Amerika bölgedeki fay hatlarını tetikleyip gitti

SETA Başkan Taha Özhan, a göre Suriye, ne Çin'in ne de Rusya'nın umurunda...

Amerika bölgedeki fay hatlarını tetikleyip gitti
Amerika bölgedeki fay hatlarını tetikleyip gitti
GİRİŞ 26.01.2012 11:59 GÜNCELLEME 26.01.2012 11:59

Amerika, 20 Mart 2003’te İngiltere ve birkaç ülkenin daha katılımıyla “uluslararasıymış gibi” bir görünümle Irak’ı işgal etti. 2011’in son ayında Irak’tan çıkıp gittiğinde geride iki milyona yakın ölü, beş milyona yakın yetim çocuk, bir buçuk milyondan fazla yerinden edilmiş Iraklı, bedenen ve ruhen sakatlanmış insanlar, ağır travmalar ve onuru zedelenmiş, öfkesini nereye yönelteceğini bilemeyen bir halk bıraktı.

ABD Savunma Bakanı Panetta, askerlerin geri çekiliş törenindeki konuşmasında “dökülen kana ve harcanan paraya değdi” diyordu. Kastettiği, ölen Amerikalı askerler ve işgal için harcanan Amerikan parasıydı elbette.

Iraklıların kaybettikleri pek de önemli sayılmazdı.

Panetta’nın dediği bir diğer şey ise işgal sonrasına ilişkindi, “doğrusu Irak’ı hiç de güzel günler beklemiyor. Terör saldırıları olabilir, Irak bölünebilir” diyordu Panetta, geride ne bıraktıklarını gayet iyi bilerek.

Bugün Ortadoğu bir yandan Arap Baharı ile umut vaat ederken öte yandan ve aynı anda etnik ve mezhepsel çatışmalara gebe görünüyor. Fay hatları hiç olmadığı kadar hareketli çünkü. 

Suriye’de Esat rejimi halkın taleplerine silahla direniyor.

Irak bölünme tehlikesiyle karşı karşıya.

İran’da nükleer nedeniyle hararet hep yüksek, Hürmüz’de sular ısındı.

Öte yandan hemen güneyimizde Beyrut, Şam, Bağdat ve Tahran bir Şii kuşak tebarüz ettirmekte. 

Beliren alametlerin ne anlama geldiğini anlamak için, ülkemizin önemli think-thank kuruluşlarından SETA’nın kapısını çaldım ve Başkan Taha Özhan’a yorumlattım. New School for Social Research’de Küresel Ekonomi-Politik öğrenimi gören Özhan, Ortadoğu’yu iyi bilen isimlerden.

Bu coğrafyada insanlar çok, çok uzun zamandır rahat huzur yüzü görmüyorlar ve fakat Amerika’nın Irak’ı işgaliyle çok büyük acılar yaşanmasından sonra şimdi de Amerika’nın Irak’tan nihayet çıkıp gitmesiyle beliren alametler de pek hayra alamet gibi görünmüyor. Ne oluyor?

Amerika’nın Irak işgali çok önemli, bunu biz SETA olarak hem Türkiye’den hem bölgeden ilk inceleyen kurumuz. Irak işgaline dair Washington, Londra merkezli onlarca kitap analiz çıkmıştır ama maalesef ki bu coğrafyadan çok fazla bir değerlendirme yapılamamıştır.

Neden yapılamamıştır, asıl felaket burada, bu bölgede yaşandı hâlbuki?

Kolaycı tercüme kültürü diyelim. Nasılsa sizin adınıza birileri başka bir dilde –genelde İngilizce, bunu yapıyor. Siz de bir tercüme maliyetine bunu edinmiş oluyorsunuz. Fakat tercüme maliyeti ne kadar azsa da sosyal ve siyasi maliyeti de o kadar yüksek oluyor bunun. Başkalarının koordinatlarına göre analiz edilmiş bir durumu, siz bu coğrafyada, Ankara’da Bağdat’ta tüketmek zorunda kalıyorsunuz. Biz biraz da bunu kırmaya matuf olarak bir yıla yakin süren bir çalışmanın ardından 2006’da Irak raporumuzu yayınladık. Bugünlerde yayınladığımız analizlerde de çoğu zaman o çalışmadan alıntı yapmak zorunda kalıyoruz ki o raporun tezi, Irak işgalinde Amerika’nın kaybetmeyeceği tezidir. Böyle de olmuştur.

Genel değerlendirme bu işgalin sonuç olarak başarısızlıkla sonuçlandığı yönünde?

Çok naif, liberal bir perspektifle baktığınızda savaşta ölen Amerikan askerleri, Amerika’nın itibarının zedelenmesi, ekonomik fatura, Bush yönetiminin başarısız olması, Irak’ı işgal etse bile Amerikan hakimiyetinin kurulamaması gibi nedenler görürsünüz. Bunlar yanlış değildir ama bunlardan daha vahim olan, Irak işgaliyle beraber bölgemizde sosyal siyasal fay hatlarının hareketlendirilmesidir. Mesele budur. Bugün de ABD’nin çekilmesiyle beraber etnik mezhepçi fay hatlarının ne kadar tehlikeli birer siyasal tsunami olduğunu, nerede, ne zaman, ne ölçekte bir felakete yol açacağının bilinemez olduğunu görüyoruz.

IRAK İŞGALİNİN HAYIRLI SONUÇLARI

Ama yaklaştığını sezebiliyoruz?


Onu da bilmiyoruz. Bir şey olmayabilir de ama kırılmaların yaşandığını biliyoruz. Bu işin şer kısmı.

Amerika’nın işgali hayra vesile olacak bazı kırılmalara da yaradı. O da şu: Bölgede “Camp David düzeni” içinde 30 yıldır birikmiş olan negatif enerji Amerikan işgaliyle beraber harekete geçti. Bu negatif enerji birçok ülkede insanları “yeter artık” noktasına getirdi ve sosyal alanda ciddi bir katalizör görevi gördü. Amerikan işgali üzerinden bütün Ortadoğu ve Kuzey Afrika hareketlendi.

Türkiye’de de böyle bir karşılığı oldu mu?

Türkiye, Irak işgaliyle birlikte hiç olmadığı kadar dış politikasında hareketlendi. Tezkerenin reddiyle başlayan süreçte Türkiye hem itibar kazandı, hem felaketin bir parçası olmadı. Felaketin parçası olmamak için olumlu adımlar atması, vizyoner olması gerekti. Cumhuriyet tarihinde bir ilk olacak şekilde, Komşu Ülkeler Konferansı düzenlemeye başladı. Halbuki bu komşuların tamamıyla Türkiye’nin çok ciddi sorunları vardı. Ama Türkiye bunların hepsini belli bir dönem paranteze alarak, sıfır sorun perspektifi içinde iyi ilişkiler içinde oldu. Resmi düzeyde de kalmadı çünkü birçok devlet dışı sivil aktörün de etkili olduğunu gördü, onlarla da muhatap oldu. Bir süre sonra bu aktörlerin de yeterli olmayacağını gördü. Uluslararası sistemin izole ettiği devletler ve aktörlerle muhatap oldu. Bunların başında da, Irak işgali sırasında Bush’un “bir taşla iki kuş fantezisi” neticesinde ciddi bir izolasyona tabi tuttuğu Suriye gelir. Türkiye elini Suriye’ye uzattı. Ayrıca seçimleri kazanmış Hamas’la muhatap oldu. Bunlar eski Türkiye’nin istese de yapamayacağı işlerdi. Böylece Türkiye yeni jeo-stratejik alanlar açtı ve bu alanı iyi kullandı. Arap Baharı’nın yaşandığı yerlerdeki liderler diktatörler bunu görmezden gelebileceklerini düşündüler ama halklar bunu içten içe, zımnen yaşadılar ve bu, bir noktada da patladı. Olan bir yönüyle de budur. Ortadoğu isyanlarının bundan dolayı olduğunu söylemek doğru olmaz ama bundan bağımsız olduğunu söylemek de doğru olmaz.

ABD İŞGALİ FAY HATLARINI TETİKLEDİ

Amerika askerlerini Irak’tan çekerken, Savunma Bakanı Panetta’nın ağzıyla “doğrusu Irak’ı hiç de güzel günler beklemiyor. Terör saldırıları olabilir, Irak bölünebilir” dedi, etnik ve mezhepsel faylara işaret ederek. Evet, bu bölgede etnik, mezhep farkı üzerinden siyasallaşmış kitleler var ve birbirileriyle de neredeyse boğaz boğazalar. Ve fakat bu halklar, bu mezhepler bu topraklarda asırlardır var zaten! Bugün neden bu halde bu coğrafya? Doğal bir sonuç mu bu yoksa Amerika’nın tarlayı böyle sürmüş olmasıyla mı ilgili?


İşgalin sağladığı yapısal kırılma tam da bu işte. İşgal, aktörlerin kendilerini bu etnik sekteryan haklar üzerinden tarif etmesinin önünü açtı. Türkiye’de de daha düne kadar Irak’ta illa bahsetmemiz gerekirse sadece Araplardan ve Kürtlerden bahsederdik. Iraklı olmanın kendisi de suni ve sömürge sonrası bir tarafı olsa da. Ama işgalle beraber Sünni Araplar-Şii Araplar, Sünni Kürtler-Feyli Kürtler, Şii Türkmenler-Sünni Türkmenler, Kürtlere yakın Asuriler-Şii Araplara yakın Asuriler gibi oldukça detaya inen, mikro etnik sekteryan bir sosyal yapıyı içselleştirdik. Bu, Batıda üretildi, Türkiye dahil bölgede tüketildi. Ama Türkiye bundan çıkmak için çok çabaladı. Sadece Komşu Ülkeler Konferansı bile hakikaten hayra vesile olacak büyük bir çabadır. Bunca farklı etnik sekteryan grubu sadece “Irak’ın geleceği ne olacak” sorusu etrafında muhatap aldı Türkiye ve hiç birisinin etnik sekteryan özelliklerinin üzerine basılmasına müsaade etmedi.

Bölgede etnik ve dini-mezhepsel bir ayrışmanın olması normal mi yine de?

Tabi işgalle beraber bir boşluk oluşmuştu. Birileri de bunu etnik sekteryan siyasal dinamizm etrafında toparlayacaktı. Bu yaşandı. Bu da normal. Saddam döneminde on yıllar boyunca bu gruplara ciddi baskılar ve katliamlar yapıldı. Bunun bir tepkisi olacaktı. Ama bu tepkinin kendisi siyasetin merkezine oturursa felaket işte o zaman başlıyor.

TÜRKİYE TÜRKMEN HATASINDAN ÇABUK DÖNDÜ

Ama kullanmak isteyenler için en elverişli yerler de oralar...

Bunlar hazır malzemelerdir, istediğiniz gibi kullanırsınız. Türkiye de Irak işgalinin öncesinde böyle bir hataya düştü, Irak’ı Türkmenler üzerinden analiz etmeye, ona göre planlamalar yapmaya kalkıştı. Ama durum çabuk anlaşıldı. 2005 seçimlerinde Türkmen partisinin yüz bin civarında oy bile almadığını gördük. Ya Türkmenler söylendiği kadar nüfusa sahip değil ya da Türkmenlerin Türkmenliği aşan kimlikleri var. Zaten Irak politikalarını Türkmenler üzerinden kurmanın, ne Türkmenlere, ne Türkiye’ye, ne bölgeye, ne de Irak’a faydası yok. Bunda Türkiye’deki asker sivil ilişkilerinin normalleşmemesinin de ciddi etkisi var. Düşünün ki bir dış politika meselesi hiç işi olmamasına rağmen askerin uhdesindeydi. Ve yürümedi. Türkiye bu hatadan çabuk döndü ama herkes o derece hızlı dönemeyebilir çünkü etnik sekteryan politika tahrik edicidir, sonuçlarını da çabuk alırsınız. Ama bunu yüzyıla yayılacak bir politika olarak görürseniz felaket getirir. Oradan sadece öteki üretirsiniz. Mesele, ahlaki ve stratejik bir duruş gösterip göstermeme meselesidir. Şu anda bu coğrafya o iştahların kabardığı noktada.

SIFIR SORUN POLİTİKASI ÇÖKTÜ MÜ?

Türkiye bölge ülkelerine karşı demokrasiye, insan haklarına, yönetimlerin halkların taleplerini karşılanması gerektiğine vurgu yapıyor. Sıfır sorun politikasını yürütüyor, bunda bir noktaya kadar ciddi ivme de kazandı, Arap Baharı’nın bir anlamda tetikleyicisi oldu. Ama gelin görün ki önümüzdeki fotoğrafta aksi var: Beyrut, Şam ve Bağdat, “iyilik getirmez” dediğimiz fay hattına göre Tahran etkisinde hizalanmış durumda. Güneyimizde Şii bir kuşak var ve bunda da kimi riskler yok mu?

Risklerin olduğu aşikar. Burada birkaç dinamik var. 1) Türkiye çok açıkça bölgede bir soğuk savaş istemiyor. 2) Eleştirilerin aksine Türkiye etnik sekteryan anlayışa yatırım yapsa, bunun muarızını oluşturan fay hattına göre çok daha ‘karlı’ çıkardı. Ama Türkiye ısrarla “ben bu etnik sekteryan siyasete yatırım yapmayacağım” diyor, adımlarını da buna göre atıyor. Evet, kısa vadede bu saydığınız eksen etrafında yatırım yapsa ilk anda hem güçlü bir pozisyon edinebilir hem arkasında çok sayıda aktör de bulabilir, Körfez gibi, Batılı bazı ülkeler gibi. Ama Türkiye bunu yapmıyor ve sorunlar gözümüze batıyor. Ama Türkiye bunu yapsa kelimenin tam anlamıyla fitnenin parçası olmuş olur. Türkiye bundan uzak durmaya çalışıyor. Bu fitneye boynuna kadar gömülmüş olanların Türkiye eleştirilerinin yakın zamanda zirve yapması da Türkiye’nin mezkur fitneden uzak durduğunu göstermek için okunabilir.

