Sultan Abdülhamid ve bir oryantalizm hikâyesi
Ben Hur romanının yazarı, asker, devlet adamı, ressam ve müzisyen Lew Wallace’ın 2. Abdülhamid'le dostluğu ortaya çıktı.
Amerika’nın Indiana eyaletine bağlı Crawfordsville şehrinde katıldığım bir konferanstan beklenmedik bir tarihi hatıra ve keşif ile döneceğim hiç aklıma gelmezdi. Konferans yaklaşık bir hafta sürdüğü için bize bu küçük şehri tanıtma ihtiyacı duyan ev sahiplerimiz, şehir dışından gelenler için cazip olabileceğini düşündükleri yerleri sayarlarken, meşhur Ben Hur romanının yazarı, asker, devlet adamı, ressam ve müzisyen Lew Wallace’ın (1827-1905) bugün müzeye çevrilmiş olan çalışma odasının ve kütüphanesinin yarım mil mesafede olduğunu söylediler. Bir klasik haline gelen ve pek çok defa tiyatroda oynanıp filmleri yapılan, Ben Hur romanının yazarının çalışma yerini ziyaret etmenin ve Amerikan edebi ve popüler kültürünü biraz daha yakından tanımanın fena bir fikir olmayacağını düşündüm. Fakat konferans yetkililerinden Lew Wallace’ın 1881-1885 yılları arasında Amerika’nın Türkiye elçiliğini yaptığını duyduğumda “eh, artık gitmek farz oldu” dedim.
Diplomatik kariyerinin yaklaşık beş yılını İstanbul’da Abdülhamid döneminde geçirmiş bir devlet ve kültür adamının müzesinde Türkiye’ye ait bir şeylerin bulunacağı düşüncesiyle ilk fırsatta müzeye gittim. Wallace’ın bizzat yaptırdığı ve asli mimarisi korunmuş olan ve kaldığımız yere yürüme mesafesindeki müzeye girdiğimde, ümitlerim boşa çıkmadı. Küçük fakat içi tıka-basa tarihi eserlerle dolu bir salon. Wallace’ın askeri, siyasi ve edebi hayatına ilişkin onlarca eser, tablo, madalya, vesika, diploma, kitap, müzik aleti, müellif nüshaları, şahsi ve resmi mektuplar ve en nihayetinde Wallace’ın yayınlanmış kitaplarının eski ve yeni baskıları, salonun değişik köşelerinde ve duvarlarında sergilenmiş. Salonun tavanını kaplayan kemer, Türk motifleriyle bezenmiş. Ana kapının sağ tarafındaki duvarda, Abdülhamid’in şehzadelerinden birine ait büyük bir yağlı boya tablo asılı. Sol taraftaki camlı dolabın içinde, Wallace’ın Türkiye’den getirdiği bir çift terlik, kahve fincanı, porselen demlik ve birkaç tane gravür var. Bunların ortasında, Abdülhamid’in henüz 40 yaşına varmadan çizilmiş orta büyüklükte kara kalem bir resmi var. Wallace’ın hatıralarında –ki buna aşağıda değineceğim—anlattığına göre bu resimleri Sultan Abdülhamid Wallace’a birer hatıra olarak vermiş. Bunların yanındaki bir camekânın içinde, yine Abdülhamid’in Wallace’a bir onur nişanesi olarak verdiği 1268/1852 tarihli bir Mecidiye var. Ortası altın ve enfes bir isçiliği olan Mecidiye, Ben Hur müzesindeki en göz kamaştırıcı eserlerden biri.
