Yürekli: Operanın gelişi Batı'nın zaferiydi
Şair Mustafa Yürekli 'Batı müziğinin İslam topraklarına girişi aydınımızın zaafiyetinin göstergesiydi' dedi.
'Batı müziğinin İslam topraklarına girişi aydınımızın zaafiyetinin göstergesiydi ' diyen şair Mustafa Yürekli bu söyleşide sanatçının Osmanlı müziği üzerinden Batılılaşma / modernleşme maceramıza bakışını öğreniyoruz.
Mustafa Yürekli, sanat medeniyet ilişkisine ilişkin çok yazı yayınlamıştır. Şiirlerinde müzik, sanat ve medeniyet çok sık işlenen temalardır. Dolayısıyla Yürekli’nin Hicaz Turaları şiirindeki “Kapısını çarpıp çıktım yirminci asrın / En karanlık köşesinde şuuraltımın / Sedef kakmalı tombul bir ut / Dede Efendi çalmıyor hayır eski plakta / Parkta dinliyorum Tanburi Cemil Bey'i / Öyle bir çıkıyor ki karşıma Osmanlı gözler / Her baktığımda ilk defa görüyormuşum gibi / Az kalsın unutuyormuşum gibi / Hissediyorum atalarımı” dizelerini açmaya çalıştığımızı söyleyebiliriz, bu söyleşide.
Mustafa Yürekli, 'aydın medeniyetini savunamayacak kadar güçsüz düşünce, Batı uygarlığının kurumları, bu arada opera da topraklarımıza girmiştir. Kısaca opera, Batı’nın üstünlüğünü kabul ettirmesinin bir sembolü olmuştur.' diyor. İşte zevkle okuyacağınız renkli, sıcak ve çok dinamik bir söyleşi..
İSLAM MEDENİYETİYLE SANAT DA ÇÖKTÜ
Mehmet Ali Demir: Osmanlı’nın batılılaşmasına sanat penceresinden bakılacak olursa nelerin değiştiği görülür? Batılılaşma Osmanlı sanatını nasıl etkiledi?
Mustafa Yürekli: Osmanlı sanatını konuşacaksak, daha başta “Hangi Osmanlı?” diye sormak gerekiyor. Osmanlı’ya, İslam medeniyetine ve onun bir kurumu olan sanata bakışta yaygın olan eğilim seküler yaklaşımdır. Bütün bu tanı, tanımlama ve çözümlemeler Batı’nın paradigmalarıyla yapılıyor. Müslümanca bunu yapınca elbette farklı şeyler görüp söyleyebiliriz..
Bu yaklaşım farkını biraz açabilir miyiz?
Mustafa Yürekli:İslam medeniyeti tarihi Asr-ı Saadet, Emevi, Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı dönemleri olarak tasnif edilmektedir. İstanbul’daki İslam medeniyetindebütün bir ümmeti kucaklayanmüzik anlayışı, Türki’den daha çok Arabî ve Farsî ezgilere dayanıyordu. Tamburlar, darbukalar, udlar ile yapılan ve günümüzün Türk Musikisi ya da Türk Sanat Müziği diye adlandırılan bir perdede müzik sanatı var olmaktaydı.
Batıcı yaklaşımla “halk katmanında saz ve tekke edebiyatları hüküm sürmekteydi.” deniliyor ve saray tekke çatışması üzerinden okunuyor, İslam müziği.Bu doğru değildir.
Urfa’da bir sıra gecesine katılmıştım, Kazancı Bedii Fuzuli’den gazel okumuştu. Geçmişte yöneten ile yönetilenler daha iç içeydi, aynı kültürü paylaşıyorlardı.
Batı’daki saraylarla Osmanlı yönetim merkezi arasında büyük fark vardı. Topkapı Sarayı'nın yanına getirip koyacaksın Batı’daki sarayları, Topkapı, bambaşka bir dünyadır. Osmanlı’da saray da kulübe de mabet gibiydi, her an Miraç, her yer Allah'ın huzuru kabul ediliyordu, iki yerde de ibadet zihniyeti ve ciddiyeti vardı.
Söz konusu farkın normal olduğunu mu söylüyorsunuz?
Mustafa Yürekli: Osmanlı devletinin kökleri Oğuz boyu olmasına rağmen, uzun zamandır Orta Asya kültüründen uzak kalan Oğuz Türkleri, Farisi ve Arabî müzikleri kendi kültürleri ile yoğurmuştu. O dönemde Orta Asya’daki müzik kültürü elbette Osmanlı ile farklılık göstermekteydi. Bu fark nasıl açıklanır?
Merkez, çevredeki kendine bağlı bütün noktaların eşit uzaklıkta olduğu, üstün gördüğü, boyun eğdiği, hakikate uyumlandığı ortak yerdir. Yönetim merkezi, İslam ülkesinin bütün noktalarını gören bir yerken Orta Asya’daki bir yönetim yeri elbette yereldir.