Sıfır sorun politikasına gelince, bunu doğru anlamak lazım. Sıfır sorun aslında bir perspektif meselesi. Perspektifiniz sorunları minimalize etmeye yöneliktir, araçlar dönemsel olarak değişebilir ama ilkenizi hedefinizi değiştirmiş olmazsınız. İki üç sorun ya da kriz çıkınca ve en önemlisi sorun sizin dışınızdaki muhataplarınızın kendi eliyle çıkarılınca sıfır sorun pespektifi çöktü, zaten yanlıştı demek, çok naif olur. Bu, son tahlilde idealize edilmiş bir şeydir. Ben sorunlarımı minimalize etmek istiyorum demektir. Şu an olan da bu: Meseleye kısa vadede bakıldığı, soğuk savaş mantalitesinden kurtulamayanların etnik sekteryan siyasete farkında olmadan ya da olarak yatırım yapmasından kaynaklanıyor. Fay hatlarının çatışma doğurmasından Körfez ülkeleri da Batılı ülkeler de çok memnunlar. O yüzdendir ki biz burada bir “Amerikan vazgeçilmezliği” ile karşı karşıya kalıyoruz.

AMERİKAN VAZGEÇİLMEZLİĞİ

Amerikan vazgeçilmezliği ne demek?

Irak işgali sonrası Amerika’ya dair yaptığınız tüm tartışmalarda ne Amerikalı bir denklemde, ne Amerikasız bir denklemde hayra vesile olacak bir tablo çizebiliyorsunuz. Amerika bunu bir siyaset olarak çok başarılı şekilde birçok yerde uyguluyor. Yani işgal ediyor, birçok tartışma çıkıyor, son tahlilde Amerikasız bir Afganistan’dan ya da Irak’tan söz edemez hale geliyorsunuz. Tam da bu nedenle Türkiye bu tür müdahalelerin olmaması gerektiğini düşünüyor. Çünkü başta Amerika olmak üzere Batı müdahale ettiği yerlerde bu vazgeçilmezliğini sağlayacak çok sayıda araca sahip. Ve bu araçları çalıştırmasının onlara bir maliyeti de yok. Bundan 50 yıl sonra da Amerika’nın Irakta olmasının onlara bir maliyeti yok. Bedeli ödeyen Iraklılar, bölge ülkeleri, coğrafyamız. O yüzden Suriye’de Esat rejimi, Irak’taki etnik sekteryan yoğun tavrın hayır getirmeyeceğini, bunlar üzerine bir düzen kurulamayacağını çok iyi görüyorlar. Hele Lübnan örneğinden ders çıkarmaya çalışmak tam bir felaket olur. Çünkü Lübnan birbirine galebe çalamayacak kadar çok sayıdaki azınlığın, galebe çalamamak üzerinden anlaşmak zorunda kaldıkları nevi şahsına münhasır bir örnek. Ve, küçük bir örnek. Ama bu modeli Suriye’de, Irak’ta yönetemezsiniz.

“GEL ÜLKEMİ İŞGAL ET” DİYORLARDI 

Neden yönetemezsiniz?

Suriye’de azınlıklar çatışmıyor çünkü. Tam tersine bir mezhepçi azınlık diktası çoğunluğa hükmediyor. Tıpkı Bahreyn’deki gibi. Bahreyn’de ama özellikle Suriye’de olanlar tam bir turnusol kâğıdı görevi gördü. Bir araya gelmez denilen ne kadar aktör varsa hepsi bir hat üzerinde toplandı. O hat çok karmaşık ama o aktörlerin bir araya gelmesi çok orijinal. Türkiye’de Kemalistlerle İran, ulusalcılarla İslamcılar, PKK ile Hizbullah’ı, Irak yönetimi ve Esat’ı bir araya getirdi. Bunların içinde en dramatik olan belki de Irak yönetimi. İşgal öncesi, Irak’ın bugünkü yönetiminin her aktörünü hem medyadan izledim, hem Türkiye’de ve Amerika’da neler yaptığını yatkından bizzat biliyorum.

Ne gibi şeylerden bahsediyorsunuz?

Washington Mall’da işgal olsun çadırları kuran kişiler bunlar. Aylarca o çadırlarda propaganda yaptılar. Aynı Washigton’da yüz binler işgal olmasın diye yürürken şu anki Irak yönetimlerinin uzantıları, hatta bizzat bazıları Amerika Irak’ı bir an önce işgal etsin diye çalışıyorlardı. Bu coğrafyada Baas’tan en çok çekmiş, katliamlara maruz kalmış aktörlerdi bunlar ama ne hazindir ki aynı aktörler yanı başlarındaki Baas rejimi ayakta kalsın diye uğraşıyorlar.

İRAN İKİNCİ KEZ HAMA TESTİNDE

Tespit ve teslim etmek gerekir ki buradaki temel aktör İran. İran, bu kanlı ve kaotik coğrafyada, uluslararası sistemden dışlanmış olmasına rağmen, kendi sistemini koruyabiliyor. Üstelik demokrasisi ve ekonomisiyle yükselen ve ısrarla ilkelere vurgu yapan Türkiye’ye rağmen Lübnan’da da, Şam’da da, Bağdat’ta gücünü ve etkisini artıyor. Mezhepçi politikanın hayır getirmeyeceğini bilmiyor mu İran, bunu neden ve nasıl sürdürebiliyor?

İran’da bunu ciddi şekilde eleştiren aktörler de var. İran İslam devrimi geçen yüzyılın en uzun ve dünya savaşlarını saymazsak en fazla can kaybını verdiği savaşı Baas rejimine karşı yaptı. İslam devriminin idealleri, Baas rejimince boğulmaya çalışıldı, milyon civarında insan öldü. O Baas rejiminin ideolojik amcaoğlu Suriye’deki Esat rejimidir. İran, Suriye’nin soğuk savaş döneminde yazıldığı kamptan dolayı belli ilişkiler geliştirmiş olabilir ama bunların hiçbirisi Irak Baas rejimiyle, Suriye baas rejiminin ideolojik akrabalığını ortadan kaldırmıyor. İslam devriminin Hama katliamına bu denli sessiz kalınması da İran’daki bu savaş nedeniyle birçok kesim tarafından sineye çekildi ama ikinci Hama testinden aynı sonuç çıkmaz. İran bu makastan çıkmak zorunda.

Çıkabilir mi?

Kolay değil ama son dönemde görüyoruz ki İran bir şekilde Suriye muhalefetiyle de ilişki kurmaya çalışıyor, en azından tamamen uzağında kalmak istemiyor. Görünürde bir şey yok, duyum bunlar.