Katıldığım konferansın konusuyla hiçbir alakası olmamasına rağmen bu hoş keşif üzerine Wallace’ın otobiyografisine bakmaya ve Abdülhamid’le olan ilişkisini biraz araştırmaya karar verdim. Müzedeki görevlinin anlattığı bir hadise de bu meyanda merakımı celbetmişti. Wallace’ın otobiyografisinde bulunan ve o yıllarda İstanbul’daki Robert College’da tarih hocalığı yapan E. B. Grosvenor’un naklettiği bu hadiseye göre Wallace, adet olduğu üzere, yeni Amerikan elçisi olarak sultanın huzuruna davet edilir. Ziyaret 3 ya da 4 Eylül 1881 tarihinde gerçekleşir. Wallace, hadiseyi anlatan Grosvenor’u ve o günlerde İstanbul’u ziyaret etmekte olan Amerikan Kongresi üyesi S. S. Cox’u da yanına alarak Dolmabahçe Sarayına gider. Fakat asıl huzura çıkış burada değil, Yıldız Köşkü’nde olacaktır. Wallace başkanlığındaki Amerikan heyeti Dolmabahçe’de biraz dinlendikten sonra, bir grup Osmanlı askeri refakatinde Yıldız’a geçer ve burada beklemeye başlar. Grosvenor’un naklettiğine göre aradan on, onbeş dakika geçer fakat Sultan’a takdim edilecek hediyeler gelmez. Bu yüzden heyetin Padişahı görmesi de gecikir.
Fakat yabancı ziyaretçileri bekletmenin Osmanlı Sarayında eski bir gelenek olduğunu ve asıl gayenin, gelen heyetlere Osmanlının güç ve azametini göstermek olduğunu söyleyen Grosvenor, Wallace’ın bu gelenekten haberdar olduğunu fakat son yıllarda bundan büyük ölçüde vazgeçildiğini bildiğini ekler. Bu durumdan cesaret alan Wallace, Padişahın hizmetlilerinden İbrahim Bey’e “Lütfen yüce Sultan’a daha fazla beklemek istemediğimi söyleyiniz” der. Birkaç dakika sonra Wallace ve beraberindeki heyet, bir başka odaya alınır. Burada Plevne kahramanı Osman Paşa, hariciye nazırı Asım Paşa, Osman Bey ve Münir Paşa hazır beklemektedir. Biraz sonra Wallace ve yanındakiler Sultanın huzuruna alınır. Mütercimler aracılığıyla takdimler yapılır. Abdülhamid, Wallace’ı yeni görevinden dolayı tebrik ettikten sonra ona Amerika hakkında çeşitli sorular sorar. Bu “olağan” ziyaretten sonra Wallace, Abdülhamid’e “Amerikan halkının temsilcisi olarak Yüce Sultan’ın elini sıkmak istiyorum” der. Fakat mütercimler, bu talebin İstanbul’un diplomatik geleneklerine aykırı olduğunu bildiği için, dahası bunun Sultan’a karşı bir hakaret olabileceği korkusuyla, Wallace’in bu talebini tercüme etmek istemezler. Asım Paşa da olaya vakıf olur ve bunun uygun bir şey olmadığını söyler. Bu sırada Abdülhamid “Neler oluyor? Ne konuşuyorsunuz?” der. Bunun üzerine durum kendisine izah edilir. Abdülhamid, hiçbir öfke ve şaşkınlık alameti göstermeden bir iki adım atar ve Wallace ile el sıkışır. Wallace’ın hayat hikâyesini yazan bir yazara göre böylece altı asırlık saltanat tarihinde ilk defa bir sultan, bir “gavur” ile el sıkışmış olur!
Bu hadiseden sonra Abdülhamid, Wallace ile diplomatik normların ötesinde bir dostluk geliştirir. Wallace, Abdülhamid’in bu teveccühü sayesinde, Sultan’ı pek çok kere ziyaret eder; ziyaretlerinde bol bol “Türk tütünü ve kahvesi” içerler. Bir keresinde Abdülhamid Wallace için “Amerikalı doğru adamdır” ifadesini kullanır. Grosvenor, Sultanın ağzından çıkan bu cümleyi mektubunda aynen Türkçe haliyle zikreder ve bu ifadenin derinlik ve ciddiyetini İngilizcede ifade etmenin zorluğundan şikâyet eder. Abdülhamid’in bu iltifatının arkasında Wallace’a duyduğu kişisel yakınlığın yanı sıra, o dönemde Amerika’yla ilişkilerini iyi tutma arzusunun olduğuna şüphe yok. Mısır ve Balkanlar meselesinden dolayı İngiltere ve Fransa’ya karşı büyük bir diplomatik savaş yürüten Osmanlı yönetimi, Amerika’nın tarafsız tutumundan hayli memnundur.
