Yeşil ev…
- GİRİŞ18.11.2022 09:22
- GÜNCELLEME19.11.2022 09:00
Erken uyanıyorum, eskiye göre epey erken. Bu değişikliğin işle alakası var, sabahları bir televizyon kanalında yorum yapıyorum. Ev kiralarındaki artışlar, göçmen krizi, kabaran faturalar, vatandaşın boşalan cüzdanı, yaklaşan kış, mahalle kavgaları, dramlar, melodramlar, Fenerbahçe için beklenen Mesih’in Jesus(İsa) olup olmadığı gibi konularda uzmanlaşmaya çalışıyorum.
İşte bunlar için erken uyanıyorum. Anadolu’dan Avrupa’ya geçmem gerekiyor, köprü trafiğine giriyorum, kanaldan her sabah bir arkadaşı gönderiyorlar beni aldırıyorlar, aynı kişi gelmiyor genelde, farklı insanlarla selamlaşıyorum. Her sabah yeniden tanışıyoruz ve sonra yol planı yapıyoruz, navigasyona bakıyoruz yola çıkıyoruz. Beylerbeyi güzergâhı bize bir güzellik sunuyor, bunu inkar edemem, en azından aralardan boğazı görüyoruz, sarayın önünden geçiyoruz, birkaç martının ıslak gülüşüne bulaşıyoruz, böyle hoşluklar oluyor ama trafik kötü trafik.
Araba yavaşlayınca canım sıkılıyor, patlıyorum, içimden bir tartışma başlatıyorum hemen, geceyi bıraktığım haliyle hatırlamaya çalışıyorum, en son ne olmuştu, en son ne düşünmüştüm, o uykuya emanet ettiğim mutlu ya da kırgın ya da kızgın his hala canlı mı, kalbimi, beynimi, ciğerimi, kulaklarımı hatta dilimi damağımı, bir bütün olarak organlarımı kontrol ediyorum. Sonra daha güncel bir mevzu hakkında, en azından trafik açılana kadar sürecek tartışmaya dönüyorum. Bunlar olurken bir taraftan da şoför arkadaşı kesiyorum bana bakıyor mu diye. Yani sessiz de olsa epey epey kendi kendimle konuşuyorum, tartışıyorum, adamın bir şizofrenle sabahı paylaşmasını istemiyorum. Bunu böyle hissettiğini hissettiğimde gereksiz bir soru soruyorum, nasıl gidiyor hayat, memnun musun, kime oy vereceksin, Fener şampiyon olmazsa Ali Koç bu sefer gider mi, falan diyorum. Böyle yapınca sanıyorum ki benim hakkımda normal düşünür, anlık bir şeydi geldi geçti diye bakar.
Bir iki hafta önce…
Yeni bir yol güzergahı keşfettim. Gerçi keşfettim demek de biraz ukalalık olur, bizim Yakup abi var şoför, o götürdü ilk kez, ben de öğrenmiş oldum. Bu Yakup abi nasıl derler bilirsiniz, böyle cin gibi bir adam, her konuyu mantıklı bir sloganla, aforizmayla bağlıyor, bu işi o kadar iyi yapıyor ki şaşırıp kalıyorum. Arıcılıkla uğraşıyor, kovanları var Beykoz tarafında, İstanbul’un neresinde ağaç var, çiçek var, toprak var hepsini biliyor. Eski sanatçılar, filmler, spor olayları, siyasi hatıralar, ne ararsanız var…Halk hafızasının cisimleşmiş hali…
Yolu tam olarak söylemeyeceğim, hani gittiğimiz ara yol vardı ya, orayı. Siz de hemen kötü düşünmeyin, öğrenirsiniz, siz de oraya yönelirsiniz, bu sefer orada da trafik olur diye değil, epey tehlikeli, onun için söylemeyeceğim.