HİZBULLAH KARİZMAYI YIPRATTI

Esat sonrasına hazırlıklı olmak istiyor yani?

Elbette ama geri dönüş çok zor. Bunun bedeli ahlaki olarak ödenecektir. Aynı şey Hizbullah için de geçerli. Hizbullah 30 yıldır İsrail’e karşı biriktirdiği karizmayı Esat rejimine çok sıradan, oldukça komplocu, birkaç İsrail-merkezci analize yaslanan retoriği ve söylemiyle verdiği destekle büyük ölçüde yıpratmış durumdadır. Bunlar öyle kolay tamir edilecek şeyler değil hakikaten. Benzer bir durum Hamas için de geçerli. Ama Hamas bir şekilde Suriye’de esir. Bir milyona yakın Filistinli mülteci var Suriye’de ve ciddi şekilde Esat rejiminin tehdidi altındalar. Yoksa Hamas’ın Suriye’deki katliamları sessizlikle karşılaması kendisi açısından kabul edilebilir bir durum değil.

Türkiye de, İran da köklü medeniyetler, öteden beri güçlü devletler ve rakipler de. Şu an olan da bir Türkiye-İran rekabetidir denebilir mi?

Ben böyle bir hizalanma görmüyorum. İran siyasi bir açlık üzerinden Amerikan işgaliyle birlikte böyle bir politika geliştirdi ama İran aynı zamanda yıllardır ambargo altında bir ülke. İslam devriminin boğulmak istendiği, Amerika’nın doğrudan hedefe koyduğu, bir an önce en azından rejimini değiştirmek istediği bir ülke. Ama Afganistan’ın işgaliyle birlikte İran’ın karşısındaki Taliban rejimi ortadan kalkmış oldu. Irak’ın işgaliyle birlikte de Saddam sahneden çekildi. Bu sayede İran’ın bu iki ülkede derinlik kazanmasının önü açıldı. Bundan dolayı İran’ı suçlayamayız, bu bir sonuç. Ama bu derinlik kazanıldı diye o siyasi açlığı sekter bir açlığa dönüştürüp çok özensiz bir şekilde buralarda güçlenmeye çalışmak doğru değil. Doğru olan düzen kurucu bir aktör olmaya çalışmaktan geçer. Bunun işaretlerini, İran içerisindeki cılız bir kaç ses ve tartışmanın dışında, maalesef İran’dan göremiyoruz.

İRAN DEVLET DEĞİL ÖRGÜT REFLEKSİ VERİYOR

İran köklü ve tecrübeli bir devlet, özgüveni gelişkin de. Batı karşısında, Amerika karşısında duruşu gücünü kendinden aldığını gösteriyor, güçlü olmak ve güçlü var kalmak için de elinden geleni de yapıyor. Hal böyleyken kısa vadeli sekter bir politikaya yapışmanın kendisi için de felaket olduğunu göremiyor mu? Bu basit devlet aklı niye işlemiyor?

30 yıldır ambargo rejimi altında olan bir devletten bahsediyoruz. Ambargo rejimi altında olmak meseleleri çok daha geniş bakan bir devlet perspektifinin hırpalanması için yeterlidir. Geniş akil devlet  reflekslerinden uzaklaşmak zorunda kalırsınız. Bunun da temel göstergesi İran’ın bölgedeki devlet dışı aktörlerle kurduğu açık güçlü ilişkilerdir. Bu ilişkiler kurulabilir devletler açısından ama o devletin yatırımlarının büyük kısmı o aktörlere olursa kendisi de dönüşmek zorunda kalır. Refleksleri uzun vadeli değil sürekli tehdit altında olduğundan dolayı kısa vadeli hale gelebilir. Bu genelde örgüt refleksidir. Çünkü mobildir bu zihniyet. Zihni yapısal düşünmesine müsait değildir, çünkü sürekli tehdit altındadır. İsrail’le bir örgüt savaşıyorsa sürekli tehdit algılar ve sürekli dinamik bir strateji belirlemek zorundadır. Ama devletler sakin durmak zorundadırlar çünkü devletler uzun yıllar boyunca buralarda olacaklarını hesap eden yapılardır. Ben İran’da bunun yıprandığını görüyorum. Eğer Amerika bu bölgede kendi lehine işe yarar bir şey başardıysa burada bunu büyük ölçüde sağlamıştır.

GÖNÜLLÜ AJANLAR VAR

Yani İran’a devlet gibi düşünüp hareket etmeyi unutturup örgüt gibi davranmaya, reflekslerle hareket etmeye sevk ederek vereceği en büyük zararı vermiştir...

Ben böyle demiyorum ama bu tür refleksler verdiği doğrudur. Ama İran’ın bunu aşabilecek potansiyeli de kesinlikle var. İran Dışişleri Bakanının Malatya’daki radar sistemiyle ilgili “sadece devlet reisimizin ve benim söylediklerim resmi görüşümüzdür” şeklindeki açıklama bu potansiyele işarettir. Türkiye çok açık oynuyor. Türkiye’nin bu etnik sekteryan tehlikeye karşı açıkça söylediğine, İran’dan da aynı açıklıkta bir destek gelse bir orta yol bulunur. Ama ben İran Şii hattı, Türkiye Sünni hattı olduğu yorumlarının altının boş olduğunu düşünüyorum. Bunlar Batının icat ettiği ve görmek istediği senaryolar. Bu nevi yorumları Türkiye’de luzumlu-luzumsuz en fazla tüketenler de zaten Batı’daki en ıvır zıvır Şii-Sünni hattı haber veya tartışmalarını Türkiye içerisinde yoğun bir şekilde tüketerek gönüllü ajanlık, taşıyıcılık yapıyorlar. Batı, üzerine para verse bizdeki yerli muhbir veya yerli taşıyıcı sınıfına girecek bu gönüllü ajanlar/taşıyıcılar kadar mezhepçi tartışmalarını Türkiye’ye aktaramaz. Çünkü Türkiye’de devlet nezdinde veya toplumsal anlamda bu mezhepçi siyasal çizgiye ciddiye alınacak bir şekilde oturtabileceğimiz bir siyasi pozisyon gerçekten bulunmuyor. Ben Türkiye’nin böyle bir hatta oturabileceğini pek çok sebepten düşünmüyorum, bu çok indirgemeci bir yaklaşım.

Evet, daha çok Amerikan kaynakları Türkiye ile İran’ı iki rakip olarak kategorize ediyor ve “aralarını bozmaya” çalışıyor…

Çünkü Amerikalılar Batılılar bu bölgede konuşmanın başka hiçbir dilini bilmiyorlar. Ellerindeki tek kavram seti bu. Bir tek Şii-Sünni bilirler, İran’ı, Türk’ü, Suud’u bilirler ve biter. Siyasal kelime hazinesi Batının bu bölgeye dair, emin olun çift haneli rakamlara ulaşmaz. Dolayısıyla böyle konuşmak zorundalar, bir kısmı cehaletten dolayı ama toplamda perspektifleri stratejileri de bu şekildedir. Şaşırmamak lazım ama bu tuzağa da düşmemek lazım.

