Emevi Camii ve Üstad Said Nursi’nin Hutbesi
- GİRİŞ23.03.2025 09:19
- GÜNCELLEME24.03.2025 09:12
27 Aralık 2024 günü Halep’in küçük ilçelerinden biri olan İdlip’ten başlayan, bir hafta içinde Suriye’nin tamamına yakınını, bu arada başkent Şam’ı ele geçirerek büyük bir zafer kazanan Türkiye destekli halk devrimi, 61 yıl sonra kanlı Suriye rejimini bitirdi.
Adeta bulutların ve gökyüzündeki sislerin dağılması, güneşin ortaya çıkması gibi zulümleriyle bilinen Esedlerin devrilmesiyle birlikte Emevi Camii adı da yaygın bir şekilde duyulmaya başlandı.
Eski adıyla Dımaşk’da yani Şam’da bulunan Emevi Camii tarihi özellikleri bakımından son derece büyük önem taşımaktadır.
Tarihi milâttan önce birinci yüzyıla kadar giden cami, Hz. Yahya mabedinin yerine inşa edilmiş.
Miladi 635 yılında Dımaşk’ın Romalılardan alınıp fethedilmesi üzerine meşhur sahabelerden Hz. Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ın gözetiminde camiye çevrilmiş.
İlk kez İslam Dünyasında yakınında umumi helalar bulunduran bu muhteşem eser, 700'lü yılların başında, Emevî Halifesi Velîd b. Abdülmelik tarafından milyonlarca dinar harcanarak bugünkü haliyle inşa edilmiş.
Emeviler, Selçuklular, Zengîler ve Eyyûbîler dönemlerinde sosyal ve dinî hayatın merkezi olan ve kısa bir süre İmam Gazzali’nin de ibadet ettiği için kutsal sayılan bu caminin yanında Hz. Yahya ve Kudüs Fatih’i Selahaddin Eyyubi’nin kabirleri bulunmaktadır.
Osmanlı Sultanlarından Yavuz Sultan Selim, caminin masrafları için çok sayıda iş yeri hatta köy ve mezra vakfetmiş.
İlk yıllardan itibaren devletin ileri gelenleri Emeviyye Camii’nde namaz kılmaya özen göstermişler.
Cami hakkında geniş bilgi almak isteyenler TDV İslam Ansiklopedisinde Talip Yazıcı ve Ahmet Özel’in kaleme aldıkları "Emeviyye Camii" maddesine bakabilirler.
Biz de Şam ve Emevi Camii'nin yoğun bir şekilde gündemde olduğu bu günlerde, böyle çok önemli bir camide konuşma yapmak üzere yüz kişilik bir ilim ve din insanı ulema tarafından Şam’a davet edilen Üstad Said-i Nursi'nin yaklaşık on bin kadar dinleyiciye Arapça olarak hitap ettiği hutbeyi köşemize taşımak istedik.
1911 yılında ve Üstadın otuzlu yaşlarında olduğu zaman yapılan bu konuşma hem günümüze birlik, beraberlik ve kardeşlik bakımından ışık tutmakta hem de içerik olarak çağımızın önemli sorunlarını dile getirmektedir. Daha sonra Üstadın kendisinin Türkçeye çevirdiği bu konuşma altı başlık altında toplanmış. Bizim kısaca değineceğimiz konuşma, yıllar içinde yapılan şeylerle birlikte bakıldığında kitaplık çapta faydalı bir eser niteliğindedir.
"SİZE DERS VERMEK HADDİM DEĞİLDİR”
Asıl adı “Hutbe-i Şamiye” olan bu konuşmaya başlarken üstad Said Nursi burada konuşmaya ehil olmadığını, camide bulunan yüze yakın alim insanın yanında kendisinin bir talebe mesabesinde olduğunu dile getirerek mütevazı bir giriş yapar:
“Ey bu Cami-i Emevî’de bu dersi dinleyen Arap kardeşlerim!
Ben haddimin fevkinde bu minbere ve bu makama irşadınız için çıkmadım. Çünkü size ders vermek haddimin fevkindedir. Belki içinizde yüze yakın ulema bulunan cemaate karşı benim misalim, medreseye giden bir çocuğun misalidir ki o sabî çocuk, sabahleyin medreseye gidip okuyup akşam da gelip okuduğu dersini babasına arz eder”.
Daha sonra, İslam Dünyasının, Batının teknik gelişmeleri karşısında yenik düşmesini hastalık olarak niteleyerek, bu hastalıklarımızı altı başlık altında şöyle dile getirir:
Birincisi: Yeisin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi.
İkincisi: Sıdkın hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede ölmesi.
Üçüncüsü: Adavete muhabbet.
Dördüncüsü: Ehl-i imanı birbirine bağlayan rabıtaları bilmemek.
Beşincisi: Çeşit çeşit sâri hastalıklar gibi intişar eden istibdat.
Altıncısı: Menfaât-i şahsiyesine himmeti hasretmek.
“Yeis en dehşetli bir hastalıktır ki âlem-i İslâm’ın kalbine girmiş, bizi öldürmüş.
O yeistir ki kuvve-i maneviyemizi kırmış.
Hem o yeistir ki yüksek ahlâkımızı öldürmüş, menfaat-i umumiyeyi bırakıp menfaat-i şahsiyeye nazarımızı hasrettirmiş”.
Üstad ümitsizliği, yılgınlığı, çaresizliği örneklerle anlattıktan sonra şöyle sesleniyor:
“İstikbal yalnız ve yalnız İslâmiyet’in olacak.
Ve hâkim, hakaik-i Kur’aniye ve imaniye olacak.
Rahmet-i İlahiyeden kuvvetli ümit beslemek, elzemdir.
Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tabileri elbette cemaatlerle İslâmiyet’e girecekler belki küre-i arzın bazı kıtaları ve devletleri de İslâmiyet’e dehalet edecekler”.
Üstadın bu görüşünün isabetini; bugün Gazze’de gerçek birer mü’min ve Sahabe kararlılığı ve direnişi ile ortaya koyulan tavır karşısında Amerika, Batı ve diğer birçok ülkeden İslama girişlerin olduğu şekliyle görüyoruz.
İMAN ZAAFİYETİ MAĞLUBİYETİ GETİRDİ
Üstadın şu cümlesi ise içinde bulunduğumuz durumu son derece açık bir şekilde tespit etmektedir.
“Hakikat-i İslâmiyet’in kuvveti nisbetinde, