15 Temmuz 2016
- GİRİŞ15.07.2018 09:04
- GÜNCELLEME16.07.2018 07:38
Tarihi yazanlar kalemlerine hile karıştırabilirler ama tarihi yapanların kalemlerinin boyası kanlarından olduğu için, tarih yapanların, asla hilesine hurdasına rastlanmamıştır.
Miladi ikibin onaltı yılının on beş temmuzunda Türkiye'de, bir tek gecede, binlerce ciltlik kitaba sığmayacak çapta, bir tarih yapıldı.
Sıcak ve nemli bir on beş temmuz akşamı, yavaş yavaş kendisini on altı temmuz gecesinin karanlıklarının kollarına bırakırken, İstanbul ve Ankara başta olmak üzere bütün Türkiye, büyük bir ihanete sahne oluyordu.
Şairin " Bu şehr-iStanbul ki bî misl-ü bahâdır/ Bir sengine yekpâre Acem mülkü fedâdır ..." dediği İstanbul'un surları, Dolmabahçe Sarayı ve Sultan Abdülhamid'in eşi ve çocukları ile birlikte kendisinden koparılarak Selanik'e sürüldüğü Yıldız Sarayı, tepelerden bakarak bir büyük ihanete daha şahitlik yapacaklardı.
Beylerbeyi Sarayı ise daha hüzünlüydü.
Büyük Sultan'ın gözlerini kapatıp hayata veda ederken, koca Osmanlının paramparça edildiğini gördüğü ve kahrolduğu bu saray yeni bir parçalanmaya daha tanık olacaktı.
Sultan Abdülhamit'in ruhu, Beylerbeyi'nin hemen yanındaki Boğaz Köprüsünün üstünde yol kesen tankların ihaneti karşısında titreyecek ve çırpınacaktı.
Çünkü düşmanı tanıyordu.
Düşman hangi kılıkla gelirse gelsin, hangi şer odağının taktiğini kullanırsa kullansın, her zaman aynı amacı taşıyordu;
bölmek, daha küçük parçalara ayırmak ve sömürüsünü devam ettirmek.
Düşman, koca Osmanlı'yı ve ümmeti onlarca parçaya ayırmış her bir parçası üzerinde hakimiyetini sürdürüyordu ama bu yetmiyordu düşmana, daha ufak ve yutulabilir, elverişli lokmalar haline getirmek istiyordu.
Bu defa olabildiğince sinsi, daha planlı ve ustaca yaklaşmıştı.
Başta askeriye olmak üzere, yıllar içinde devletin bünyesine yerleşmiş ve bütün kurumlarına sızmış, beynine oturmuştu.
Askeriyenin içinde general seviyesine kadar yükselen düşman, o gece, emrindeki askerleri de alarak, tanklarla birlikte meydanlara çıkmış, savaş uçakları ve helikopterleri ile Türkiye'nin semalarını ele geçirmiş ve gök yüzünü yırtarcasına uçuyor, Türkiye'nin üstüne bombalar yağdırıyordu.
Düşman yamandı.
Düşman kuduruyordu ve düşman insafsızdı.
Düşman daha fazla bölmek, bir daha asla ayağa kalkamayacak küçük parçalara ayırmak istiyordu Türkiye'yi.
Düşman kahpe ve oyun büyüktü.
Temmuz on altısının zifiri karanlığını parçalayan uçak sesleri, bombaların alevleriyle ışılıyordu.
İstanbul Boğazının lacivert parıltılı deniz suları ay ışığına dalmış, gecenin derin uykularının kollarına kendisini bırakmak üzereyken, tam o sırada belki de uzaklardan, tâ Akdeniz içlerinden, bir gemi güvertesinden
" Ya Allah" diye dümene sarılan bir Barbaros Hayreddin haykırışı suları uykusundan kopardı.
Ve Türkiye'nin minarelerinden Allahüekber sesleri yükselmeye başladı.