TÜRKİYE ÇIKARCI DEĞİL İLKELİ

Türkiye bölgeye nasıl yaklaşıyor?

1) Teolojik dil kullanmıyor. 2) Etnik sekteryan bir dil kullanmıyor, kullanmayacağını açıkça söylüyor ve bunun tehlikelerine işaret ediyor. Dolayısıyla Türkiye’yi alıp Amerika ile çok farklı siyasal ekonomik ilişkiler kurmuş olan bir Suudi Arabistan’la, Körfez’le yan yana getiremezsiniz. Türkiye nevi şahsına münhasır bir çizgiyi anlatıyor. O çizgi bu etnik sekteryan kırılmayla değil aksine Arap Baharı’ndaki değişimle uyumlu. O değişimi de bölgedeki halklar temsil ediyor. Gelecek de burada. Esas olarak değişimi adaleti isteyen halkların ne dediğidir önemli olan.

CAMP DAVİD DÜZENİNİ ARAPLAR YIKTI

Teknolojinin kolaylaştırıcılığı, Türkiye’nin rol modelliğinin de etkisiyle bölge halkları demokrasi, refah ve huzur istediler ve diktatörlerini indirmeyi de başardılar ama Arap coğrafyasında çiçeklenen bu bahar üzerine kırağı düşmesi riski de var mı? Malum, Ortadoğu halkları o kötü yönetimler altında ekonomik sıkıntıyla baş etmeye çalışırken eğitimsiz, donanımsız, örgütsüz ve tecrübesiz kaldılar. Baharı yaza çevirmek, pratiğe aktarmak için gereken entelektüel hazırlığa, kadrolara, imkânlara ne kadar sahipler?

Soruyu böyle sorduğunuzda karşınıza kötü bir tablo çıkar. Bu da sizi çelişkide bırakır: Madem tablo bu kadar kötüydü, halklar düzen kuramayacak, demokrasiyi derinleştiremeyecek, sivil toplumu ekonomiyi geliştiremeyecek durumdaydılar, o halde nasıl oldu da bu iktidarları devirdiler? Buna olanın olabileceğine ihtimal bile vermiyorsanız ya bir komplo diyeceksiniz ya da demek ki orada bir potansiyel var. Onlar bu diktatörleri devirdiler, gerçek olan bu. Ve 30 yıllık Camp David düzeni yıkıldı. Bunu görmemiz gerekiyor. Elbette ki sıkıntılar var, olacak da ama bu irade orada var.

MÜBAREKSİZ MÜBAREKİZM DENEMESİ

Bu ara dönem suistimale çok da açık bir dönem…

Elbette ki ama meseleye makro bakalım. Değişim kaçınılmaz ve bu devam ediyor. Bu halkların orada düzeni yeniden kurabileceklerine yürekten inanıyorum. Ama elbette ki ödeyecekleri bedeller var. Mısır üzerinden gidersek; kendi içindeki çok parçalı siyasi hayatı olgunlaştırmak durumunda Mısır. Kafa göz yararak da olsa, üç ay da sürse, trajikomik sahneler yahut anlaşılması imkânsız bir sistemle de olsa seçimler yapılmış mı Mısır’da, yapılmış. Mahalli seçimler Mart’ta, cumhurbaşkanı seçimleri Mayısta yapılacak mı, yapılacak. Seçimleri yapabilen iyi kötü bir Mısır var. Askeri vesayet kafayı uzatsa da halk bunu sineye çekmiyor, hemen meydanlara dökülüyorlar ve bakın, bedel ödüyorlar. Mısır bölgesel düzeni sessiz sedasız yutacağına dair herhangi bir işaret de vermiyor. Ben rolümü oynayacağım ve yeniden güçlü Mısır’ı ayağa kaldıracağım, diyor. İsrail elçisi Mısır’ı terk etti. Camp David’e göre bütün Ortadoğu’nun kalbi olan Mısır’dan bugüne gelindi. Sıkıntı var ve olacak ama ciddi bir değişim var. Batı eski düzenin yürümeyeceğini biliyor, ama Mübareksiz bir Mübarekizm süreci yaşayabilir miyiz diye bakıyor. Mübarekizm sürecine Batının da, Suud’un ve İsrail’in de ihtiyacı var. Mısır’daki değişime açıktan karşı duran iki aktör bunlar zaten. Mübareksiz bir Mübarekizm olur mu diye beklediler, olmadı. Zayıflatılmış bir Esat’la yolumuza devam ederiz diye düşünüyorlardı, şimdi onun da kalmayacağını görüyorlar. Ama asıl kabul edemedikleri şey 30 yıllık Camp David düzeninin bundan böyle olmayacağı.

DAHA AZ AMERİKA, DAHA AZ CAMP DAVİD

Bundan sonra ne olacağı sorusuna cevap verebiliyorlar mı?

Veremiyorlar. Buna Türkiye cevap vermeye çalışıyor. Onun dışındaki bütün aktörler hem bu soruya cevap vermiyorlar hem biten düzenin daha kaotik şekilde sürmesine yardımcı olabilecek ya da bu düzen benzeri başka bir kaotik düzenin kurulmasını sağlayacak şekilde hareket ediyorlar. Ama bizim ihtiyacımız olan bu bölgede, daha az Amerika, daha az Camp David.

Kaosun içinden bir düzen çıkması umuluyor. Türkiye de bu ideal için çabalıyor. Lakin bu fazla ağır abartılı bir beklenti değil mi, Türkiye bunun altından kalkabilir mi?

Türkiye’nin başarıp başaramaması ayrı bir konu ama bu Türkiye’nin talebi değil sadece. Bu, bölge halklarının talebi, başarılacaksa bölge halkları istediği için olacak. Türkiye’de burada dinamiklerden bir dinamik, pozitif bir dinamik olarak yer alacak.

MALİKİ İŞGALİN ÜRETTİĞİ AKTÖR

 

Önce Esad “Türkiye içişlerimize karışıyor” dedi, sonra da Irak Başbakanı Maliki; “Türkiye bölgede felakete sürükleyecek bir rol oynuyor”. Bu açıklamalar içinde bulundukları iktidar açlığıyla mı ilgili yoksa onları buna güdüleyen başka faktörler de var mı?

