayunları ile sadaka ve ihsan buyurdukları Emr-i Âlişândır” serlevhâsıyla kaydı bulunan; 862 Hicrî – Milâdi 1458 tarihli, Kudüs’deki mukaddes mekânlarla alâkalı fermanının; daha sonra 1468’de Osmanlı hâkimiyetine girecek olan Konya-Karaman’ın Osmanlı’ya bağlanmasından 10 sene evvel Kudüs Rum Patriği Atnasiyos’a verilmesi, İstanbul’un fethinin İslâm âleminde nasıl bir yankı ve te’sirinin olduğunun açık delilidir.
İstanbul’un bir Müslüman şehri olması ve akabinde, bir hilâfet merkezine dönüşmesi yaklaşık bir asır sürmüştür. Bu amaçla fethin hemen ardından yoğun bir imar faâliyeti başlar. Fetihten sonraki ilk ciddi îmar faaliyeti, Fatih Camii ve Sahn-ı Semân Medreseleri olmuş, Bayezid devrinde Bayezid Camii, daha sonra Yavuz Selim Camii ve nihayet Kanûni zamanında Şehzâde Camii inşâ olunmuştur. Süleymâniye Külliye’sinin 17inşâsına 1550-51 tarihinde başlanılmış, 1557 tarihinde ikmâl edilmiştir. Dünya mimarlık tarihinde bu büyüklük ve teferruatta bir külliyenin 6-7 yıl gibi kısa bir müddette bitirilmesi, gerçekten o zamana kadar görülmemiş bir inşâ hadisedir. Bu husus Osmanlı Devleti’nin en kudretli döneminde gerçekleştirilen Süleymâniye Külliyesi’nin önemini farklı yönden artıran bir husûsiyettir. İstanbul’un “Bilâd-ı Selâse” denilen, Galata, Üsküdar, Eyüb kazâları ile Boğaziçi’nin birçok noktasından görülen, devrin hem siyâsî ve kültürel azametini ifâde etmesi bakımından, hem de Türklerin mimarlık sahasında ulaştığı seviyeyi aşikâr etmesi bakımından, Süleymâniye Külliyesi, Osmanlı Medeniyeti’nin maddî ve manevî planda gerçekleştirdiği en büyük eserdir.
Rahmetli Prof. Dr. Kazım Çeçen hocayla beraber, Süleymâniye Cami’in su şebekesini, tesislerini ve sistemini araştırmak için kendisiyle beraber, camiin temellerindeki galerilere inmiştik. Daha sonra, Külliye’nin heyet-i umûmiyesinin bulunduğu mevkîde farklı kotlarda nasıl konumlandığını merâk ederek, eski-yeni hava fotoğraflarını tetkik ettiğimizde hayret verici bir husûsu fark ettik. Câmi, kıble istikâmetinde etrafı dış avluyla târiflenmiş, kıbleye doğru istikâmetlenen bâriz bir “ok” teşkîl edecek şekilde vazedilmişti (bkz. plan 1). Câmi’in Halic’e bakan bahçesi, altında sıra dükkânlar bulunan Dar’ülhadis’le beraber kısmen set üzerindedir. Yani tasarımda bahis konusu “ok” için net bir zemin teşkîl edilmek istendiği çok âşikârdır. Kıble aksında bulunan, üç katlı pencereleriyle müstakil bina hüviyetindeki, kavsarası mukarnaslı büyük avlu tackapısı bu yönelişi kuvvetlendirir. Uçağın, hava fotoğrafının, dronun olmadığı bir zamanda böylesine bir şehircilik kararı ve mimari tercih hayret vericiydi. Bu husûsi tasarımın, nasıl bir zihniyet dünyâsının mahsûlü olabileceği noktası zihnimizi meşgul etti ve araştırmamızı icâbetti. Bu çarpıcı tercih, detaya indikçe bize çok farklı tedâileri de beraberinde getirdi. Bu konuyu ilk defa açtığımız Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu Beyefendi “Medeniyet nokta-i nazarından bu çok mühim bir tesbit, daha önce hiçbir kaynakta böyle bir kayıt zikredilmemiş, lütfen bu konuyu bir makâle haline getirin” diye cesâretlendirdiler.
