'Tanrı insan'; Baraka'dan Samsara'ya...
- GİRİŞ01.09.2013 08:59
- GÜNCELLEME03.09.2013 16:17
Eşyanın her halini anlamak için eşyayı durdurup, durup sadece izlemek yeterli...
Dünyanın her halini anlamak için dünyanın dönüşüne uyum sağlamak kâfi...
Doğanın halini anlamak içinse elbette doğaya dahil olmak gerekli...
İnsanın her halini anlamak için de eşyaya uyum sağlayıp, dünya ile dönüp, doğayı izleyip, alemi hissetmek zaruri...
"Basit zordur" demişti ya zamanın birinde mahlukatın biri, insan da kolay olan hayatı zorlaştırmak için kendini basitten uzaklaştıran bir hayvandır bence...
Böylesi bir mevzuu sinemada anlatsam nasıl bir yöntem denerim diye düşünsem, aklıma 'Baraka' ve 'Samsara' tarzı bir şey gelmezdi galiba.
Yönetmen Ron Fricke'ın 1992'de filme aldığı Baraka, sözün gücünden çok sözsüzlüğün kuvvetine, senaryonun zayıflığından uzak, kurgunun gücüne ulaşmıştı.
Metinsiz, sözsüz, senaryosuz belgesel çekerek nasıl bir maksadı, ne kadar ifade edebilirsiniz?
Sorunun en güzel cevabı olan Baraka'ya kardeş geldi; Samsara...
Sanskritçe bir kelime olan samsara, "doğanın sonsuz döngüsü" manasına geliyor.
Fricke'ın iki filminde de esasında bunu görüyoruz. Lakin Samsara, bazı bakımlardan Baraka'dan farklı.
Doğum, ölüm, yaşam ve reenkarnasyonu 'şeklen' konu edinen Samsara, aslında temelde materyalist bakış barındırıyor. Baraka'da da öyle olmasına rağmen, Fricke'ın yeni filminde bunu daha baskın şekilde görüyoruz.
Dünyanın farklı coğrafyalarında, farklı şartlarda, bambaşka insanların arasına/ailesine doğan hemen her bebek, hayatı boyunca, birbirini besleyen ve birbirini öldüren, yani birbirini yaşatan acımasız bir çarkı ayakta tutuyor.
Tibet'in sakin, soğuk ve yüksek atmosferinde nefis terbiyesi yapsa da; dünyanın en kalabalık coğrafyasının içinde günde 1 dolara çalışmak zorunda olan 'komünist bir fert' olsa da; petrolden kazandığı parayla yeryüzüne yeniden şekil verme cüretini kendinde bulan küstah Arap şeyhi olsa da; insan hakları ve özgürlük söylemi ile ayakta tuttuğu ekonomik sistemin, insanı köleleştiren ve mahpus, mahzun, mazlum hale getiren çarkın ortasına kredi kartı borcu ile doğsa da, her insan ama istisnasız her insan aynı döngünün içinde yaşamaya, ölmeye, öldürmeye, ölmemeye çalışmaya, yaşamak için çabalamaya ve yaşayamamaya mecbur...
Teknolojinin, insan hayatını kolaylaştırdığı ya da hayatı daha yaşanılabilir kıldığı falan yok. Teknoloji sadece daha az acılı öldürmemize ve ölmemize yardımcı olur. Tabi buradaki acısızlık durumu fiziksel... Ruhsal olarak ise her kolaylık daha büyük bir girdaba atılan uzunca kulaçlar demek...
İşte bu sebeptendir ki, hala dudağını üç parça ederek geleneği doğrultusunda halka halka eden ya da kulağına taktığı yuvarlak madde sayesinde omzu ile kulak memesi birleşen Afrikalı bir yerlinin elinde tüfek bulunabiliyor. Hayatı kolaylaştıracak olan şeylere itiraz edilebilir. Lakin öldürmeyi kolaylaştıracak olana direnemezsiniz. Çünkü o şartlarda öldürmek, hayatta kalabilmenin yegane unsuru.
Materyalist derken ne kastettiğimi anlatabildim zannımca...
Filmle alakalı bu şerhi düştükten sonra devam edelim...