İkisi de var ama ‘iç işlerinden bahseden’ aktör işgalin ürettiği bir lider, son tahlilde. Normal şartlarda, seçim kazanmış bir aktör de değil, aleni şekilde başka bir ülkeye, İran’a yaslanarak siyaset yaptığını hissettiren, söyleyen biri. Maliki 87 sandalye aldı Irakiye hareketi 91 sandalye. İçinde bulunduğu durumu herkes biliyor. Maliki herkesten daha iyi biliyor. Bu sorunun suhuletle çözülmesi gerekiyor ve bu soruna bu kadar tahrik edici şekilde müdahale etmenin alemi yok. Bir denge üzerine kurulmuş bir Irak’tan bahsediyoruz. Anayasası ve yaşanan gelişmelerin hepsi bunu vazediyor. Daha da kötüsü siyaseten Lübnanlaşma eğilimi gösteren bir durumdan bahsediyoruz ve bu da yaşandı. Irak’ta seçimler yapıldı ve seçim sonuçlarını anlamsız kılacak şekilde etnik sekteryan şablon dayatıldı, Lübnan’daki gibi. 

LÜBNAN IRAK’A MODEL OLAMAZ

Irak nasıl Lübnanlaştı? 

Lübnan’da ne yaparsanız yapın fark etmez, hangi pozisyona kimin hangi etnik dini sekter gruptan geleceği önceden bellidir. Irak’ta da böyle oldu. Seçim yapıldı ama ‘Kürt cumhurbaşkanı, Şii başbakan, Sünni meclis başkanı’ gibi çok trajik, demokrasiyi, halkın taleplerini arzularını anlamsızlaştıran kötü bir şablon dayatıldı. Ama bunu Irak ölçeğinde devam ettiremezsiniz. Irak büyük bir ülke, demokratik süreçlerin işlemesi gerekiyor. Hiçbir aktör diğer aktörlere galebe çalacak ölçüde ne siyasi derinliğe, ne ekonomik, ne sosyal, ne de mezhebinin desteğiyle ulaşamaz. Bunların hiçbiri diğeriyle baş edebilecek büyüklüğe güce sahip değil, dolayısıyla onların birbiriyle çatışması sadece felaket getirir.

MALİKİ SADDAMLAŞIYOR

Maliki ne yapıyor peki?

Maalesef uzlaştırıcı rol üstlenmek, bir Iraklı kimliği, daha iyi bir anayasa etrafında Irak’ı düzlüğe çıkarmak ve Amerika gibi bir faktörün çekilmesinden kaynaklanan boşluğu daha fazla kaosla değil düzenle doldurmak yerine en kestirme yolu seçiyor.

Saddamlaşma değil mi bu?

Tabi, kendisine döndü çünkü. Doğrudur yaslanabileceği bir hat var, destek alacağı yerler var. Ama bunu yaptığınız andan itibaren Erbil ile, Musul ile, Süleymaniye ile konuşamaz; Bağdat’ı yönetemez hale gelirsiniz.

Sadece Tahran ile konuşursunuz.

Sadece Bağdat ile konuşursunuz, Tahran’la da konuşamazsınız çünkü Tahran sizinle hiyerarşik bir ilişkiye girer.

Peki, İran nasıl bir Irak istiyor?

İran’ın resmi açıklamalarını dikkate almak zorundayız ama tabi işin politik boyutu var. İran’ın nasıl bir Irak istediği ortada ama bu İran açısından da Türkiye açısından da felaket olur, şu an yaşanan gerginlik de var. Bu bir çatışmaya dönüşürse bu işin kesinlikle kazananı olmaz. Ama Türkiye de bu işten kaybetmez.  

CUMHURİYETİN GAYESİ VE ARAPÇA KONUŞAN BAKAN

Hürmüz’de suların ısınmasıyla görünen, tehditvari açıklamaların ötesinde İran’ın üst üste yaptığı askeri tatbikatlarla gösterdiği gayret de, ABD ve Rusya’nın askeri telaşı da bize bir şey diyor. Öte yandan barışa yaklaşılıyor denilirken son altı ay içinde PKK terörünün anlamlı şekilde artması da bir şey diyor. Yeni Türkiye bu coğrafyanın kaderini değiştirebilecek bir kimlikle ve vizyonla tebarüz etmesine rağmen PKK’nın varlığı ve kullanılabilirliği nedeniyle coğrafya Türkiye’nin kader çizgisini bozabilme ihtimali de taşıyor ne yazık ki… 

Türkiye bölgeyi kesinlikle etkiliyor. Cumhuriyet tarihinde ilk defa olmak üzere devletimiz bölgeyle konuşmaya başladı. Bunu için araçlarını harekete geçirdi. Bütün kurumları, bürokrasisi, siyasi yapısı bölgeyle tanıştı, haşır neşir oldu. Arapça konuşmaya başladı. Ve Türk modernleşmesinin o çok radikal primitif müdahalelerin büyük kısmı silinip atıldı. Alfabesi dahi radikal şekilde değiştirilmiş bir ülke olarak Türkiye, 2011 senesinde Arap başkentlerinde Arapça konuşabilecek aktörler üretmemek üzere icat edilmişti. Ama hikâye Libya’da Şahadet Meydanında Arapça konuşan Dışişleri bakanı, Kahire’de Arapça konuşabilen bir Başbakan’la sürüyor.

Ki o Başbakan Kahire’de laiklik üzerine konuşma yapan dindar bir başbakan.

O da ayrı bir hikâye ama son tahlilde bütün bu radikal primitif Türk modernleşmesi bunu çıkarmamak üzere inşa edilmişti. Ama bu çıktı. Bu daha da derinleşecek. Tarihle yeniden bir yüzleşme olacak, sosyoloji hafızasını tazeleyecek ve bir berraklaşma yaşanacak ki yaşanıyor. Şu görülecek ki, bu coğrafyanın organik bir parçası Türkiye. Aynı zamanda bölge de Türkiye’nin bir parçası. Sınırları geçtiğiniz de dil farkı da olmasa ayrı bir yerde olduğunuzu hissedemeyeceğiniz kadar parçası. Dolayısıyla Türkiye değişiyor, değiştiriyor. Sorduğunuz nokta da evet PKK bir kilit noktasıdır. Türkiye üzerine bir baskı oluşturmaktadır bu. Burada da tercih Türkiye’nindir. Türkiye Kürt sorununu çözemeyecek kadar küçük bir ülke değil. Kürt sorununun önemli bir parçası haline gelmiş olan PKK da bu konuda son sözü söyleyecek kadar büyük bir aktör değil. Yaşadığımız olaylar ne kadar trajik olursa olsun Kürt meselesini çözmekten yana bir irade var, devlet eski devlet değil, önemli hamleler var, anayasa süreci de işliyor.

PKK ARTIK ANTROPOLOJİK BİR SORUN

PKK Ortadoğu siyasetleri ve Türkiye açısından nerede duruyor?  

PKK Kürt meselesiyle bağını kaybetmiş, siyasi aktör olma özelliğini de kaybeden antropolojik bir soruna dönüşmek üzere. Dağdan PKK’yı siyasal metotlarla indirmenin imkânsızlaştığı bir noktaya doğru gidiyoruz. Dağdan inemeyen, inmekten korkan, öğrenilmiş cehaleti olan silaha her seferinde bir müptela gibi sarılan, 2012 senesinde en iyi ihtimalle 1970’lerde kalmış anakronik bir siyasi dil ilevar olmaya çalışan, yaşları 60’ı geçmiş insanların yönettiği bir örgütten bahsediyoruz.

