Özdemiroğlu: Mizahsız dünya cehennemdir

Türkiye'de mizahın önemli ismi Vedat Özdemiroğlu mizahın gerekliliğinden bahsetti.

Özdemiroğlu: Mizahsız dünya cehennemdir
Özdemiroğlu: Mizahsız dünya cehennemdir
GİRİŞ 18.06.2015 14:39 GÜNCELLEME 15.09.2015 13:06
Bu Habere 1 Yorum Yapılmış

Bazı insanların kafası bir ayrı çalışır. Herkesin düşündüğünden farklı düşünürler. Tarih boyunca böyle olmuştur; farklı düşünenler genelde farklı muamele görürler ve toplumdan bir çeşit dışlanırlar. Çok az insana nasip olansa, farklılığını ifade edebilme yeteneğidir. Hele bunu bir de mizahın disiplini ya da disiplinsizliği çerçevesinde yapabiliyorsanız isminiz Vedat Özdemiroğlu oluyor işte.

Edebiyat ehilleri yıllar boyu mizahın bir yazı türü olup olmadığını tartıştı. Pek çoğuna göre mizah kendi içinde disiplini olan bir tür olsa da başta ünlü güldürü yazarı Rıfat Ilgaz olmak üzere pek çok usta da mizahı tür olarak görmüyor. Ilgaz’a göre mizah belli bir tekniği olmadığı için tür olamaz, olsa olsa biçimdir. Şöyle diyor merhum yazar: “Mizah bir biçemdir. Topluma bakış açısıdır. Mizah şiir, öykü, roman olabilir: Tür değil, biçimdir. Mizacımızdan gelen bir özelliktir, bir çeşnidir. Yazı türleri beceri ister, teknik ister. Bunları sağladın mı başarı tamdır. Mizah ne ister? Mizah, insanın mizacından geldiği için bilgi değildir, edinilemez. Teknik de değildir. İnsanın yaratılışında bu özellik varsa mizah başarılı olabilir.”

Tür ya da değil, çok önemi yok aslında. Önemli olan mizahsız bir dünyanın fevkalade sıkıcı olacağı gerçeği. Dolayısıyla bir kültür, sahip olduğu mizahçısı kadar eğlenceli olabiliyor. Türkiye’nin yakın mizah tarihinin en iyi tanıklarından Vedat Özdemiroğlu, bugüne kadar çok sayıda gazete ve mizah dergisindeki yazıları, senaryoları ve stand-up gösterileriyle insanları güldürdü. Uykusuz dergisinde ‘Bebek Kafası’ adlı köşesiyle devam eden, Özdemiroğlu’nun son çalışması ise vizyonda olan Niyazi Gül Dörtnala filminin senaryo yazarlığıydı. Ata Demirer’in oynadığı filmin hikâyesinde Demirer ve Özdemiroğlu ile birlikte çizerler Öğünç Ersöz ve Cihan Ceylan mizah yazarlığını gösterdi ve ortaya espri dolu bir film çıktı. Niyazi Gül programlarında daha önce de senaryo yazarlığı yapan Özdemiroğlu ile mizahın incelikleri hakkında detaylı bir sohbette bulunduk…

Mizah yazarlığına nasıl başladınız?

Üstat Oğuz Aral’ı rahmetle anarak başlayalım. Oğuz Aral’ın Gırgır’ında başladım mizah yazarlığına, epey de bir zaman geçmiş. 1988’den bu yana mizah yazarlığı yapıyorum. 1987’de, Çarşaf dergisinde ilk yazılarım yayımlandı. Daha sonra Gırgır’a gittim, Atilla Atalay yazdıklarımı beğendi. Mizah dergilerinde daha çok karikatürcüler çalışır, biz yazarlar azınlıktayızdır. O yüzden belki de daha zordur bir yazar olarak o dergilere girmek. Dergilerde usta-çırak ilişkisi vardır; önce amatör olarak, sonra profesyonel olarak Gırgır’ın yazarı oldum. Daha sonra çeşitli dergilerde devam ederek; çeyrek asırdan fazla bir süredir bu büyülü alanın içindeyim.