Böyle dik bir yamaç var, çok dik ama…Tırmanıyoruz…Etrafımızdaki gecekondular o bayıra birer oyuncak gibi yapıştırılmış, biz de Brezilya’nın yoksul, dik, sahipsiz dağ köylerinin üstünden yükselen bir uçaktaymışız gibi sanki…Etrafı seyrediyorum, tırmanıyoruz, aşağıda kalıyor evler, sonra tepeye vardığımızda sola dönüp elli altmış metre gittikten sonra bu sefer sağdan aşağıya vadinin arka tarafına iniyoruz. Fakat tırmanırken hissettiğim şeyi inerken hissetmiyorum, o kadar uzun ve dik değil iniş, daha yatay, daha terbiye edilmiş gibi.
Ben bu yolu başta sevmedim…
Bir daha buradan gitmeyeceğim, ne olursa olsun Beylerbeyi’ne inip oradan köprüye katılıp Levent’i geçip sonra sanayi ciğercilerinin önünden kanala ulaşacağım, en azından düz yoldan gitmiş olurum, dedim başta.
Bir sabah…
Başımı koltuğa yaslayıp yarı uyuklar halde geçtiğim yolları tahmin etmeye çalışırken arabanın motor sesinden o dik bayırı tırmandığımızı anladım, tepeye çıkınca sola dönüşümüzü de…Az sonra sağa dönüp bayır aşağı sallandığımızı da… Sert bir frenle ileri kaykıldım gözümü açtım, aşağıya iniyoruz ama çok keskin bir viraj var, böyle dönüyorsun tekrar aksi istikamette bir daha dönüyorsun, öyle…
Tam dönerken…
Bütün o sıvasız, derme çatma, yarım yamalak umutların yeşertilmeye çalışıldığı gecekonduların arasından kıvrılan o keskin virajın tam karşısında yemyeşil bir ev… Tek katlı, önünde küçük, küçücük bir düzlük, bir masalık, pencereler demir parmaklıklı, onlar da siyaha boyanmış, yemyeşil bir umut, yemyeşil bir huzur, yemyeşil küçük bir ev…
Biraz durabilir miyiz, dedim, böyle yarım dakika yeter. Yeşil eve baktım, şoför, ne oldu abi, dedi, hiç dedim, az duralım.
Sabahın herkese bahşettiği barışın içinden, kendi içimden, doğmamış bebeklerin içinden kuşlar havalandı, boğazıma kadar tırmanan hasretin hüznü gözlerimi yaşarttı, tek katlı insanlığım katlandı katlandı.
Bir film karesi dondu karşımda, o evi oradan aldım yüzlerce kilometre kuzeye doğru taşıdım, zihnimdeki yeşil parçaları birleştirdim, ıslanan gözlerimi sildim.
Şoföre doğru dönmeden, biraz daha duralım, dedim, biraz daha.
Durduk…
Sabah işe giden insanlar yanımızdan geçtiler, trafik yoktu biz yeşil evin karşısında duruyorduk, her duruşumuzda içimde başlayan tartışma da yoktu, göğsüm açıldı, siyah kıvırcık saçlı çocuğum çıktı dışarıya, başını yana doğru eğdi, yeşil eve baktı, ellerim titredi, ellerimi göğsümün üstünde birleştirdim, şoför, sigara ister misin abi, dedi, yok dedim, yeşil eve doğru bakarken gözlerimi kapattım, yüzümü cama yasladım, yeşilin tonlarıyla üşüdüm.
Radyocu Ali abinin yeşil çuhalı tamir masasını, Seyfi amcanın yeşil 124 Murat’ını, anamın ördüğü yeşil siyah kazağımı, Paralı Köyü’nün yeşil merasını, kabristanlığa bırakılan yeşil kaplı Mushaf’ı, eski stadın kale arkasındaki yeşil tribünü, askeri kantindeki yeşil çakmakları, camını kırdığım Orman İşletmesinin yeşil cipini, Sokrates’i öldüren baldıran zehrinin yeşilini, hayal ettiğim taş evin içine saklandığı gürgen yeşilini…
Hepsini katlayıp, yeşil derili bir çantaya yerleştirip karşımdaki yeşil eve iliştirdim, gözümü sildim, gözümü açtım, şoföre döndüm.
Yürü, dedim
Yorumlar1