BARZANİ 36. PARALELDEN ÇIKMAYA ÇALIŞIYOR

Haşimi krizinde de görüldüğü üzere Kuzey Irak Kürt yönetimi stratejisini Bağdat’tan çok Türkiye’ye göre kurmuş, siyasi olarak Türkiye ile işbirliğini seçmiş görünmekte…

Öyle mi, bunu bilmiyoruz. Ben kamplar oluşturup siyasi aktörleri oralara yazmaktan ısrarla kaçınmaya çalışıyorum. Çünkü bunlar gerçekçi değil. Sahaya indiğinizde bunu çok açık görüyorsunuz. Bunların her birine bir özne değeri vermek lazım, bunlar o siyasi tecrübeye sahip aktörler zaten. Haşimi Erbil’e gitmişse, Erbil Irak’taki bir güvenlik adası olduğu için gitmiştir. Ayrıca anlam yüklemeyelim. Kuzey Irak Kürt yönetimi Türkiye’ye yakın olmak ister, işbirliğine de girer. Ama onların da 36. paralel dünyasında kalıp kalmayacağına dair bir karar vermesi gerekiyor.

36. paralel dünyası da nedir?

Yıllarca İran, Suriye, Rusya, Irak ve Türkiye arasında hareket eden Kürt hareketi ister istemez böyle bir pozisyona düştüler. Bu bir ayakta kalma rolü. Körfez Savaşı sonrasında 36. paralel ötesinde Amerika’nın oluşturduğu güvenlik şemsiyesi altında yaşadıkları bir dünya var. Evet, o dünyada Saddam’ın bombaları yoktu ama kendilerinin de kurduğu bir düzen yoktu. Gündelik hayatın nizama girmesini hariç tutuyorum, o zaten beklenen şeydi. 36. paralel dünyası, siyasal abra rolü oynayan bir dünya. Abrayı, terazide boş kefeye koyarsınız ki dengeyi sağlasın. Israrla bu rolü oynamaya çalışıyor Kuzey Irak. Bak çekilirsem terazi darmadağın olur diyerek. Bunu bir iki kere söylersiniz ama terazinin olmadığı ortamda ne yapacağınızı şaşırırsınız. Bugün Kürdistan Bölgesel Yönetimi biraz o pozisyonda. Dengesizliğe, çıkabilecek muhtemel kaosa, iyi kötü oluşturulmuş düzenin bozulmasına oynayarak, bunun üzerinden zımni bir tehdit siyasi rolü oynayarak yapıcı uzun vadeli bir güce dönüşemezsiniz. Coğrafyanızı da halkınıza mutluluk getirecek ve düzen kurucu bir aktöre dönüşmek istiyorsanız daha yapıcı bir rolünüzün olması lazım. Çünkü, bu boşluğa oynanan bir rol. Olmazsam şu olur, gidersem bu olur… Bunların hepsi doğru ama bunlar sizin gelecek vizyonunuz olduğuna işaret etmez, aksine gelecek vizyonu kuramayan aktörler sürekli böyle konuşur. O yüzden son dönemde Kuzey Irak bölgesel yönetimi 36. paralel dünyasından uzaklaşıp gerçekçi bir gelecek vizyonuna yaklaşmış durumda. Bu da hayra alamettir.

PKK ORTADOĞUYU DOĞRU OKUYAMIYOR

Kemal Burkay Meclis alt komisyonunda 2 bine yakın PKK’lının Esat’a destek için Suriye’ye geçtiğini söyledi, bölgedeki liderlerden duyduğunu aktararak. Siz bölgeyi yakın takiptesiniz…

Bunu bilmiyoruz, Kemal Burkay bunu bilebilecek kaynaklara sahip mi, sanmıyorum. Ama bildiğimiz şu. PKK’nın Suriye’de PYD diye bir örgütlenmesi var. PYD’nin Suriye’de yaşananlara verdiği tepki de şu: Suriye’de olanları Hizbullah ve İran çizgisinin bile dile getirmediği düzeyde açıkça destekliyorlar. ‘İhvan Baas’tan beter’ diyorlar. Bu geçenlerdeki bir bildirilerinin başlığıydı. Suriye’de mahvedilmiş bir sosyal yapı, katledilmiş bir toplum ve bir siyasal mezarlık var. Hama’da on binlerce insan öldürüldü, şu an öldürülenlerin sayısını bile bilmiyoruz. PKK’nın bir Suriye sorunu olduğunu biliyoruz. Esad’tan yana takındıkları tavır bile PKK’nın Ortadoğu’yu ne kadar okuyabildiğinin göstergesi.

GELENEKSEL İRAN’A SALDIRI HAFTASI

Suriye’ye müdahale hala masada. İran Dışişleri Bakanı Salihi ile Davutoğlu görüşmesinden çıktığı şekliyle İran nükleer müzakerelere başlayacak gibi ama bu zemin de kırılgan. Bölgeye askeri müdahale olması ihtimaline Türkiye direniyor, seçenekleri artırmaya çalışıyor lakin, olması durumunda nasıl bir tutum alacak, almalı?

İran meselesi biraz karmaşık. Ben buna geleneksel İran’a saldırı haftası diyorum. İran’a her yıl küresel olarak kutlanan bir haftalık bir saldırı haftası var. Rutine bindi. Son iki senedir Atlantic Monthly dergisinde bir yazı çıkıyor, bütün dünya medyasına yayılıyor, bir iki hafta tartışması sürüyor, sonra bitiyor. İran Batı’ya müthiş direnen rolüne bürünüyor, Batı da İran’la hesabımızı göreceğiz demiş oluyor, bir şey olmuyor ama bu böyle senelerdir sürüyor. En son Hürmüz hikayesiyle gördük. Konuyla ilgili söylediklerini bugüne kadar bir kez bile yapmamış olan taraflar sadece gerginliği tırmandırdılar.

AMERİKA DA MEMNUN, İRAN DA

Bu planlanan, istenen bir şey mi yani…

Planlı mı bilmiyorum ama bu tekrar eden bir şey. İki taraf için de maliyeti olmayan bilakis faydacı bir şey. Tabi bir de Rusya var ki o zaten bu türden Soğuk Savaş geriliminlerinden ziyadesiyle memnun olmak durumunda. Çünkü doğrudan enerji cirolarına yansıyor! Nükleer mesele de biraz buna benziyor. İran için bu uluslar arası sistemin gündemine oturmak, uluslar arası sistemle bir şekilde konuşmak imkânına dönüşmüş durumda. Öte yandan İran nükleeri silaha dönüştürebilir. Bunun reel politik ve jeopolitik analizleri yapılmalı, çok ciddi riskleri var. Buradan bir hayr gelmez. Ama Batı nükleer müzakereleri başlatırsa İran’ın pozitif tutum sergileyeceğini zannediyorum. Tahran Anlaşması bunu göstermiştir. İran, Batının şunları yap dediği her şey yerine getirmiş ama ABD yan çizmiştir. Batının sergilediği bir samimiyetsizlik var. Türkiye olumlu rol oynayacağını deklare ediyor, yapıyor da ama buradaki asıl sorunun Batının kararsızlığı, samimiyetsizliği.