Sizin ve toplum için mizah neleri ifade ediyor?

Bir yüz gülmüyorsa, tam bir yüz olamıyor. Mizah, hayatın neşesini çıkarmak için insanların en büyük silahıdır. Mizah, sadece mizahî işlerin hammaddesi olmakla beraber, hemen hemen bütün alanlarda; sanatın içinde ya da dışında, hayatın her aşamasında insanların ihtiyaç duydukları, zaten doğalarında, beyinlerinde mevcut olan bir kavram. En dramatik eserde, romanda bile; kara mizah olsun, o anki durum komedisi olsun mizaha yer verilir. Mizah sadece mizahçılara bırakılmayacak, yaygın ciddi bir iştir. Şöyle bir durum var; mizah ilginçlikten çok beslenir. Bunun şöyle bir handikabı olabilir; fazla ilginçliğe kafayı takmak, güzelliği unutturabilir insana. Bütün insanlığın hayatta ve sanatta ulaşmayı hedeflemeleri gereken yer bence güzelliktir, ilginçlik sadece burada bir yardımcı oyuncu olabilir. Güzelliği unutup, ilginçliğin peşinde koşarsak o da saçmadır çünkü mizah, hayatı en çok da mazlumlar için daha katlanılabilir bir yer haline getirmeye çalışır. Bu da aslında estetik olarak hayatı güzelleştirme çabasından başka bir şey değildir. Roman olarak kabul edilen ilk eser ‘Don Kişot’, Cervantes tarafından 1605’te yazıldı. Ondan önce de romanlar vardı ama kahramanlık ve fedakârlık üzerine şövalye romanlarıydı, Cervantes onlarla dalga geçen bir hikâyeler bütününü yazdı. Biraz derin bakarsanız aslında dünyanın ilk romanı, ilk ciddi romanı olarak kabul edilen Don Kişot aslında bir mizah kitabıdır; bu kadar da önemlidir. Okuduğu o şövalye romanlarına özenerek kendisini şövalye ilan eden temiz ruhlu, komple hayalci bir adamın maceralar bütünü; temelinde çıkış noktası mizahtır. Ama insanoğlunun bölgelerini kesin sınırlarıyla ayıramadığınız için aslında trajedi de işin içinde vardır. ‘Trajikomik’ lafı galiba insanlık tarihinin ilk romanı için çok ideal bir laftır. Mizah bir baharat, tatlandırıcı konumu değil, meselenin ta kendisi, özüdür. ‘Ben mizahla hiç ilgilenmiyorum.’ diyen bir insan düşünün, tam da o an, o lafı dediği anda mizahın konusuna girer. Mizahla gidip gitmemek gibi bir şey söz konusu değildir. Tabii ki mizahın toplumsal yönü var. Daha doğrusu hayatta ne kadar yön varsa mizahın da bütün o yönleri var. Kişisel yönleri de var; kendi kendineyken, insan bir şey hatırlayıp yeni bir şey bulup gülebilir, illa paylaşmak gerekmiyor. Ve hatta gülmek de gerekmiyor bir espriyi algılamak için; onun ne kadar komik bir durum olduğunu saptarsınız ama siz kahkaha atan biri değilsinizdir. Düşünmenin en neşeli biçimidir de diyebiliriz mizah için. Mizah dergileri komik ilan tahtalarıdır, bütün bir toplumun ilgilendiği, özellikle gençlerin kendilerini bulduğu neşeli bir alandır.

İlan tahtasıyla neyi kastediyorsunuz?

