Asr ile Mağrip arasındaki müzisyen Dhafer Youssef
Günümüzde kulağı dünya müziğine açık olup da Dhafer Youssef ismini duymayan müziksever yok denecek kadar azdır.
Bunu sadece Türkiye için söylemiyoruz elbette. Avrupa’dan Asya’ya birçok ülkeye müziğini ve sesini duyurmayı başarmış bir sanatçı o. Asla bitmeyen müzikal arayışları, bir enstrüman gibi kullandığı güçlü sesi ve bilinen türlerin ötesine taşıdığı müziğiyle her geçen gün daha fazla adından söz ettiriyor. Sufi geleneği ve caz unsurlarını Arap lirizmiyle harmanladığı müziğine Akdeniz sıcaklığını yansıtan Tunuslu udi, şarkıcı ve besteci, bugüne kadar imza attığı sekiz albüm ve dünya çapında yüzlerce canlı performansla müzikal yükselişini hep bir üst seviyeye çıkardı.
Dhafer Youssef, Türk müzikseverlerin de çok sevdiği ve yakından takip ettiği bir müzisyen. Ülkemizde her konseri ilgi ile takip ediliyor. Albümleri de birçok müzikseverin arşivindeki yerini çoktan aldı bile. Her albümünde bağlı olduğu geleneklerden kopmadan yeni şeyler deneyen ve oryantal, senfonik, elektronik ve caz tınılarını müziğinde buluşturarak bizlere hiç alışık olmadığımız yeni ses dünyaları sunan Youssef, Türk sanatçılarla da ortak projelere imza atıyor. Hüsnü Şenlendirici ve Aytaç Doğan bu sanatçıların başında geliyor. Türkiye’de ismi Cafer olarak telaffuz ediliyor ancak menajeri ve kendisi Zafer denilmesini istiyor her zaman. Dhafer Youssef, geçtiğimiz ay Türkiye’deydi ve İş Sanat’ta unutulmaz bir konser verdi. Onunla sohbetimize geçmeden önce şu ayrıntıyı vermek istiyoruz. Youssef, müezzinlik geleneğine sahip bir ailede dünyaya gelmiş ve küçük bir kasabada büyümüş. Onu müziğe âşık eden şey ise cami kubbesinde çınlayan sesinin yankısı. O yankıyı duyduktan sonra başlayan yolcuğu kendine ‘ud’u arkadaş edinmesiyle farklı bir hal almış. Bu müzik aşkı, onu ilk kez piyanoyu gördüğü Viyana’ya kadar götürmüş. Sonrası ise malum. Önce o cazı, sonra da caz dünyası onu keşfetmiş. Sanatçı ile müziğini, son albümü Birds Requiem’i ve daha birçok şeyi konuştuk.
Öncelikle sanatçıya müzikle nasıl tanıştığını ve bu yolculuğun nasıl başladığını ve şu an nerede olduğunu sorarak başladık sohbetimize. “Aldığım yol, nerede doğduğumdan daha önemli.” diyerek daha ilk cümlesinde şaşırttı bizi ünlü müzisyen. Kendisi için önemli olan doğru yerde doğru zamanda olmakmış. Asr ile mağrip arasında olmak yani. O müezzinlik geleneği olan bir ailenin ferdi. İster istemez çocukken vaktinin büyük bir kısmını camide geçirmiş. “Camide Kur’an okumak ve kubbede çınlayan ekoyu duymak tarif edilemez bir mutluluktu. Duyduğum bu seslere âşık oldum. Bu, Allah’tan kaynaklandığına inandığım çok güçlü bir istekti. O zamanlar Kur’an’ın anlamı ile çok fazla ilgilenmiyordum. Beni cezbeden duyduğum seslerdi. Kur’an okurken duyduğum o sesler birer renk gibiydi. Belki başka bir ibadethanede olsaydım da aynı şeyi hissedebilirdim. O günden beri hep kendimi keşfetmeye ve ne yapabileceğimi öğrenmeye devam ediyorum. Sürekli adım atıyorum. Son projem Kuşlara Ağıt da benim için bir adım. Önemli olan adım atıp yol almak.”
Dhafer Youssef’i dünyaca ünlü bir ud sanatçısı yapan sadece enstrümanını iyi çalması değil. Onun udla farklı bir ilişkisi var. Her çalışında farklı dünyalara götürüyor dinleyeni. Sadece teknik farklılığı değil, duygusal olarak da udu farklı tınlatıyor. Onun gibi bir sanatçının sadece kendi sesiyle tatmin olması mümkün değil elbette. “Başka şeylere ihtiyacım vardı. Notaları duymam gerekiyordu. Ben müziğe âşıktım. Bir şeye âşık olursan aşkını kanıtlamalısın ve yaratıcı olmalısın. Kendini vermelisin, sürekli düşünmelisin. Benim için önemli olan bestelemek. Bestelemek daha çok düşünce ve zaman gerektiriyor. O yüzden bir şey eksikti. Şarkı söylemek kolaydı. Ama besteleme konusunda enstrümanı iyi bilmeniz gerek.” Bunun için küçükken çok ilkel müzik aletleri yapmış kendi kendine. Sonra da bir ud almış. Bu onun için çok önemli bir adımmış. Neden mi? Diğer adımları atabilmek için.