Ayasofya ve Süleymâniye merkezi kubbeli, kıble istikametinde iki yarım kubbeli aynı plan şekline sâhib olmakla beraber, Ayasofya’da yan galeriler çok yer kapladığı halde, Süleymâniye’de bu kısımlar merkezi plana katılırlar. Böylece Mimar Sinan, benzer planda, ancak Ayasofya’dan çok farklı bir mekân inşa eder. Çok daha merkezi ve gelişmiş bir plan şekli olmasına rağmen, merkezi ve dört yarım kubbeli Şehzâde Camii’nden 18 sonra inşâ edilen Süleymâniye Câmii’nde tekrar Ayasofya’nın planına dönüş mânidardır. Mimar Sinan’ın bu tasarım tercihi, ısrârı ve tavrı; Ayasofya’daki ruhun, Süleymâniye’deki maddi ve manevi în’ikas ve temessülü 19 olarak yorumlanabilir.
Medeniyet ve irfan, irfâni telâkki, beşerin tab’ında saklı bir emr-i mechuldür. Kendi hâlinde kişinin tavrı ve ahlâkı belli olmaz. Hârici dünya ve insanlarla temasta, onlarla bir araya geldiği vakit, mesleği, meşrebi, maksadı, emeli, muhtelif fikirleri ve davranış şekli meydana çıkar. Hz. Muhammed (sav)’in tevhid davasının, İstanbul’un fethini müjdeleyen hadîsinin, sırât-ı müstakîmin şehre damgası mesâbesindeki bu tercih, Fâtih Sultan Mehmed’in Vakfiyesi’ndeki ifade ile “… ezanla bir mânâ kazanan ve şeref bahşedilen bu şehrin …” Mimar Sinan’ın zihninde nasıl bir kâmil iman ve medeniyet şuuruna dönüştüğünün en bâriz nişânesidir.
Hz. Peygamber (sav) Medine’ye hicretlerinden dokuz ay sonrasına kadar, namazlarını o zamana kadar kıble olan Mescid-i Aksâ’ya yönelerek kılmışlar, kendileri hicretten önce de arzu ettikleri vechile Mekke’de Harem-i Şerif’te namaz kılarlarken, Mescid-i Aksa’ya doğru, araya Kâbe’yi alacak şekilde yönelmişlerdir. Nitekim; “Hz. Mûsâ da, Kudüs’te Sahra yanında namaz kılacağı zaman, Sahra’yı önünde bulundurarak Kâbe’ye yönelirdi.”20 Hicretten sonra nezd-i ilâhideki mânâya âgâh olduklarından, Kâbe’ye yönelmenin hicran ateşiyle yanarken, Medine’de Mescid-i Kıbleteyn denen mevkîde, namaz esnasında gelen vahiyle, namazda Kâbe’ye dönmüşler, sahâbe ve ümmetini önlerine katıp, arkadan öne geçerek, namazı böyle ikmâl etmişlerdir. Kıblenin Mescid-i Aksa’dan Kabe’ye döndürülmesi, Musevilikteki “tenzih”, Îsevilikteki “teşbih” sırrını, gelen vahiyle “tevhid-i hakîki” ye 21 icmal, tafsil ve ikmal ederek, bilâhare hakîki kıblenin Kâbe olarak vazedilmesinin ilâhi sırrını bildiklerinden, hep bu arzuda bulunmuşlardır.22 Kadim bir hristiyan şehri olan İstanbul’un dîni ve irfâni istikâmetinin fetihten sonra Kâbe’ye döndürülmesinin numûnesini, devr-i saadetlerinde namazda ümmetine yaşatarak göstermişlerdir.