İnsan, hayattaki hal ve oluşların bir karşılığını görüyor orada. Nihayetinde insan teknik problemleri aştıktan sonra, yemek-içmek, uyumak barınmak gibi temel fizyolojik ihtiyaçları çözdükten sonra, geriye kalan hikâyeler ve neşedir. Çok çalışıp da mutsuz olmanın panzehiri; şakalaşmak, gülmek, neşelenmek, ortak paydada yeni bir dil ile kendinde olan bazı özelliklerin toplumsal yansımasını görüyor; ilan tahtası dediğim o.
Evet, VÖSYM (Vedat Özdemiroğlu ile ÖSYM) ile biz de ÖSS’ye hazırlandık. Mizahçıdan bakarak kendimiz gördük.
Hepimiz öyle başladık. Ben de gençken, amatör mizahçıyken, hep ustalarımdan gördüğüm mizah yapma, espri yapma biçimleriyle yoğrulduk. Şimdi o ustaların arasına katıldığımı düşünüyorum artık geçen bu zamandan sonra. Bu benim için çok kıvanç verici, beni mutlu eden bir durum.
kapak3 copyy

Niyazi Gül Dörtnala için yaptığınız çalışmadan bahsedebilir miyiz?

Niyazi Gül’ün hikâyesi bu filmden daha eski. Ata Demirer, ben Leman’da çalıştığım zamanlar, Leman Kafe’de stand-up yapıyordu. Öyle tanıştık. Daha sonra televizyona, Korsan TV’ye program yaptığı zaman, orada da senarist olarak çalıştım. Niyazi Gül, Ata’nın kendi bulduğu tiplemedir. Yani Ata, o temiz saf, hemen tepki veren veteriner bilim adamı tiplemesini kendisi buldu ama Korsan TV boyunca onun esprilerini ben yazdım. Her hafta bir hayvan konuk ederdik ve Niyazi Gül, hayvanlara ‘Şerefsiz’ der, onları çok sever; işte aralarında tuhaf bir ilişki vardır. Çok hayvan sever, hümanist bir tiptir Niyazi Gül ve ben o tipin gerçek olmasını çok isterdim. Neredeyse Ata Demirer’den daha çok sevdiğim bir karakterdir Niyazi Gül; onun o saflığı, doğa sevgisi… Bir de benim de hayvanlara büyük ilgim ve sevgim var. Çok başka bir heyecanla izlerim ve severim onları, çünkü yeryüzünden daha eskidir tarihleri; biz yokken onlar vardı. İnsanlar onlara çok çektirdi ama onlar yine bizden daha insanca davrandılar bize… Korsan TV’ye Niyazi Gül’ü yazardım ama benim en sevdiğim tip Niyazi Gül oldu bu sürede. Sonra Ata, geçen yılın başında Eyvah Eyvah’ları bitirmişti, “Yeni bir film yapmak istiyorum, birlikte çalışır mıyız?” dedi. Ben de “Tabii olur, aklından ne geçiyor?” dedim. “Bir şey geçmiyor, araştıralım.” dedi. Sonra ben “Birlikte en güzel yaptığımız şey, Niyazi Gül… Niyazi Gül’ü yapalım.” dedim. Bir süre düşündü, sonra o da kabul etti. Ben de yanıma genç arkadaşlarım -genç dediğime de bakmayın onların da çok hayranı var- Öğünç Ersöz ile Cihan Ceylan’ı aldım ve birlikte bir hikâye oluşturduk, Ata’nın da katkıları oldu. Film ilk seferde olmasa da değiştirdik, tekrar denedik ve en sonunda Niyazi Gül Dörtnala çıktı ortaya.

Karikatüristlerin senaryodaki çalışmalarından bahseder misiniz?

Öğünç Ersöz, Gırgır’da çalışan yazar-çizer meslektaşım, daha önce biz benzer bir televizyon işinde çalışmıştık, çok yetenekli, çok enerjili bir arkadaşım. Ata benimle konuştuktan sonra hemen onu aradım. Uykusuz’da da spot esprilerini çok beğeniyorum Cihan Ceylan’ın, onu da ekibe kattım. Hikâyeyi Ata ile paslaşarak ben çıkardım, senaryoyu ağırlık olarak Öğünç diyalogladı, Cihan’dan da durum esprilerinde faydalandık. Harikalar.