Ve Sultan Abdülhamid'in ruhu Yıldız Sarayından, Sultan Alparslan'ın ruhu Malazgirt'ten, Genç Osman'ın sesi Bağdat'tan , Yavuz Sultan Selim'in sesi Kahire'den, Mehmet Fatih'in sesi İstanbul'dan , Kanuni Sultan Süleyman'ın sesi Mohaç'tan, Selahaddin Eyyubi'nin sesi Kudüs'ten, Gazi Osman Paşa'nın sesi Plevne'den, Nene Hatun'un sesi Erzurum'dan, Rahmiye Hatun'un sesi Adana'dan, Seyit Onbaşının sesi Çanakkale'den, Fahreddin Paşa'nın sesi Medine'den ... ve nihayet yiğitlerin Serdar'ı Hazreti Ali'nin sesi Hayber'den ve Mekke'den ....Anadolu'nun ve Trakya'nın bütün şehirlerine; İstanbul'a, Ankara'ya, İzmire, Konya'ya, Bursa'ya, Diyarıbekir'e, Anteb'e, Maraş'a, Kayseri'ye, Trabzon'a , Edirne'ye ve Ardahan'a ulaştı.
Bu sesler tarihten geliyordu ama aynı zamanda medeniyetin, Hakkın, hakikatin sesiydi.
Kıtalar ve denizler ötesinden gelen Ataların sesiydi, torunlarına ulaşmak, torunlarını uyandırmak istiyordu.
Tehlike büyüktü çünkü.
Torunlar eğer bu tehlikeyi atlatamazlarsa, belki de hiçbir zaman ayağa kalkamayacak, kendisi olamayacak, köle olarak yaşamaya mahkûm edilecekti.
Tarihin ve hakikatin bu mukaddes sesini önce Recep Tayyip Erdoğan duydu.
Düşman her yerde onu ararken, o , halkını meydanlara, hava alanlarına davet etti ve kendisi de hiçbir tehlikeden çekinmeden eşini, çocuklarını da yanına alarak havalandı ve "attın, attın ama sen atmadın" Emr-i ilahisinin muhatabı olan, müşriklerin yüzüne bir avuç toprak atan öncüsü , efendisi ve Peygamberi gibi hainlerin yanlarından, onlara görünmeden uçağına atlayarak milleti ile buluşmak üzere Dalaman'dan İstanbul'a geldi.
Ve artık millet meydanlardaydı.
Millet Atalarının sesini duymuştu.
Millet liderinin ve başkomutanının emrini dinlemişti.
Fakat her zamanki gibi düşman korkak ve acımasızdı. Tankları milletin üstüne sürüyor, meydanlara toplanan halkın üzerine uçak ve helikopterlerden bomba yağdırıyordu.
Selalar minarelerden sürekli okunuyor, abdestini alan kadınlar, erkekler, yaşlılar, gençler bedenlerini tank paletlerinin önüne çekinmeden atıyordu.
Emniyet binaları, Milli İstihbarat Binaları, Cumhurbaşkanlığı, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve daha birçok kamu binası bombalanıyordu.
Halkın tekbir sesleri, bomba sesleri, Camilerden yükselen selalar birbirine karışıyor, Türkiye ölüm kalım mücadelesi veriyordu.
Asker elbisesi giymiş, bir dolar karşılığında beyinlerini haçlılara satmış, köle ruhlularla, bir hilal uğruna; yârdan, serden, maldan, candan ve canandan geçenler savaşıyordu.
Hilal uğruna savaşanların ellerinde silahları, bombaları, uçakları, helikopterleri yoktu.
Dillerinde tekbir, ellerinde bayrakları vardı yalnızca.
Ama cesurdular, imanlıydılar, yürekliydiler ve tankların önüne serdiler bedenlerini, bombalara karşı tuttular yüreklerini ve paramparça oldular. Vatanlarını parçalatmamak için bedenlerini parçalattılar.
O gece Ahmet'ler, Mehmetler, Zeynepler ve Fatmalar'dan , kıtalar ötesinden haykıran atalarının emrine uyarak 250 kişi şehadet şerbeti içti, 2195 kişi de Gazi oldu, vücutlarının çeşitli uzuvlarını kaybettiler.
Ecdadın şanlı tarihine gurur dolu bir altın sayfa daha eklediler.
Şehit olanların ruhları şad olsun, Gazi olanların yaralarına Şafî adı hürmetine Rabbımız şifa versin.
Ferman KARAÇAM
https://twitter.com/fermankaracam
Yorumlar8