Kıble Kâbe’yi gösteren istikâmettir, Kâbe ise bütün sâdeliğiyle Cenâb-ı Hakk’ın zât-ı ulûhiyyetinin remzidir. Kâbe, Hak’la “ünsiyeti” olması icâbeden insan’a23 yaradılışının gâye ve sırrını hatırlatan, aslî vatanına yabancılaşmamasını telkîn eden, ilâhi bir hidâyet sembolüdür. Kamışlıktan koparıldığı için ayrılıklardan şikâyet eden “Ney” gibi, nasıl insanın aslı bu dünyaya âit değilse; Kabe’de, tevhîdin ve kudretin derûnî mânâlarıyla yüklü, öte âlemin nişânesi olan kudsî bir yapıdır.
Musevîliğin ve Hristiyanlığın da kudsî mekânı olan Mescd-i Aksâ’dan Kabe’ye dönüşün şehircilik ve mîmarî olarak en güzel numunesini teşkil eden bu okun istikâmeti kıbleyi gösterirken, okun 45° açılı kısımlarını oluşturan Dâr’ülhadis (Hadis Medresesi) ile sünnet çerçevesinde bir istikâmeti, okun işaret ettiği aksta camîin kıblesi istikâmetinde, çok çarpıcı bir yaklaşımla planda ve yükseklikte Kâbe ölçülerinde inşâ edilmiş olan,vahyin mahsûlü Kur’ân-ı Kerim’in tedris edildiği mekân olan Dâr’ülkurrâ binâsıkonularak, kıble, sırât-ı müstakim ve tevhid ekseni; Sünnet-i Rasûlullah ile Kâbe’ye müteveccih olarak bâriz bir şekilde vurgulanmıştır. Mimar Sinan Süleymâniye Külliyesi’ndeki bu tercîhini daha sonra Edirne Selimiye Câmii’nde bir başka şekilde ortaya koyacak; mihrab sofasını Kâbe ebâdında yaparak (bkz. plan 1) dış cebhede tam mihrab üstünde, Kâbe “altın oluğunu” hatırlatacak şekilde, iri mukarnaslı bir çörtenle bu tercihini vurgulayacaktır. (bkz. plan 2)
Ayasofya’nın kıblesi hristiyanlığa karışan paganizmin tesiriyle doğuya yönelen diğer kiliseler gibi doğu yönünde değil, Mescid-i Aksâ istikâmetindedir. Süleymâniye’de kıble aksındaki Kânûni Türbesi’nin sâdece bir türbeden ziyâde; külliye içindeki yeri, sekizgen planı, iç revağı, tamamen müzeyyen kubbesiyle Kudüs’deki Kubbet’üs Sahrâ’yı hatırlatması kuvvetle muhtemeldir. Eksende bu binânın önüne Kâbe ebadlarındaki Dârülkurrâ binâsının konulması ise fevkalâde mânîdardır.
Cami; kulluk ve fenâya mahkûm hayâtı, hazîre; ölümü, Kâbe ölçülerinde yapılan Dârülkurrâ ise zât-ı ulûhiyyetin remzi olan Kâbe’yle Zât-ı Mutlak olan Allah’a visal sadedinde, sanki “O’na döndürüleceksiniz (Bakara,28)” ayetinin bir tefsîri mâhiyetindendir. Bu hayat, Muhammedî sünnetin tariflediği şekilde yaşanır. Çünkü Kur’ân’ın vahiy oluşu, önce hadis oluşuyla yani sünnetle kat’iyyet kazanmıştır. Kur’ân’ın vahiy oluşu; aynı zamanda ve daha önce bu âlem-i şuhudda en sahih “hadis” olduğu içindir. Rasulullah (sav) “bu vahiydir” diye işâret buyurmasa, “evet Kur’ân vahiydir” diye iman etmeyecektik. “O” söylediği için bütün müslümanlar böyle inandı. Yâni Kelâmullah olan Kur’ân-ı Kerim önce Efendimizin fem-i saadetlerinden “hadis” olarak “vahiydir”diye naklolundu, “Vahy-i ilâhi sünnet-i Muhammedî ile” âşikâr oldu… ve “O” söylediği için biz gönderilenin “vahiy” olduğuna îman ettik.