Bu film, sinema ile karikatürün birleştiği bir alan gibi görünüyor?

Bir nevi öyle, ortak paydamız mizah olduğu için, BKM de mizah işlerinin merkezi bir kurum. Daha önce zaten Korsan TV’ye program yaparken programın bir kısmını BKM’nin yapımcılığında yapmıştık. Aslında eski kadro bir araya geldi, bu kez film olarak. Demet Akbağ, zaten yaşayan efsane ve kadın komedyen konusunda bir duayen isim. O da son dönemde çalışmalarını Ata ile beraber yürütüyor; yine işin içindeydi. Ata Demirer giderek ustalaşan bir oyuncu. Üstelik Şebnem Bozoklu ve Levent Ülgen gibi Ayşenil Şamlıoğlu gibi çok usta bir oyuncu kadrosuyla çalıştık. BKM’nin yapımcılığında Ata ile tecrübesi olan bir yönetmen Hakan Algün çekti. Ben kendi adıma sonuçtan memnunum. Abartılı insan davranışlarından kaçınarak hikâye durum çerçevesinde çalıştık.

Zor mu komedi filmi çekmek?

Komedi filminin avantajları var gibi görünüyor, aslında dramatik filme göre daha zordur. Çünkü insanları güldürmek… Bütün bir kitleyi güldürmek bir marifet ama zekâyla güldürmek asıl marifet. Çünkü düşene gülen olduğu gibi, bağırana, geğirene, yellenene de gülen var. O kolaylıklara, hemen o basitçe formüllere gülmeden, bir konu yaratıp, o durumun içindeki durum esprileriyle yedirmeye çalışmak epey zor, matematik bir çalışma. Biz de genelde olduğu gibi zoru seçtik, bir durum komedisi yarattık.
Zorluk demişken, hayvanlarla çalıştınız. Sadece biri doğal görünmüyor. Köpek, ışık açıp kapatabiliyor…
Gevrek onu zaten yapıyordu. Başta sadece içinde insan da olsa bir ayı karakteri vardı. Köpek Gevrek, Papağan Fikret, onun dışında kazlar, atlar rol aldı. Aslında onları da anmak gerekiyor. Bir insan-hayvan ortak yapımı oldu film.

İnsan sevgisi kesinlikle dikkat çekiyor filmde…

O, aslında ‘Âlemde her ne varsa aşk imiş’ diyor ya şair; insanda o aşk olursa, hayvanı da sever, bitkiyi de sever, tabii ki insan olduğu için insanı da bir ayrı sever. Gerçekten de filmin konusunu verip asidini kaçırmayalım ama o sıcak aşk hikâyesi benim de çok sevdiğim parametrelerden biri.

Mizahsızlık hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ne mizahtır, ne değildir? 25 yıldır bu işin içindeyim, 250 yıl da olsa onun tam cevabı yok ama mizahsız bir dünya cehennemden farksız olurdu herhalde. Mizah, insanlara direnme, katlanma gücü verir. Ayrıca bir derde derman olmasının dışında mizahın kendisi, bir espri, bir zekâ göstergesidir; matematik de bir durumdur, küsurat işin içine girer, ince hesapların işidir. Üstelik de mizah iki insan arasında, bütün insanlar arasında en iyi iletişim biçimidir. Gülelim eğlenelim, dalgamızı geçelim. Gerçeklerden kaçalım anlamında değil ama hem güldürüp hem düşündürüyorsam seni, bu iyi bir şeydir.
Bunların olmaması…

Cehennem! Düz bir iletişimin olduğu, esprinin olmadığı bir dünya tersine bir evrim herhalde…
kapak7

Türkiye mizah tarihine bakınca gerileme veya zenginleşmeden bahsedilebilir mi? Değişim ne yönde?