Malumunuz üzere modern sistem, daha müreffeh ve yaşanabilir bir hayat vaat eder. Ekonomik düzen buna göre rekabetçidir. Sistem içerisindeki katmanlar arası geçiş gayet kolaydır. Bir barakada yaşarken, çok kısa süre içerisinde gökdelene taşınabilirsiniz. Bunu yaparken sadece ve sadece minareye kılıf hazırlamanız yeterli. Kitabına uydurduktan sonra ne kadar ve nasıl kazandığınızın ehemmiyeti yok. Zaten 'legal sınırlar', illegalitenin sınırını çizip, sınır aşımını kolaylaştırmaktan başka işe yaramaz.
Fildişi kulenize çıktıktan sonra dönüp arkanıza bakmanıza da gerek yoktur. Çünkü hak ederek oralara varmışsınızdır. Ve geride kalanlar sizi ilgilendirmez. Zira rekabet sonucunda herkese açık olan yollardan 'başarı' ile geçmiş ve ardınızda bıraktıklarınızı 'unutmaya' hak kazanmışsınızdır.
'Hak'!
Ne acı değil mi!
'Birey' olduğuna inandırılan ve kendi dünyasının tanrısı olma 'hak'kını kazanan insan, diğerlerini unutma hakkına sahip olur.
Kimsenin, sizin 'legal' sınırlar içerisinde elde ettiklerinizi sorgulamaya hakkı yoktur. Çünkü sınırları belirleyen insanoğlu, sınırlar dahilinde sınırları aşabilmiştir.
'Tanrı insan', tanrı olmayan insanlara karşı 'tanrıtaslarlık' yapma hakkına sahiptir.
Tanrılar içinde tanrılık ve insanlar içinde insafsızlık...
Sanayileşme, yani makineleşme, yani üretim kolaylığı, yani rekabet, yani serbest piyasa, yani daha çok üretme, yani daha hızlı üretme, yani daha çok tüketme, yani daha hızlı tüketme, yani daha da fazla tüketme, yani tüketmeye mecbur kalma, yani tüketmeye mahkum olma ve elbette tükenme...
Modern zaman dediğimiz bundan fazlası değil...
İşte Baraka sonrası Samsara'nın anlattığı ve hissettirdiği bunlar...
Mana itibariyle böylesine 'dolu' ve yoğun olan Samsara'da bazı özdeşleştirmeleri pek yerinde bulmadım.
Yönetmen tam olarak nasıl bir kurgu yapmaya çalıştı bilemiyorum ama iki ihtimal var...
Şöyle ki...
Makineleşen, tek tipleşen insan ve yaşam tarzı misalleri verirken, ibadet eden insanları da verdi. Baraka'da da çokça başvurduğu ibadet görüntülerini Samsara'da da sıkça gördük.
Sanki Ron Fricke, hep birlikte ibadet eden insanların ortaya koyduğu manzarada da (Kabe'de milyonların aynı anda namaz kılması ve tavaftaki uyum) makineleşme ve sınırlara hapsolmayı resmetmeye çalışmış.
Yanlış anlamışsam sorun yok elbet. Ancak okumam doğru ise yönetmenin çuvallamasıdır, bu.
Nasıl mı?
Şöyle...
Modern hayatın esir aldığı insan, teorideki 'tercih' hakkını yaşayamamaktadır. Rekabeti, yani yarışı kazananların çizdiği sınırlar dahilinde yaşamaya mahkumdur.
Oysa ibadet meselesi başkadır.
Evet, bir dine mensup olup ibadet etmeye başladıktan sonra özgürlük adına kendinizce bir şey yapamazsınız.
İslam üzerinden gidelim...
Müslüman, inanıp inanmamayı tercih edebilir. 'Seçme' hakkı vardır. Yani 'özgürdür'. Teorik olarak da fiiliyatta da böyledir. İşte budur insanı makine olmaktan uzaklaştıran.
Ve yine İslam üzerinden konuşacak olursak...
Fert (birey değil) önce kendine, sonra yakınındakine, sonra topluluğuna, sonra daha geniş çerçevede topluluğa ve nihayetinde gezegenine, aleme ve hayata karşı sorumluluk sahibidir. Vardığı hiçbir noktada kazandığı hiçbir başarı, kendi dışındakilere karşı kendisine ayrıcalık tanıma hakkı vermez. Bencillik yapamaz. Müslümanlar bir makineyi oluşturan araçlar değil, bir vücudu oluşturan uzuvlardır.