Bilhassa Dârülkurrâ (Kur’an Medresesi)’nın külliyede bu konumda bulunması, sanki Hz. Ali (K.V)’ye nisbet edilen “Kur’an ve insan tev’emdir (ikiz kardeştir).”24 Sözünün vücud bulmuş halîdir. Darülhadîs’in (Hadis Medresesi’nin) külliyedeki diğer medreseler gibi klâsik nizamda bir yapı olmayıp, kıble okunun açısını teşkil etmesi ise fevkalâde câlib-i dikkattir. Bu tercih ve düşünceler; Peygamber müjdesindeki fetihle hidâyete eren bir dünyâ şehrinin, fetihten yaklaşık 100 sene sonra, bu hidâyetinin tescili mâhiyetindedir.
Bütün bunlar sanki; “Süleymâniye’de Bayram Sabâhı”nın şâiri Yahya Kemâl’in rubâisindeki ifâdesiyle:
“Bir merhaleden güneşle deryâ görünür,
Bir merhaleden her iki dünyâ görünür.”
bakış ve mânâsının Müslüman şehir tasavvurundaki ifâdesidir.
Ayasofya ve Süleymâniye Külliyeleri; Müslüman idrakinde, sîretin sûrete, zâhirin bâtına bürünmüş manzûmeleridir. Bir medeniyetin mahsûlü olan san’at eserlerinin ortaya koyduğu te’lif ve terkib, atıfta bulunduğu hakîkat ile işâret ettiği tavır ve uslûb; kâinat şuuru, âlem idraki, eşyaya bakış, yaşama uslûbu, ahlâk ve medeniyet tasavvurunu tasvîr eder. Yapılan herşey buna göre şekillenip hayat bulur. Bu müşterek zihniyet dünyâsı ile âidiyet şuuru ve hissi, mensub olunan medeniyet dünyâsını târifler, sonra da medeniyet inşâsı ve tarz-ı hayat olarak bir bütün halinde hüviyet (kimlik) olarak akseder. Eser san’atkârının, mîmârının maksûdunu âşikâr eder. Bu tercih; Muhammedî tevhid dininin insan-mekân-zaman boyutunda eşyâya aksi olan İslâm medeniyeti mirâsının, ruhunun ve idrakinin temsîli noktasında, orijinal bir terkible şehrin madde ve manasına giydirilmesi keyfiyetidir. Bir medeniyetin aynası şehirdir. Tarih, din, kültür, san’at, beşerî münâsebetler ile farklılıklar ve inanç manzûmeleri şehirde tezâhür eder.
Mîmar Sinan, inşâ ettiği âbidevi külliyeler, câmiler ve büyük küçük diğer yapılarıyla İstanbul’un silüetine, gâyet şuurlu bir şekilde Müslüman ruhu, şahsiyeti ve hüviyeti giydirirken, İslâm medeniyet tasavvurunu, hayatın içindeki şehir ve imar anlayışıyla madde ve mânâda mâmur kılıyor, “Müslüman İstanbul” fikrini kimliğe büründürüp müşahhas ve mücessem bir hâle getiriyordu.
150 – 200 yıldır bütün değerlerine saldırılmış, nihâyet son yüzyılda kudsî olanından neredeyse tamamen kopartılmış, zihniyet dünyâsı işgale uğramış bir millete bu yaklaşım ve bakış açıları garib gelebilir. Tanpınar’ın yerinde tesbîtiyle “Eski medeniyetimiz dinî bir medeniyetti”. Bazıları belgelenmiş târihi hakîkatler olmasa da, bir milletin düşünce, bakış, duyuş ve hissedişleriyle şekillenen samîmiyet ve hassâsiyeti, farklı kültürleri temellük ediş şekli bu bakış açıları ile, efsâne, menkîbe ve rivâyetlerdedir.