Fakat Wallace’ın hatıralarına ve mektuplarına inanacak olursak -ki inanmamak için elimizde herhangi bir delil yok- Abdülhamid ile aralarındaki dostluk ve güven ilişkisinin çok kısa sürede geliştiğini söylemek mümkün. Abdülhamid bu dönemde Amerikan iç politikasını da yakından takip etmektedir. Wallace’la görüşmelerinde Amerika hakkında ondan sürekli bilgi alır. Buna mukabil Wallace, 1885’deki başkanlık seçimlerinin Türkiye ve Avrupa’da neredeyse haber konusu bile yapılmamasından duyduğu üzüntüyü dile getirir ve “Simdi yeni bir başkanımız var. Bu şehrin gazeteleri hadiseyi not ettiler ve bu devrime, tıpkı İngiliz kuzenlerimiz gibi, sadece yedi satır yer verdiler. Etkimizin ne kadar önemli olduğuna bakın!” der.
O dönemde, karşı partinin adayı yeni başkan olarak seçildiğinde, eski diplomatların görevlerinden alınması, Amerikan dışişlerinde yaygın olan bir uygulamaydı. Kendisi Cumhuriyetçi olan Wallace, 1885 yılında Demokrat Parti adayı Grover Cleveland başkan seçilince, geleneğe uyarak, İstanbul’daki elçilik görevinden istifa eder. Abdülhamid, Wallace’a “Ülkenizdeki seçimler umduğumuz gibi sonuçlanmadı” der ve onun İstanbul’da elçi olarak kalmaya devam etmesini istediğini söyler. Hatta bir görüşmesinde bu uygulamanın yanlış olduğunu söyler. Wallace Sultan’a “Efendim; ben de kesinlikle sizinle aynı düşüncedeyim” der. Fakat bu geleneği aşamayacağını belirten Wallace, istifa mektubunu gönderir ve birkaç ay sonra memleketi Indiana’ya geri döner.
Wallace ile Sultan Abdülhamid arasındaki bu yakın ilişkinin, Wallace’ın hatıralarına yansıyan kısmı ilginç anekdotlarla dolu. Wallace, İstanbul’da göreve başladıktan birkaç ay sonra Abdülhamid’e, Ben Hur romanının imzalı bir nüshasını takdim eder (Bu nüsha bugün acaba nerededir?). Sultan, kitabı memnuniyetle kabul eder ve Türkçeye tercüme edilmesini, zira kitabı okumak istediğini söyler. Kitabın o zaman Türkçeye tercüme edilip edilmediğini bilmiyoruz. Fakat Ben Hur’un alt başlığının “Hz. İsa’nın Hikâyesi” olduğunu hatırlayacak olursak, böylesine dini içerikli bir kitabı Wallace’ın Osmanlı Sultanına takdim etmekte bir beis görmediğini söylemek mümkün.
Wallace’ın hatıralarında zikredilen en ilginç hadiselerden biri, Abdülhamid’in Wallace’ı yanına bir görevli olarak almak istemesi. Wallace’ın, Demokrat parti adayının başkan olmasından sonra istifa mektubunu göndermesi üzerine Abdülhamid ona “Ülkenize olan hizmetinizi tamamladıktan sonra neden gelip benim hizmetime girmiyorsunuz?” der ve “Sizi Paris veya Londra’ya elçi olarak atarım” diye ilave eder. Wallace’a göre Sultan, bu teklifinde samimi ve ciddidir. Wallace bu teklifin kendisini sonsuz derecede şereflendirdiğini fakat bu görevi kabul etmesinin mümkün olmadığını kibar bir dille söyler. Bunun üzerine Abdülhamid “O zaman (Amerikan) Başkan(ı) Cleveland’a bir mektup yazıp sizin burada devletinizin temsilcisi olarak kalmanıza izin vermesini talep edeceğim” der. Mamafih Wallace böyle bir şeyi, yürekten bağlı olduğu Cumhuriyetçi Partiye hiçbir zaman izah edemeyeceğini beyan eder ve Sultan’dan özür diler.
