İngiliz BBC yazarının gözünden Türkiye'nin turizm cenneti Bozcaada
İngiliz BBC Seyahat yazarı Amelia Thomas, geçtiğimiz yıllarda Türkiye'nin turizm cenneti Bozcaada'yı gezdi ve gözlemlerini paylaştı. İşte bir İngiliz'in gözünden Bozcaada.
Ünlü Yunan tarihçi Heredot'un Bozcaada'ya dair şu sözleri söylediğine inanılır: "Tanrı, Bozcaada'yı insanlar uzun ömürlü olsun diye yaratmış" Ege Denizi’nin kuzeyinde, Çanakkale açıklarındaki Bozcaada, Türkiye'de bile fazla bilinmeyen küçük bir adadır.
Boğaz Köprüsü'ndeki trafik yüzünden İstanbul'dan İngiltere'ye dönüş uçağını kaçırıp ancak bir hafta sonraki uçuşa yer ayarlayabilince, otel görevlisinin tavsiyesi üzerine zamanımızı Bozcaada'da geçirelim dedik. İyi ki öyle yapmışız, yoksa bu güzel adadan haberimiz bile olmayacaktı.
Türkiye'ye turist olarak gidenler genellikle İstanbul'da Kapalı Çarşı'ya, Akdeniz sahillerine, Kapadokya'daki mağara otellere ve Efes'teki antik kalıntılara gider. 40 km kare yüzölçümü, birkaç bin nüfusu ile Bozcaada, eski adıyla Tenedos ise İstanbul’dan kolaylıkla gidilebilecek, muhteşem bir ada olmasına rağmen, Türkiye’de yaşayan birçok kişi açısından bile bilinen bir yer değildir.
Ege Denizi’nin kuzeyinde yer alan bu ada, sessiz, kuytu sahilleri, Arnavut kaldırımları, beyaza boyanmış evleri ve köşe başlarında tavla oynayan insanları ile modern hayattan bir süreliğine uzaklaşmak isteyenler için bulunmaz bir fırsattır. Lavanta çiçekleriyle dolu tarlalarda dolaşan eşekler, teknesiyle denize açılan balıkçılar, güneş vurmuş kapı eşiklerinde kahvesini yudumlayarak sohbet eden yaşlı kadınlar burada lüks derecesinde yavaş olan hayatın göstergesidir adeta.
Geyikli Yükyeri iskelesinden kalkan feribotumuz adaya ulaştığında bizi bekleyen güzelliklerden habersizdik. Günbatımına yakın bir saatte adaya yaklaşırken sarmaşıklarla kaplı binalara, pencere önlerindeki rengarenk çiçeklere, pastel renkli balıkçı teknelerine ve adanın ortasındaki kaleye hayranlıkla bakıyorduk.
Hepsi birbirinden güzel dar sokaklardan geçip kalacağımız pansiyona yerleşirken burada bir-iki gece kaldıktan sonra İstanbul’a dönüp uçuşa kadar orada beklemeyi planlamıştık. Ama daha bavullarımızı bile indirmeden küçük adanın büyüsüne kapıldığımızı hissettik. Kaldığımız süre boyunca adanın güney sahillerini, Habbele, Ayazma ve Ayana plajlarını keşfedip Ege’nin dalgalarına bıraktık kendimizi.
Bizanslılardan kalma kalenin kalıntılarını gezdik. Sık sık yemek yedik. Ama hepsinden önemlisi hayatımızın temposunun yavaşlamasına izin verdik. Saatlerimize ve epostalarımıza bakmadan, hayatın yüzyıllar boyunca değişmeden aktığı ada hayatına uyum sağladık.
Üçüncü günün sabahı, bütün haftayı burada geçirmeye karar vermiştik bile. Arka sokaklardaki evlerden birini kiraladık. Cilalı antika mobilyaları, sararmış fotoğrafları, eski bir televizyonu vardı. Mahalle bakkalına gidip domates, koyun peyniri, zeytin, biberiyeli taze ekmek ve bir şişe şarap aldım.
Yüzyıllar boyunca üzerine oturulmaktan cilalanmış gibi duran kapı önündeki taş basamaklara oturup sokaktan gelip geçenleri seyrederek yemeğimizi yedik, şarabımızı yudumladık. Akşam vakti ise köpüklü Türk kahvelerimizi içmek üzere bir kahveye girdiğimizde aynı tanıdık gülümseme ile karşılandık. Altıncı günü doldurduğumuzda sanki ömrümüz boyunca burada yaşamış gibiydik, ya da en azından mümkün olsa da bunu ayarlayabilsek dileğini taşıyorduk.
Boğaz Köprüsü’ndeki o trafik sayesinde keşfettiğimiz bu gizli cennet parçasını çok sevmiştik.