Asırların birikimi olan bu medeniyet enmûzeci 25 (numûne, misal, aynı mizacda model) İstanbul’u son 70-80 yılda artan bir ivme ile ne hâle getirdiğimizin acı ve çarpıcı numûnesi bu iki resmi, sözün bittiği yer olarak, irfan ve insaf nazarlarına bırakıyoruz. Aslında yeni; geleneği daha saf, sâde ve berrak ifâde etmek için vardır. Gelenek de yeniyi, hayatın sürüp giden akışına ve devamlılığına katmak için gelenek olmuştur. Bizim yaşadığımız ise bambaşka bir seyir. Hz. Mevlâna (ks) “Söz bakışı bulandırır, sus, söyleme.” diyor, ancak Süleymâniye asırların ötesinden Fuzûli gibi sesleniyor sanki:
Ferhâdâ zevk-î sûret, Mecnûn’a seyr-i sahrâ
Bir râhat içre herkes, ancak benem belâda
Yine Fuzûli’nin dilinden bir feryad:
Derdime vâkıf değil cânân beni handan bilür
Hakkı vardır şâd olanlar herkesi şâdân bilür
Söylesem te’sîri yok sussam gönül râzı değül
Çektiğim âlâmı bir ben bilirim bir de Allah’ım bilür
DİP NOTLAR:
Lâtifî, Evsâf-ı İstanbul, Hazırlayan: Nermin Suner Pekin, İstanbul, 1977, s.84.
“Seyyah-ı şehir Evliya Çelebi’nin İstanbul tasavvurunda, zikrettiğimiz bu süreçlerin başka bir zaviyeden okunup şerh edilmiş olması calib-i dikkattir: Seyahatnâme’de İstanbul’un ilk kurucusu olarak Hz. Süleyman zikrediliyor. Hz. Süleyman’ın sarayını yaptırdığı yer, bugün Topkapı Sarayı’nın bulunduğu Sarayburnu’dur. Yeryüzü iktidarının ve hâkimiyetinin ilk timsali, mimarlık ve umranın ilk mübeşşiri olarak Hz. Süleyman’ın böyle bir çerçeve içerisine ve böyle bir mekâna oturtulması, başlı başına bir dünya tasavvuru ve bir tarih görüşü olarak anlaşılabilir. Bu tevcihte Osmanlı Devleti’nin iktidarının menşei ve siyasî merkez olarak Sarayburnu’nu seçmesi maddi ve coğrafi sebeplerden ötede, peygamberane bir tercihin, bir silsilenin zaruri devamı olarak tezahür etmektedir; bütün meslek ve meşreplerin bir Peygamber’e ulaşan silsilelere sahip olması gibi.”
İsmail Kara, Büyük İstanbul Tarihi, İstanbul’un Hilafet Merkezi Olarak İnşâsı, İBB. Kültür A.Ş. yayınları, c. 3, s.40.
Orhan Şaik Gökyay, Evliya Çelebi Seyehatnamesi, Yapı Kredi Yayınları, c.1, s.49.
Lâtifî, Evsâf-ı İstanbul, Hazırlayan: Nermin Suner Pekin, İstanbul, 1977.
Lâtifî, Evsâf-ı İstanbul, Hazırlayan: Nermin Suner Pekin, İstanbul, 1977, s.28,29,81.
Lâtifî, Evsâf-ı İstanbul, Hazırlayan: Nermin Suner Pekin, İstanbul, 1977, s.81.
Stefanos Yerasimos, Konstantiniye ve Ayasofya Efsaneleri, çeviren: Şirin Tekeli, İletişim Yayınları, İstanbul, 1993.