İstanbul son 500 yıldır İslam milletinin vaziyet ve istikamet kazandığı yönetim merkezidir ve düşmanı da Avrupa ülkeleridir. İstanbul müziği elbette bir gökkuşağı gibiydi diyebiliriz.
Osmanlı Batılılaşmasını müzik üzerinden ele alıyorsunuz. Burada, Osmanlı’nın Batı’yla ilişkisini müzik üzerinden değerlendirecek olursak neler söylersiniz?
Mustafa Yürekli: İşin ilginç yanı Osmanlı döneminde İstanbul’da Avrupaî çok sesli müzik yok değildi. 16.yüzyılda Topkapı Sarayı’nda ve At Meydanı’nda ( Sultan Ahmed Meydanı); Şehzadelerin sünnet ve düğün törenlerinde Avrupa’dan gelen bazı müzisyenler çok sesli müziğin ilk örneklerini sundular.
Burada dikkat edilmesi gereken iki nokta var: Batı kültürü, yani çok sesli müzik de İstanbul, yani yönetim yeri aracılığı ile İslam ülkesine girdi. İkincisi, halka ulaştı ama ulaştığı halk İstanbul halkıydı ve içinde çok güçlü aydınlar vardı. Üstelik İstanbul’un ücra köşelerine değil tam tersine aydın kesimin bulunduğu Sultanahmet Meydanı’na ulaştı, çok sesli müzik.Dikkat edilmesi gereken bir diğer nokta ise, çok sesli müzik kavramıdır. 16.yüzyılda buraya gelen sadece çok sesli müzikti.
Daha sonra, yani 19. yüzyılın ikinci yarısında, Osmanlı’nın dünya hükümranlığını İngilizlere kaptırdığı, zayıf düştüğü dönemde önce klasik müzik orkestrası ve en sonunda da opera gelecektir. Aslında operanın gelmesi Osmanlı için bir müzik devrimi olarak nitelendirilir, yani Batı kültürü karşısında yenilgisi. “Devrim” kelimesi, İslam medeniyetinin yenilgisi ve Batı uygarlığının yengisi anlamında kullanılır ülkemizde..
OPERANIN GELİŞİ BATI’NIN ZAFERİYDİ
O zaman İstanbulluların operayı tanımasını biraz daha açalım mı? Bu kültür savaşını mercek altına alabilir miyiz?
Mustafa Yürekli: Osmanlı’nın operayı tanıması, aşama aşama gerçekleşmiştir. İstanbul’a gelen ilk klasik müzik orkestrası I. François tarafından, 1543 yılında V.Karl’a karşı verdiği savaşta kendisine destek veren Kanuni Sultan Süleyman’a hediye olarak gönderilmiştir. Bu orkestra sarayda 3 gün süreyle konserler vermiştir. Bu orkestra dışında zaman zaman Galata’daki kilise orgcuları da Osmanlı aydınlarına mini konserler vermekteydiler.
Daha sonraki asırlarda da Avrupa ile müzik temasları bu tip hediyeler ile devam etmiştir. En dikkat çekici hediye İngiltere Kraliçesi I.Elizabeth tarafından verilmiştir. I.Elizabeth bir org ile beraber birçok Avrupa çalgısı ve çalgıcısını Osmanlı Devletine göndermiştir. Bu çalgıcılar kent kent gezerek kendi sanatlarını tanıtmışlardır ama hiçbirisi yeteri kadar ilgiyi görememiş, benimsenmemiştir.
19.asırdaki kültürel değişme, yani Batılılaşma, yabancılaşma ise kendini iyiden iyiye hissettirmiştir ve Batılı düşünce akımlarının etkisi altına giren Osmanlı aydını, Batı müziğini ve operayı kısa sürede benimsemiş, hatta onu değişen toplum beğenisinin simgesi durumuna getirmiştir.
Aydın güçlüyken, medeniyetini ve devletini savunabilmiştir. Aydın medeniyetini savunamayacak kadar güçsüz düşünce, Batı uygarlığının kurumları, bu arada opera da topraklarımıza girmiştir. Kısaca opera, Batı’nın üstünlüğünü kabul ettirmesinin bir sembolü olmuştur.
Operanın gelişinin ekonomik ve siyasal boyutlarının olduğunu mu söylüyorsunuz? Bunu biraz açabilir miyiz?
Mustafa Yürekli: Osmanlı'nın kültür hayatındaki bu değişimde İstanbul'da bulunan yabancı elçilik mensuplarının, yani diplomatların etkisi çok fazladır. Özellikle Osmanlı Avrupa ilişkileri aleyhimize ağırlık kazanırken kentin Beyoğlu’nda Pera kesiminde bulunan tiyatro ve opera binalarındaki konser ve opera gösterileri, dönemin sosyal yaşamındaki yeni gelişmelerin araçlarıdır. 19. asırda sanat uluslararası ilişkilerin bir aracı durumundaydı.
Osmanlı Batı etkisine girdikçe, İstanbul’da, gayri müslim ve Batı özentisine kapılan varlıklı ailelerin Batılı yaşam anlayışını daha kolay benimsemeleri ile büyük bir kültürel etkileşim yaşanarak piyano ve diğer Batı tarzı müzik aletlerini öğrenme isteği yaygınlaşmıştır.