Nüfusumuz giderek artıyor ve eğitimin kalitesi ve bilinç düzeyi nüfusun bu hızına biraz zor yetişiyor. Bu da mizahta bazı yozlaşmalara yol açabiliyor. Televizyonda komedi altında verilenlerin birçoğu, komedi varsayımı; mizahla çok alakası yok. Mizah yapalım, komik dramalar yapalım derken mizah yapamayışlarıyla gülünç duruma düşüyorlar, bunun sinema versiyonları da var ama öte yandan da halk kendi esprisini her zaman en klas, en güzel şekliyle yapmıştır ve yapmaktadır. Sosyal medyaya bakarsanız, gerçekten de Türk halkının zeki ve mizahtan iyi anlayan bir halk olduğunu görürsünüz. Sadece biz profesyonel mizahçılar değil bütün halk, bu topraklarda yaşayan kavim Nasrettin Hoca’ların Hacivat ve Karagöz’lerin soyundan gelmektedir, Bektaşi fıkraları vardır. Türkiye insanı o kadar mizahla haşır neşirdir ki, Bektaşi fıkralarında; Allah ile konuşan adamlar görürsünüz. Bu artık inancın en içselleşmiş kısmıdır; Allah ile dost olmuştur, O da ona cevap verir… Bu kadar yakındır Türkiye insanı, mizaha da Allah’a da; hepsini bir araya getirmeyi de becermiş ender halklardan biridir.

Gırgır, döneminde çok satılırdı. Şimdi ise karikatür dergilerinde tirajlar o döneme oranla çok düşük…

Gırgır’ın efsanevî baskı ve satış rakamları, bir ara dünyanın üçüncü mizah dergisiydi, hatta ben onu “Üçüncü dünyanın birinci mizah dergisi.” diye de not etmiştim. Gırgır’ın efsane satışlarını yaptığı zaman televizyon kanalı tekti, sadece TRT 1 vardı ve o da siyah-beyazdı. Şimdiki ‘medya’ diye bir laf yoktu, şu anki televizyon kanalları çeşitliliği ile sosyal medya, internet ile sinema filmlerinin fazlalığıyla baş eden bir mizah dergisi değildi. Nasıl televizyonda tek kanal vardı, mizah dergisinin de tek ismi Gırgır’dı. Ama bununla beraber Gırgır’ın başarısı sadece o yüzden değildi. Efsane bir kadro, dünya çapında bir kadro çıkarıyordu onu. Oradaki çizgi kalitesi ve mizah yoğunluğu ve çıtasına yükselmek her zaman kolay değil. Biz onların devamı olmaktan kıvanç ve onur duyuyoruz. Ve başlarında tabii ki en büyük ilk anılacak isim Oğuz Aral vardı. Oğuz Aral’ın o hassas, o inceci ve dengeci yönetimi de çok önemliydi. Gırgır’ın herhangi bir sayısından herhangi bir sayfa alıp baksanız, ne kadar mizanpajının, yerleştirmesinin doğru olduğunu görürdünüz, orada teknik hata sıfırdı.

Şimdiki dergiler, Gırgır kadar yerleşik, her eve girebilecek dergiler değil, biraz daha underground (yeraltı), biraz daha inceden fanzin tadını taşıyorlar. O yüzden satış rakamlarının Gırgır’a göre az olması normal. Ama yine de bir gelenek sürüyor. Nereden baksanız her haftasını mizah dergisiyle geçiren kitleler devam ediyorlar. Bu böyle gidecek değildir. Ben mizah dergisi okuyucusunun ya da diyelim ki Gırgır okuyucusunun hâlâ bu ülkede potansiyel olarak durduğunu düşünüyorum. Eğer aynı satışlara ya da yarısına bile ulaşamıyorsak bu bizim hatamızdır. Demek ki okuyucuya tam istediğini veremiyoruz diye düşünüyorum. CHP de bir zamanlar yüzde 40 alıyordu, şimdi alamıyor, hatayı kendinde araması gerekiyor. Doğru bir söylem, politika tutturduğunuzda; bu insanlar buhar olup gitmediler; yine aynı topraklar, yine aynı kitle, hatayı kendimizde aramak gerekir. Ne olursa olsun 1870’ten beri İstanbul’da haftalık mizah dergileri çıkmaktadır. Bu geleneğin sürdürücüsü olmaktan, bunun bir parçası olmaktan da ayrıca çok mutluyum. Tirajımız bugün az, yarın daha çok olur, öbür gün yine düşer, sonra yine çıkar ama önemli olan insanların bir geleneği sürdürmeleridir.
kapak8