Ferhat Aslan, Ayasofya Efsaneleri, İBB. Kültür A.Ş. Yayınları, İstanbul, 2014.
Orhan Şaik Gökyay, Evliya Çelebi Seyehatnamesi, Yapı Kredi Yayınları, c.1, s.50.
Orhan Şaik Gökyay, Evliya Çelebi Seyehatnamesi, Yapı Kredi Yayınları, c.1, s.50.
Kur’ân-ı Kerim’de Sebe Suresi 15. ayetde geçen “Beldetü’n Tayyibe” (Ne güzel belde) tâbirinin ebced değeri 857 olduğundan, hicrî 857 de fethedilen İstanbul’un fethine târih olarak düşülmüştür.
Orhan Şaik Gökyay, Evliya Çelebi Seyehatnâmesi, Yapı Kredi Yayınları, c.1, s.50
Orhan Şaik Gökyay, Evliya Çelebi Seyehatnâmesi, Yapı Kredi Yayınları, c.1, s.50
Orhan Şaik Gökyay, Evliya Çelebi Seyehatnâmesi, Yapı Kredi Yayınları, c.1, s.53
Orhan Şaik Gökyay, Evliya Çelebi Seyehatnâmesi, Yapı Kredi Yayınları, c.1, s.51
İsmail Kara, Büyük İstanbul Tarihi, İstanbul’un Hilafet Merkezi Olarak İnşâsı, c.3, s.38
İsmail Kara, Büyük İstanbul Tarihi, İstanbul’un Hilafet Merkezi Olarak İnşâsı, c.3, s.39
“Aslında “külliye” kelimesi Türk mimarlık tarihçilerinin dilinde XX. Yüzyılın başlarında kullanılmaya başlanan bir terimdir. Süleymaniye Vakfiyesi’nde bu yapılar topluluğunun tümü bir “imaret” olarak anılır ki bir yeri inşa faaliyeti yoluyla geliştirme, canlandırma projesi anlamına gelen (ve “mimar” sözcüğü ile aynı kökten gelen) bu Arapça kelime Osmanlı târihinin o yüzyıllarında bu tür yapı grupları için en sık kullanılan tabirdir. Muhtemelen XIX. Yüzyıl gibi geç bir dönemde bu kelime yalnızca yemek dağıtılan yer için kullanılır olmuştur.”
Yavuz Sezer, Büyük İstanbul Tarihi, Süleymaniye Camii ve Külliyesi, c.8, s. 278.
Fatih Sultan Mehmed döneminde inşâ edildiyse Atina Fethiye Camii ile Elbistan Ulu Camii (1515-1522) dört yarım kubbeli cami mimârisinin ilk örnekleridir. Bu plan şekli Şehzâde Cami’nden (1544-1548) sonra; Tosya’da Maraşî Abdurrahman Paşa Camii (1584) ile İstanbul’da Sultanahmed Camii (1609-1620) ve Yeni Camii’de (1598-1665), Tunus’da Sîdî Mahrez Camii’nde (1698) kullanılmıştır. Aynı planda inşâ olunan bu yapılar dış cebhesi, iç mekân te’sîri ve anlayışı ile bambaşka binâlardır.
İn’ikas : Aksetme, yansıma, yakılanma, te’siri görünür, hissedilir hâle gelme.
Temessül: Benzeşme, özümleme, bir şeyin bir yerde şekil, sûret ve mâhiyetinin aksetmesi, bir şekil ve sûrete girmek, yansıma, görünme, cisimlenmek.
Asım Köksal, İslâm Târihi, Şâmil Yayınevi, c.9, s.37.
Mûsevilikte tenzihte kalınmıştır. Hristiyanlıkta teşbîhte kalınmıştır, mualleldirler. İslâm aklı-ı selim noktasında tenzihle teşbîhi bir araya getirmiştir. İslâm, tevhid-i hakîkîyi vâzeder.