Elbette Osmanlı insanlarındaki eğitim Avrupa’daki gibi değildi. 19.yüzyılda ve hatta daha önce Avrupa’da müzik eğitimi veren müzik okulları, konservatuarlar vardı. Osmanlı döneminde müzik alanında böyle kurumlar yoktu. Müzik bizde camilerde, tekke ve dergahlarda icra ediliyordu, geleneksel bir eğitim biçimi vardı.
Aslında Avrupa’da da Rönesans öncesinde sanat kilisedeydi. Laik sanat, kilise dışında, akademilerde, konservatuarlarda doğup gelişti. Dolayısıyla okullu, yani seküler bir eğitim mümkün olmadığı için Osmanlı gayrimüslim aileleri müzik öğrenimini cemaatleri içinde hallediyorlardı, yani yine mabette, kilisede; Batı müziği İstanbul’a gelince, bu açığı yabancı öğretmenlerle kapattılar. Bu öğretmenler arasında daha sonra açılacak olan Müzika-i Hümayun’un şefi Guiseppe Donizetti’den, Macar Tevfik Beye kadar seslerini dünyaya duyurmuş isimler mevcut.
Batılılaşma sürecini sosyal hayatı da etkilemiştir ve yerleşim Boğaziçi taraflarına doğru meyletmiştir. Günümüzdeki yalıların kaynağı da bu Batılılaşma sürecidir. Her yalıda mutlaka piyanonun olması da Batı müziğinin etkisini iyice hissettirmektedir. Sonunda piyano hareme kadar girmiştir.
ABDÜLMECİD DÖNEMİ VE BATI MÜZİĞİ
Bir gözden geçirelim konumuzu: Çok sesli müzik ile başladık ve Kanuni döneminde 1543 yılında gelen klasik müzik orkestrasından bahsettik. Daha sonraki asırda, 17.asırda ise I. Elizabeth’in hediyesinden bahsettik. Osmanlı müziğini Batılılaşma süreci içinde ele aldık ve 19.yüzyıla kadar olan gelişmeleri kısa kısa verdik.
Mustafa Yürekli: Kanuni döneminde pek rağbet edilmeyen Batı müziğinin Batılılaşma ile giderek toplumda, daha doğrusu Batıyla işbirliği içindeki gayri müslimler ve onlarla temas halinde olan zenginler arasında yayıldığını anlatmaya çalıştık. Abdülmecit dönemi ise önemlidir, çünkü Batılılaşma çabalarının en net görüldüğü dönemdir, devlet eli girdiğinden araya. Artık Batı kültürü, Osmanlı’da, devletin ve aydının ağırlığını lehine çevirmiştir.
Geldik Abdülmecit zamanına..
Mustafa Yürekli: Abdülmecid dönemi Batılılaşma rüzgarının en çok kültür sanat dünyasında estiği bir dönemdir. Bu dönemde, yani 1839- 1861 yıllarında Avrupa’dan İstanbul’a gerek resim gerek müzik alanında ünlü müzisyenler gelmiştir. Bu sanatçılar arasında en önemlisi ise, padişah huzurunda resital vermek üzere gelen ilk konuk sanatçı ünvanına sahip olan Viyolonist Hengi VIeuxtemps’tir. VIeuxtemps eşi ile birlikte çıktıları turnede İstanbul’a da davet edilmiştir. Verdikleri bu mini resitalden sonra ise “Nişan-ı Ali Kıt’ası” ile ödüllendirilmişlerdir.
VIeuxtemps ve eşinden sonra saraya ünlü Macar besteci Franz Liszt’te gelmiştir. Franz Liszt’in geleceği Osmanlı Devleti resmi gazetesi olan Takvim-i Vekayi’de üç dilli olarak bildirilmiştir. Franz Liszt sarayda ağırlanmış, kendi isteği ile Alexander Commenoliger’in evine misafir olmuştur.
Bu süreçte o günün bando takımı sayılan Müzika-i Hümayun’un şefi olan Donizetti’nin yazdığı Mecidiye Marşını piyanoya uyarlamıştır. Bununla da yetinmeden Liszt, ünlü Türk Marşı’nı yazmıştır. Bu marşı yoldan geçen bir yoğurtçunun çıkardığı seslerden ilham olarak yazdığı rivayet edilmektedir. Bu eserlerin asılları ise Liszt Müzesi’nde sergilenmektedir.
Sonuç olarak, çok sesli müziğin Osmanlı Batı ilişkileri aleyhimize vaziyet ve istikamet kazanırken yurtdışından gelen Batılı sanatçılarının tanıtımıyla Osmanlı’nın kültür ve sanat hayatında yer almaya başladığı görülmektedir. Osmanlı müziğinin gerilemesi ve Batı müziğinin İslam topraklarına girişi aydınımızın zaafiyetinin göstergesiydi, bu hala böyledir.