Televizyonda mizah nasıldı? Neden Zeki Alasya, Metin Akpınar, Kemal Sunal, Şener Şen gibi ustaların filmlerine halen gülebiliyoruz?

O zamanın işleri genellikle sinema için yapılan işlerdi. Daha sonra televizyonda tekrar etmiş durumdalar. O saydığınız ustalar televizyona bire bir az iş yapmışlar ama o yaptıkları işler de güzel olmuştur. Kemal Sunal, televizyon dizileriyle o kadar da bir dalgalanma yaratmamıştır. Sinema filmleri tekrar tekrar döner. Bütün orada, doğal bir yetenek var oyuncularda. Bu çağın da kendine göre çok düzgün oyuncuları, yıldızları var ama o kadar da kitleselleşememiş durumdalar. Rahmetli Zeki Alasya ile Metin Akpınar çiftinin kapsayıcılığına sahip değiller. Onlar sanki daha dipten yakaladılar bu halkı diye düşünüyorum. Ertem Eğilmez faktörü var. Ertem Eğilmez’in filmleri her zaman Türk halkını hem ağlatıp hem güldüren filmler olarak bilinçaltımıza kazınmıştır. Kemal Sunal, Keloğlan geleneğinin en modern sürdürücüsü olmuştur. Herkesin ‘Şaban’ dediği, kodladığı bir tipleme aslında Keloğlan’dır; en donanımsız, en sakar, şapşal görünmekle beraber en iyi niyetli, en dürüst, finalde de hep Keloğlan gibi padişahın kızını alır. Masala inanmıyorsanız, sinemaya da, hikâyeye de inanmıyorsunuzdur. Ben onlara inanıyorum. Bugün onların, hayattaki karşılıklarının da doğru olduğuna, her zaman ve gerçekten daha fazla o hayallere inandım.

Nasıl bu kadar kalıcı oldu?

Ben o zamanlar küçücük bir sinema izleyicisiydim. Ama felsefî olarak düşününce Ertem Eğilmez’in başarısı, bu halkın çok gülmeye de ağlamaya da yakın bir halk olduğunu sezmesinden geçiyor. Bizimki kadar dışarıdan gelecek laflara açık, konuşmaya meyilli halk azdır. İletişimsizlik diye bir problemimiz yoktur ama ya birbirimize bağırarak konuşuruz ya da çok güleriz filan ama normal konuşmayı da tam beceremiyoruz, inişli çıkışlı, elektrikli bir duygu yapısı vardır halkımızın. Bunu da çok iyi keşfetmiştir Ertem Eğilmez. İnsanların yoksul da olsalar hayata tutunma biçimlerini iyi irdelemiştir. Bunları hikâyenin içine iyi yerleştirmiştir. Ağlayacaksak da, güleceksek de hep beraber bir toplumcu çizgi izlemiştir. Bu zaman içerisinde kapitalist şartlar insanları yalnızlaştırdığı, kendi içlerine gömdüğü için o eskinin toplu gülme ağlama, mahalle havalarını algılayamıyoruz fakat içimizde yine o genler mevcuttur.

Sizce bir tesadüf müydü; aynı dönemde sinema filmleri ve karikatüre insanlar daha çok gülüyordu?