“Tevhîd-i Hakîkînin kelâmla ifâdesi :
Allah; Zâtıyla mütecelli, Vücûdu ile mevcud, Sıfatıyla muhit,
Esmâıyla mâlûm, Efâliyle zâhir, Âsârıyla meşhuddur.
Allah, noksansız tasarruf eden, kanunlarına itâat ettirir bir rubûbiyet tecellisi içinde, tedbîr, tenvîr, tanzim ve tavsifden mürekkeb mutlak bir hakîkatdir.”
Rahmetli Mehmed Serhan Tayşi’den nakil.
Bakara Sûresi, 142, 143, 144, Elmalılı Hamdi Yazır Meali.
Nâs (insanlar) içinde süfeha takımı “Bunların bulundukları kıble’den (Beyt-i Makdis’ten) çeviren ne?” diyecek. De ki: “Meşrık da, mağrib de Allah’ındır! O kimi dilerse, doğru bir caddeye çıkarır”.
Ve işte böyle sizi doğru bir caddeye çıkarıp, ortada yürüyen bir ümmet kıldık ki bütün insanlar üzerine adalet numûnesi/hak şahidleri olasınız; peygamber de sizin üzerinize şahid olsun! Kıble’yi mukaddema durduğun (daha önce yöneldiğin) Kâbe yapışımız da sırf şunun içindir; Peygamber’in izince gidecekleri, iki ökçesi üzerinde geri döneceklerden ayıralım! O elbette Allah’ın hidayet eylediği kimselerden maadasına (başkasına) mutlak ağır gelecekti. Allah imanınızı zayi edecek değil! Herhalde Allah insanlara ra’fetli, çok ra’fetli’dir, rahîm’dir!
Hakîkaten yüzünün semada aranıp durduğunu görüyoruz. Artık müsterih ol, seni hoşnut olacağın bir kıble’ye memur edeceğiz. Haydi yüzünü Mescid-i Haram’a (Kâbe’ye) doğru çevir! Siz de (ey mü’min-ler) nerede bulunsanız, yüzünüzü ona doğru çeviriniz! Kendilerine kitap verilmiş olanlar da herhalde bilirler ki o, rablerinden gelen haktır ve Allah onların yaptıklarından ve yapacaklarından gafil değildir!
“İnsan” kelimesi, “dostluk, tanışıklık, alışkanlık, muhabbeti olmak” mânâsındaki “ünsiyet” kelimesiyle aynı köktendir.
“Bu Kur’an hüzünle inmiştir.” İbn-i Mâce, İkâme, 176, Sahih Hadis.
İslâm Kur’an medeniyetidir. İslâm Medeniyeti, hüzün manzûmesidir, meserretinde bile melâl ve hüzün vardır. Vücûd, vacib’ül vücûdun izhâr-ı ve tecellisi için fenaya mahkumdur ki, Vücûd-u Mutlakın bekâsı idrak edilip bilinsin. Hüzün olmadan meserret, meserret olmadan hüzün olmaz. Hüzünde fenâ ve bekâ, vücûd ve âdem, kûn fe yekün ve Kâbe’nin sırrı vardır.
Enmûzec: Farsça numûne kelimesinden muarrebdir (arapçalaştırılmıştır) ve numûne, misal, örnek, model, mensub olduğu küllün (bütünün), bilcümle evsâfını câmi bir cüzdür (parçasıdır).
-
kanarya 3 yıl önce Şikayet Etbir solukta okudum. uzunca zamandır böyle güzel ifade şekilleri okuyamadım günümüz ifadelerinden. ey ecdad dilin, ifade şeklin, tarihin, mimari anlayışın, inancın ve bunu eserlerindeki temsil şeklin öyle ahenkli bir şekilde örtüşüyor ki hayran olmamak elde değil. gurur duyuyorum sizlerle ve mensup olduğum inancımla. sayın Muharrem Hilmi Şenalp a teşekkür ediyorum makalesi için.Beğen Toplam 3 beğeni