Wallace, Abdülhamid’in bu olağandışı iltifatına kayıtsız kalmaz. Sultan’a, kendi ülkesi Amerika’da hizmet edebileceğini söyler. Wallace’ın Amerika’ya döndüğü 1885 tarihinden sonra onunla Abdülhamid arasındaki ilişkinin resmi ya da gayr-i resmi olarak devam edip etmediğini bilmiyoruz. Lakin yine Wallace’ın hatıratında aktardığına göre, Abdülhamid Amerikan elçisine Amerika’ya döndükten sonra her ay kendisine bir mektup göndermesini ve oradaki gelişmeler hakkında haber vermesini söyler. Bu arada Wallace, Amerika dönüşünde İngiltere’ye uğrar ve burada “kuvvet, sadakat, iyi huy ve cesaret sahibi” bir köpek alıp Abdülhamid’e hediye olarak gönderir.
Lew Wallace, Amerika’ya döndükten sonra askeri-siyasi kariyeriyle edebi kimliğini bir arada götürmeye çalışır. Fakat bir müddet sonra kendini siyasi hayattan büyük ölçüde çeker ve tekrar kitapların dünyasına dalar. Nihai gayesi, kendisine kültür dünyasında önemli bir yer kazandıran Ben Hur misali büyük bir roman yazmaktır. Kendi özel çalışmalarıyla doğrudan bir ilgisi olmamakla beraber, Wallace Kongre Kütüphanesi’nin genel okuyucunun kullanımına açılması için Amerikan Kongresi’ne bir teklifte bulunur.
Wallace yeni büyük bir eser yazma idealini, 1893 yılında yayınladığı Hindistan’ın Prensi ya da Konstantiniyye Neden Düştü (The Prince of India or Why Constantinople Fell) adlı tarihi romanıyla gerçekleştirir. Fakat bu roman, aynı zamanda Wallace’ın Sultan Abdülhamid’e olan minnet borcunu ödeme arzusunun bir tezahürüdür. Roman, kendine has kurgusal ve hayali yapısı içerisinde aslında Osmanlı hanedanını anlatmaktadır. Wallace kitabında Amerikan okuyucusuna hem edebi bir metin sunar hem de onları Osmanlı ve Osmanlılar konusunda eğitmeye çalışır. Kitabın konu edindiği olayların geçtiği 15. yüzyılda Batı’da şövalyelik/fütüvvet ruhunun ölmek üzere olduğunu, oysa aynı dönemde bu geleneğin Doğu’da zirveye ulaştığını hatırlatır. Hindistan’ın Prensi, bu geleneğe önemli atıflar içerir. Wallace, Türkiye’deki resmi görevini yürütürken bu kitabı için tarihi ve kültürel malzeme topladığını ve Abdülhamid’in özel izniyle İstanbul’daki bazı arşivleri kullandığını ifade ediyor. (New York Times gazetesinin 24 Aralık 1893 tarihli haberine göre, Stephen Ludlow adlı bir Protestan papazı, Wallace’ınHindistan’ın Prensi adlı kitabını, Aya Sofya arşivlerinde bulunan İbranice bir kitaptan intihal ederek yazdığı suçlamasında bulunur. Wallace iddiayı şiddetle reddeder; delil olarak İstanbul’daki kütüphane müdüründen bir de mektup alır. Protestan papaz daha sonra başka bir dolandırıcılık hadisesine karıştığı için kendi kilisesi tarafından mahkemeye verilir).
Hatıratında aktardığına göre Wallace, 1890 yılında Abdülhamid’den ona hizmet etmesi için ikinci bir davet alır. Fakat bu dönemde Wallace artık siyasi hayattan bütünüyle çekilmiş ve kendini yazmaya adamıştır. Bu yüzden Wallace, Amerika’nın Brezilya elçisi olma görevini de reddeder. Onun için yıllardır özlemini çektiği yazı ve kültür hayatına dönmek, her tür siyasi payeden daha önemlidir. 19 Temmuz 1893’te New York’ta yaptığı bir konuşmada Wallace “Gerçek Amerikan ruhu şu dört şeyde ortaya çıkar: sanat, edebiyat, icat, müzik. Bu yüzden her Amerikalı bir resim yapmaya, kitap yazmaya, yeni bir icat yapmaya veya bir müzik eseri bestelemeye çalışmalıdır” der.