Bir yandan da 70’ler, özellikle sonlarıyla, sokağa çıkmanın riskli olduğu, kardeşin kardeşi vurduğu yıllar olarak da anılır. Enerjili yıllardı diyelim, sadece mizah dergisi Gırgır ya da komedi filmleri açısından değil, ya da TRT’nin yeni yeni yaygınlaşmaya başladığı süreçle değil bütün bir ülke olarak, kuyrukların, petrol ambargosunun, Kıbrıs savaşının, seks filmlerinin furyasının da içinde olduğu, yani hayatın biraz daha hızlandığı zamanlar. Feodal toplumdan modernleşmeye giden yolda sancıların yoğunlaştığı bir dönem diye galiba anmak gerekiyor. Türk sineması açısından bakarsak da (ilk dönemlerin münferit filmlerini saymazsak) sonrasındaki piyasa sineması genellikle romantik ilişkileri anlattılar; kavuşamayan âşıklar, ömür boyu sevgilisine sadık kalanlar, ince hastalıklar falan… Takiben, nihayetinde âşıklar kavuşmaya başladılar bazı filmlerde ve sonrası da gülmektir, espridir. Özellikle 60’ların filmlerindeki o hicran yavaş yavaş yerini komedi filmlerine bıraktı. Sonra bir kesintiye uğradı; toplum modernleşme isteğinin bir yansıması olarak ‘softpornolar’ diyebileceğimiz, seks filmleri furyası Yeşilçam’a bir damga vurdu. 80’lerde dönemin koşullarından itibaren, daha içe kapanık, bir siyasal sinema damgasını vurdu ama 90’lardan sonra, özellikle 2000 ve sonrası dönemde artık daha açık ilişkilerini yaşayabilen, kavuşan âşıkların çoğaldığı bir toplumda komedinin olması kaçınılmaz bir durum. Bu dönemin daha kaotik, daha kemikleştiği için sınıflar arası ilişkiler ve yönetim biçimleri, insanlar daha fazla deşarj olmaya ihtiyaç duydular ve bu dönemde kendi yıldızlarını yarattılar. Stand-up’çılar aynı zamanda seri filmler çektiler. Cem Yılmaz için de, Ata için de aynı şey söz konusu. Şafak Sezer, başka bir kesimin sinemadaki yıldızı oldu. Komedyenler eskinin jönlerine göre biraz daha rol çalmaya başladılar. Bir de eskiden o karışık bir durumdu. Şimdi Cem Yılmaz biraz o geleneği yaşatmaya çalışıyor. Sadri Alışık, hem bir komedyen hem dramatik rollerin yıldızıydı; diğer jönlerden farkı oydu…
kapak9

Recep İvedik ve Sabit Kanca gibi karakterler nasıl?

Beni izleyici, okuyucu olarak saran karakterler değiller. Ama ne olduğunun hiç önemi yok, bir insan bir tiplemeye gülüyorsa orada bir mizah var demektir. Tanpınar’ın bir lafı vardır; “Kalabalıklar neyi sever, neyi sevmez, bilemezsiniz.” der. O tiplemelerdeki, yani o kaba bir tipin kahraman olması belki de insanların, onun yanında kendilerini ince hissettikleri için, kendilerinden daha kaba, kendilerinden daha ‘denyo’ bir tip görünce bir çeşit zafer duygusuyla da gülüyor olabilirler. İnsanların duyguları karmaşıktır. İnek Şaban, Keloğlan geleneğinden gelir. Keloğlan da, İnek Şaban da asla kaba insanlar değillerdir, sadece sakar, bilinçsiz, belki biraz köy çocuğu. Bir temizlik barındıran bilinçsizlik içindedirler ama kabalık, küfür, kırıcılık bunlarda yoktur. Bunları da kapsayan bir tipin gelişi toplumun değiştiğini gösteriyor; birazcık o eski özelliklerinden yoksunlaştığını, çağın dayatan şartları gereği, kabalaşmayı bir prim olarak görüyorum. Bu da geçer yahu! Bu bir demdir; gelir, geçer! Çok bağıran, geğiren komedyen, Keloğlan geleneğine terstir!