Müslümanların pratiğinin teoriye uymaması ise tam da 'makineleşme' meselesinde ifade etmeye çalıştığım gibi; modern zamana teslim olması ve sonrasında o sistemin 'bireyi' olarak kendinden uzaklaşmasındandır.
İşte bu minvalde 'şeklen' devasa bir bütünün parçasını oluşturan müntesipleri, makinenin dişlisinin çarklarına değil, vücudun azalarına benzetmek lazım gelir...
Mahiyette Baraka ve Samsara'nın eleştirilecek noktalarını böyle özetledikten sonra, Ron Fricke'ı farklı kılan meseleye de değinelim...
Fricke, belgesel türde icrada bulunarak girdiği 'sınırları', biçimsel tercihleri ile mükemmel bir sınırsızlığa kavuşturmuş.
Söze hapsolmadan, doğada görüneni olduğu gibi, bütün çıplaklığı ve haşmetiyle filme almak, biçimsel olarak harika bir seçim olmuş.
Sözün anlatamayacağı o kadar çok şey var ki sözsüzlükte...
Fricke'ın 'senaryosuzluk' meselesi ise bana "Vertov'un Manifestosu"nu hatırlattı.
Sovyet yönetmen Dziga Vertov, bundan tam 90 sene evvel yayımladığı manifestosunda 'senaryo'ya itiraz ediyordu. Hollywood'un yapay dekorlar ve izleyiciyi aptal yerine koyan senaryosuna karşı çıkan Vertov, kameranın sokağa çıkması gerektiğini söyledi ve öyle de yaptı.
Vertov filmlerdeki 'kurmaca'nın, yani senaryonun bir afyon olduğunu savundu. Seyirciyi sarhoş eden kurmacalar sebebiyle 'bilinçsiz seyirci'ye çarpıtılmış gerçekleri kabul ettirmek kolaylaşmıştı. Bu sebeple sinemada gerçek olayların yer alması gerekir, Vertov'a göre. Yani belgesel...
Burada uzun uzadıya Vertov'un 'SineGöz' kuramından bahsedemem. Genel hatlarıyla Vertov'un söyledikleri, Fricke'ın uygulamasına benziyor. Baraka ve Samsara'da da belgesel, senaryosuz biçimde ortaya konuyor.
Lakin burada atlanan bir nokta var ki; her ne kadar 'belgesel' de olsa, kurgu ile bir senaryo ortaya konuyor. Önceden hazırlanmış senaryo olmaması kastediliyorsa tamam. Ancak hiçbir şekilde senaryo olmayacak deniyorsa, 'kurgu' inkar edilmiş olur ki, bu da sadece ve sadece hakikate göz kapamak olur. İşte bu bağlamda Fricke'ın iki filminde de bir kurgu ve yani senaryo mevcut.
Maksat ve misyon sahibi olduğu da aşikar olan filmler, biçimsel olarak müstesna yerdeler. Düşünün ki Samsara beş yılı aşkın bir sürede, yirmi beş ülkede çekildi. Muhteşem bir emek söz konusu.
Başta da dediğimiz gibi...
Fricke, dünyanın sesini dinliyor. Kimsenin sahteliğine alet olmadan, senaryonun kendi içindeki riyasına ve yönlendirmesine kapılmadan...
Bir döngüyü ortaya koyuyor; gözümüzden kaçan, ancak içinde hapsolduğumuz bir gönüllü çaresizliğin döngüsü.
Budist rahiplerin ince ince günlerce işleyerek, minicik desenleri kumdan, rengarenk oluşturduktan sonra sadece birkaç saniye içinde yok etmelerindeki 'nefis terbiyesi' mesajının, filmin en dikkat çekici yanı olduğunu belirttikten sonra, bitişteki çölün içinde, birer kum tanesi olarak aynı denizi yaşattığımızı ve en büyük tehlikenin de yaşattığımız denizde boğulmak olduğunu vurgulamak isterim...
abdulhamitguler@gmail.com
twitter: @_hayirlisi_
Bu yazıya ilk yorum yapan sen ol