Wallace, Abdülhamid’e yazdığı 14 Ocak 1890 tarihli mektubunda, Hindistan’ın Prensi kitabının müjdesini verir ve Sultan’ın uygun görmesi halinde kitabı ona ithaf etmek istediğini söyler. Wallace’a göre “bu kitabın hulasası, Hristiyanların Baba dediği, el-Fatiha suresinde Rahman ve Rahim isimleriyle öylesine güzel bir şekilde tasvir edilen Tanrı’nın, herkesin anlayabileceği bir fikir, yeryüzündeki bütün insanların ibadet ederek etrafında birleşebileceği bir inanç” olduğunu göstermektir. Fakat daha sonra Amerika’daki siyasi gelişmeleri göz önüne alarak ve belki de Sultan’a bir roman ithaf etmenin uygunsuz bir davranış olacağını düşünerek, Hindistan’ın Prensi’ni Abdülhamid’e ithaf etmekten vazgeçer. Mamafih Wallace’ın mektubunda değindiği, bütün insanların tek Tanrı inancı etrafında toplanabileceği fikri, onun üzerinde özellikle hayatının sonlarına doğru derin bir etki bırakmış olmalı. Zira Wallace’ın otobiyografisinin ikinci cildini, kocasının vefatından bir yıl sonra tamamlayarak yayınlayan Bayan Wallace, eşinin 1905 yılında hayata gözlerini kapadığını söyler ve bin küsür sayfalık eseri “O, yeni dünyayı, evrensel dini, Bir olan Allah’ı buldu” cümlesiyle hitama erdirir.
Wallace’ın Abdülhamid’e olan minnet borcunu ödemesinin ikinci safhasını, Amerika’da yaptığı çeşitli konuşmalarda görüyoruz. Amerikan misyonerlerinin Türkiye’deki faaliyetlerinin ve hassaten Ermeni meselesinin Amerikan kamuoyunun gündeminde olduğu 1890’lı yıllarda Wallace çeşitli konuşma ve beyanatlarında soykırım iddialarının asılsız olduğunu söyler ve Osmanlı Sultanı’nın “asil, kibar, nazik, düşünceli ve saygıdeğer bir yönetici” olduğunda ısrar eder. New York Times gazetesinin 2 Haziran 1895 tarihli nüshasında çıkan bir haberde, Wallace’ın “Osmanlı müdafaası” ile Türkiye’deki misyonerlerin ve Ermenilerin baskı ve soykırım iddiaları karşılaştırılır. New York Times muhabiri “Şimdi kime inanmak lazım?” diye sorar ve asıl doğru raporun, Türkiye’deki dindaşlarından geldiğini söyler. Wallace’ın İstanbul’dayken Türkiye’deki Amerikan-Protestan misyonerleriyle belli bir ilişkisinin olduğunu biliyoruz. Fakat Wallace’ın özellikle Ermeni iddiaları karsısındaki tutumu, misyonerlerin bu faaliyetlerinden kendisinin de nispeten rahatsız olduğunu gösteriyor.