Suriye’ye askeri müdahale konusunda ne denebilir?

Başbakan Erdoğan Esat’a içinde bulunduğu durumdan çıkması için bir ip uzatmıştı, Esat onu aldı boynuna geçirdi, sallanıp duruyor. Halk da sandalyeyi altından çekmeye çalışıyor. Rejim bir sistemden çok bir aileden oluştuğu, aile Suriye’deki Alevi azınlığa yaslandığı için büyük sosyal marazlar doğuyor. Libya’daki gibi sadece bir aileye yaslansaydı işler çoktan başka bir noktaya giderdi. Suriye’deki aile hem halkın arasına ateş düşürebilecek bir durumda olduğu hem de aile kan dökerek iktidarda kalmak istediği için başka sıkıntılar var. 

SURİYE NE ÇİN’İN NE RUSYA’NIN UMURUNDA
 
Türkiye, Suriye’ye de müdahale olmasın diye çabalıyor fakat ille de olacaksa insancıl kaygılarla ve BM kararıyla meşru yollarla olsun istiyor. Ancak BM ihtimali Rusya ve Çin’in BM’deki konumları nedeniyle mümkün olmaz, devreye NATO girer, o zaman da Türkiye ya Fransa ve İngiltere’nin Libya’daki rolü gibi bombacı ülke olmak zorunda kalır, bunu reddederse de yeni Suriye’de etki ve söz hakkını kaybeder gibi bir senaryo yazılıyor. Ne dersiniz?


Spekülasyon yapmam, sadece şunu söyleyeyim: Baas rejiminin yıkılmasından dolayı kimsenin üzerine kötü bir şey yapışmaz. Fakat dışarıdan yapılacak bir askeri müdahalenin her durumda ciddi bir maliyeti var. Türkiye bunu görüyor ve işlerin bu noktaya gelmemesi için uğraşıyor. Diğer aktörlere gelince: Rusya’nın Suriye ile ilişkisi askeri darbenin hemen ardından başlayan, soğuk savaş denkleminde devam eden bir ilişkisi var. Suriye silah alımlarının büyük kısmını Rusya’dan yapıyor. Ama bizim, Rusya’ya dair bir Libya tecrübemiz, İran tecrübemiz var. İş nükleer enerji mevzuunda kırılma noktasına geldiğinde Rusya’nın İran’ı nasıl açıkta bıraktığını biliyoruz. Seyfülislam’ın işler ciddiye bindiğinde Rusya’yı çok aradığını biliyoruz. Aynı Rusya’nın Suriye muhalefetiyle görüştüğünü de biliyoruz. Rusya açısından Suriye meselesi, bir Suriye meselesi değildir, hatta Rusya için Suriye meselesi bir Ortadoğu meselesi bile değildir. Batı ile olan ilişkilerinde kullandığı dinamiklerden sadece birisi ve enerji fiyatlarına katkı sağlayan bir kriz dinamiğidir.. O yüzden Rusya’nın Suriye üzerinden hesaplar kuracağını, dertleneceği düşünmek naiflik olur. Çin için ise böyle bir dinamik durumu bile yoktur. Bu koskoca bir abartıdan ibarettir.

TÜRKLERDE ARAP İMAJI ÇOK İYİDİR

Bugün Türkiye devlet olarak politikasını değiştirdi, komşularıyla tanışmaya kucaklaşmaya çalışıyor. Hâlbuki kuruluştan bu yana eğitim sisteminin, resmi ideolojinin topluma belletmeye çalıştığı şey, Arapların Osmanlıya ihanetinden başlayan bir dizi duygu algı önyargıydı. Arap Baharı yaşandığında da sevinçle karışık bir şaşkınlık bile yaşandı. Siz neyle karşılaşılıyorsunuz?

İşin aslı ne biliyor musunuz? Ne Araplarda ne Türkiye toplumunda bu türden bir algı yok. Bu dediğiniz toplumun en cahil kesimi olan medyada var. İsim vermeyeceğim ama Türkiye’deki okumuş yazmış herhangi bir vatandaş bile, en azından ‘İhvan-ı Müslimin’ ile ‘ehveni şer’i birbirine karıştırmaz. Türkiye’nin önemli haber kanallarından birinde Mısır konuşulurken moderatör ehveni şer dedi. Düzeyi bu medyanın. Yıllarca Amerika’dan İngiltere’den tercümelerle idare ettiler. Türkiye’de şu an neredeyse bütün Arap kanallarının birer temsilcisi var ama haber ajanslarını dışında hiçbir medya grubunun ne Irak’ta ne Arap Baharı’nın olduğu ülkelerde devamlı muhabiri yok. Toplamda medya kendi ilgisizliğini halka mal etmeye çalışıyor oysa halkta böyle bir algı yok. 2007’te bu konuda bir araştırma yapmıştık, daha ne Arap Baharı olmuştu, ne de Davos.

Neyi bulguladınız o araştırmada?

Ne resmi tarih anlayışının pompaladığı ne de medyatik cehaletin köpürttüğü Araplara karşı negatif algı yok, halkta. Halkın bir kısmı hac ve umre vesilesiyle Arap dünyasına dair olumlu algı geliştirmiş. Dini vesilesiyle geliştirmiş. Yahut sırf resmi görüşün pompaladığının yanlış olacağını düşünüp aksini geliştirmiş. Halka kendinizi en yakın hissettiğiniz kimler diye sorulduğunda ikinci sırada Araplar demişler. Azerbaycan’ı da ilk sıraya koymuşlar ama dil birliği dolayısıyla onun çok da orijinalliği yok.

EKMEK, HÜRRİYET VE ONUR İÇİN

Yıllardır Ortadoğu’yu yakından takip ediyorsunuz. Bütün bu siyasi analizler, akıllar fikirler dışında soruyorum. Bölgede olup bitenler size ne hissettiriyor?


Arap isyanlarında ortaya çıkan iki slogandan birinde “ekmek hürriyet ve onur” dendi. Diğerin de “düzen yıkılacak”. Ben bu sloganları bölgesel olarak okudum. Bunlar çok geniş kitleler tarafından dile getirilen çok güçlü talepler ve engellenmesi mümkün değil, o yüzden çok umutluyum.  

(Star)

YORUMLAR İLK YORUM YAPAN SEN OL
DİĞER HABERLER
Son Dakika: Cumhurbaşkanı Erdoğan, Putin ile görüştü
Türkiye'nin en zengin aileleri ve şehirleri belli oldu: İlk sırada İstanbul yok