Küçük bir köyde büyümüş sanatçı. Dünyaya açılan tek pencere radyoymuş. Radyoda çalan birçok farklı müziği dinlemiş. Caz ya da klasik müzik ayrımı yapmadan. Zaten o zaman müzikler arasındaki farklılıkları dahi bilmiyormuş. Çoğu şarkıyı söyleyenleri de. Kasabalarında bir müzik kulübü varmış ve udu orada öğrenmek istemiş. Kulüptekiler ona “Şarkı söyleyebiliyorsun, boş ver uda dokunma.” diyerek izin vermeyince inat etmiş ve bir ayda kendi kendine ud çalmayı öğrenmiş Youssef. Onun müzik yolculuğunda da çokları gibi farklı duraklar var. Youssef için en önemli duraklardan biri Viyana olmuş. Bu şehre gitme hikâyesini şöyle anlatıyor: “Bence hepimiz müzisyen, şair ya da politikacı olarak doğduk. Önemli olan istek ve arzularımız. İçimizde fokurdayan şeylerin dışarı çıkması lazım. Udu öğrendikten sonra bir süre müzik çalışmaları yaptım. Ama bu beni tatmin etmedi ve Viyana’ya gittim. Benim için çok büyük bir şoktu. Almanca bilmiyordum. Konservatuvara gittiğimde ‘Müzik yapabilir misin, piyano çalabilir misin?’ dediler. Piyanoyu hayatımda ilk kez görüyordum. ‘Onları öğrenip geri gelmelisin.’ dediler. Hayatımda yediğim en büyük tokat buydu. Almanca öğrenmeye çalıştım. Aynı zamanda caz müziği yapanlarla tanıştım. Onların dünyasına girdim. Müzikoloji çalışmalarına başladım. Bu arada caz müziğini keşfettim.”
Onun bestelerinde her zaman bir farklılık ve sıra dışılık var. Her zaman yeni şeyler deniyor. Sessiz ve yavaşça başladığı bir parçanın nasıl biteceğini kimse tahmin edemez herhalde. İlhamını nereden alıyor dersiniz? Gelin kendisinden dinleyelim: “Aslında bunun cazla ve benim geçmişimle ilgisi yok. Özellikle klasik müzik bana ilham veriyor. Avro Part ve Bach dinlerim. Dünya müziği demekten nefret ediyorum ama geleneksel müziği seviyorum. Duygulara gelince; bunu pek düşünmem. İlham bu. İlhamı gerçeğe dökmen için çalışmalı ve kendini yetiştirmelisin. Sadece müzikle ilgilenmekle müzik yapamazsın. Kitap okumalı, gezmeli ve dünyayı öğrenmelisin.”
Bilindiği gibi zaman zaman onun udi tarafı daha çok ön tarafa çıkıyor. Ancak onun sesini zaman zaman bir enstrüman gibi kullandığını vurgulamak gerek. Evet o bir udi. Ancak kendisi için beste yapmanın da, şarkı söylemenin de önemli olduğunu söylüyor. Bir tarafının öne çıkarılması ya da geri bırakılması herhalde ona yapılacak en büyük haksızlık olur. Beste yaptığında açıklama yapmak istemiyor. Sadece içine gelen ilhamları müziği ile anlatıyor. Ona göre bu en büyük mutluluk. Zaten kendini dünyanın en mutlu insanı olarak görüyor. Dhaffer acılı, insanı yaralayan bir ses ve müziğe sahip. Bunun temelinde ne olduğunu soruyoruz. O bunu dürüstlüğe bağlıyor ve ekliyor: “Müzikte dürüst olmak önemli. İnsana kendini hissettirmeli. Tüyleri diken diken etmeli. Aynı zamanda akışkan olmalı. Hareketli eserler de yazıyorum. Müzikte melankoliğim ama deliyim, mutluyum, mecnunum.” ‘Sufi ve mistik öğeleri caz ile birleştiren müzisyen’ olarak tanımlanıyor Dhafer Youssef. Ama o sadece böyle anılmak istemiyor. “Müziğimde bu öğeler var. Ama sadece bir sufi olarak tanımlanmak istemem. Müziğimde hayatta öğrendiğim birçok şey. Caz, klasik müzik, okuduğum kitaplar, yaşadığım tecrübeler, hepsi benim parçam. Kendimi büyüyen bir çocuk gibi hissediyorum hâlâ.”
Son albümü Birds Requiem’de kuş metaforunu kullanıyor sanatçı. Bunun özel bir sebebi olup olmadığını sorduğumuzda üzücü bir cevap alıyoruz. Kendisi için çok değerli bir insanın vefatıymış bu albümdeki bestelerin sebebi. Onun anısına besteler yapmış. Klarnet, gitar ve udun sesi adeta uçuşmuş. Müziğin içinde hareket eden kuşlar hissettiğinden böyle bir albüm ortaya çıkmış. Dhafer Youssef’i Türk dinleyiciler çok seviyor. Peki o Türkiye için ne düşünüyor? “Batı ve Doğu içinde bir köprüyüz. İnsanlar müziğimde bunu hissediyor. İstanbul, benim müziğim gibi. Burada kendimi daha iyi hissediyorum.” diyor. Sanatçı bir de sürpriz veriyor. Zakir Hüseyin ve Hüsnü Şenlendirici ile yeni bir proje üstünde çalışıyor. Bu projeye ilham veren ise aynalar. Sahnede üç ayna gibi olacaklarını ve birbirlerinde kendilerini göreceklerini söylüyor. Projenin adı ise Sounds of Mirrors olacak. Ne diyelim herkes gibi heyecanla bekliyoruz. Onun müziği ile henüz tanışmadıysanız bu röportaj size vesile olsun.