Wallace’ın Ermeni iddialarına karşı Osmanlı yönetimini savunması bu hadiseyle sınırlı değil. 1890’larin sonlarına doğru Abdülhamid’e olan yakınlığı artık alenen bilinen Wallace, yaptığı her konuşmada Ermeni dinleyiciler tarafından şiddetle tenkit edilir. Boston Ermenileri, 20 Nisan 1900 günü ortak bir bildiriyle Wallace’ı kınar. Wallace’ın Chicago’da yaptığı bir konuşma sırasında gerginlik iyice artar ve konuşma yarım kalır. Fakat Wallace geri adım atmaz. 21 Eylül 1900 tarihinde Washington’da yaptığı bir konuşmada Abdülhamid’i savunmaya devam eder. “Zannediyorum ki Türkiye’nin Sultanı’nı bütün Amerikalılardan daha iyi tanıyorum” diye söze başlayan Wallace konuşmasına şöyle devam eder: “(Sultan) doğru bir insandır ve onun bir vaadini bir defa bile olsun yerine getirmediğini görmedim … Türkiye’deki Hristiyanlar, Sultan’ın koruması altındadır ve O’nun koruması olmadan orada kalamazlar. Türkiye’de yaklaşık 3 milyon Yunan ve 4 milyon Ermeni Hristiyan bulunmaktadır ve Sultan onların hepsini kendi tabası addeder. Onlar olmasa Türk devleti yıkılır, zira bu (Hristiyanlar) ticaret ehlidir. Türk, bir savaşçıdır. Fakat yakılan tek bir Hristiyan kilisesi ve yıkılan bir misyoner evi yoktur ki Sultan onu yeniden inşa etmesin. Bunun böyle olduğunu biliyorum. Abdülhamid bilgili bir insan ve saygın bir diplomattır. Böyle olmasa, Osmanlı İmparatorluğu şimdiye çoktan paramparça olmuştu; çünkü Avrupa’daki herkes ona karşıdır. O, (bu Avrupa güçlerinin) birlik halinde hareket etmesine mani oluyor ve böylece tahtını muhafaza ediyor. O, Paris’te eğitim görmüştür ve Müslüman olmasına rağmen Hristiyan düşünce ve duygulara sahiptir.”
Wallace’ın bu “Osmanlı müdafaası”, sadece Abdülhamid’le sınırlı değil. Wallace, 10 Şubat 1887’de Brooklyn Müzik Akademisi’nde yaptığı bir konuşmada Türkiye’den ve Türklerden büyük övgüyle bahseder. “Türkiye’de sarhoş bir Türk’e hiçbir zaman rastlamadım” der ve ekler: “Türkler son derece kibar ve dindar insanlardır”. Wallace konuşmasında haremle ilgili hikâyelerin birer hayal ürünü olduğunu, çok kadınla evliliğin yaygın olmadığını, kimsenin bakabileceğinden daha fazla kadınla evlenmesine izin verilmediğini, kadınların evlerinde mahpus olduklarına dair düşüncenin yanlış olduğunu anlatır. Wallace’ın ölümüne kadar bu düşüncelerinden geri adım attığına dair bir ize rastlamıyoruz.
Lew Wallace, İslam-Batı ve Osmanlı-Amerika ilişkilerinde küçük bir yere sahip. Fakat bu küçük ayrıntılar, figürler, olaylar, tarihi doğru anlamamız için vazgeçilmez bir değere sahip. İslam ve Batı kelimelerinin gittikçe katılaştığı ve kategorik hale geldiği günümüzde, bu iki dünyanın tarihi serüvenini şekillendiren ayrıntılara daha fazla dikkat etmemiz gerekiyor. Edward Said’in zihinlerimize kazıdığı Oryantalizm haritasının büyük işaretlerinin ve hudutlarının yanısıra, oradaki küçük akıntıları, ufak-tefek yerleşim birimlerini, belki de haritada olmayan nahiyeleri ve köyleri de bilmemiz gerekiyor. Aksi halde Oryantalizm tuzağına tersinden düşmemiz işten bile değil. Elhak son tahlilde Abdülhamid bir Osmanlıdır, Wallace da bir Amerikalı. Bu gerçek, her iki şahsın da ‘öteki’ne nasıl baktığını doğrudan etkiler ve şekillendirir. Fakat bu, 19. yüzyılda ya da bugün, ‘öteki’ ile konuşmamızın önüne bir engel olarak çıkmamalı. ‘Ben’ ile ‘öteki’nin birbirini biteviye dönüştürdüğü günümüzde ben bu hikâyeden kendi adıma zevk aldım. Indiana’nın Crawfordsville şehrindeki 1 haftalık konferansa katlanmak başka türlü mümkün olmazdı zaten!
İbrahim Kalın - Derin Tarih