Komedilerin şiveye indirgenmesi durumu var mı?

Bu bir tekniktir; iyi yapıldığında iyi sonuç verir, nereye yerleştirdiğine ve hangi alanda, o şiveli tipin nasıl kullanıldığına bakmak gerekir, Karagöz ve Hacivat’ta da bütün o çeşitli tiplerin kendi özellikleriyle geldikleri görülür. Arnavut tipi vardır, Laz tipi vardır, Bıçkın tipi vardır falan… Şive, bir enstrüman olarak kitle komedisinde kullanılacak bir şeydir, aynı pop müzik gibi tümden karşı olmak saçma geliyor. İki pop şarkının aynı tutulmasına karşıyım. Birisi iyidir, sözleri güzel yazılmıştır, bir diğeri de tamamen piyasa işidir. Burada karşımıza gelen hikâyeye ve tiplemeye bakarak konuşmak gerekir ama şive her zaman yapıldı ve her zaman yapılacak.

Türkiye’de karikatürün rolü nedir?

Türkiye’nin siyasal mizahı siyasetinden daha iyi. Ama politikacılar işlerini çok iyi yapsalar, siyasal mizahımız bu kadar gelişir miydi onu da bilmiyorum. Bir ülkede mizah çok gelişmişse demek ki siyaset o kadar da gelişmemiş, demektir.

Hızlı tüketilen mizah mı, yoksa zekâ barındıran entelektüel mizah mı?

Neyin kalıcı neyin geçici olduğunu da yine kitle belirler. O dönemin mizahı kitle mizahıydı, çok büyük oyuncular vardı. Ama kitle mizahının dezavantajını da yaşıyorlardı. Şu an onları birer anı olarak daha çok seviyoruz. Kalıcılığı biraz duygusal, moral, maneviyat yönlerindendi. Aziz Nesin hikâyeleri gibi… Aziz Nesin bütün bir halkı mizahî hikâyelere tek başına bir ekip gibi çalışarak alıştırmış bir isimdir ve kuşaktaşları, meslektaşları vardır. Rıfat Ilgaz’ı, Hababam Sınıfı’nın yaratıcısını da anmak gerekir ya da daha eskileri İsmet Çelik’i, Suavi Süalp’i anmak gerekir. Ama bir yandan da hayatın her alanında olduğu gibi bugünün, sözleri bugünün ifade biçimini bulan, yaptığı işi daha çok modernleştiren isimler, örneğin Atilla Atalay, diyalog yazının ustasıdır ve diyalog yazıyı Türk mizahına sokmuş bir isimdir. Kendi çağları içinde her biri de değerli isimler ama dil, ifade biçimleri, mizah anlayışları günden güne değişiyor. Bugün bize hoş ama eski gelen bir ifade unutmayalım ki o günün en yeni ifade biçimiydi. Çağlar değiştikçe anlayışlar da değişiyor. Bana kalırsa biz bunların hepsiyle ilgilenmeli, hepsini okumalıyız. İstisnalar dışında hemen hemen bütün sanatçıların çalışmalarının da çok okumaya izlemeye, hatta kayda değer olduğunu düşünüyorum.

Kaynak: Yedirenk dergisi

YORUMLAR 1
  • benten filimi aç. 9 yıl önce Şikayet Et
    Ben sana bir şey yok.
    Cevapla
DİĞER HABERLER
Sadece 24 dakikada şarj oluyor! Hyundai, 7 koltuklu Ioniq 9 SUV'u resmen tanıttı!
Hulusi Akar'dan Nevşin Mengü ve Ümit Özdağ’a sert tepki: Suç duyurusunda bulunacak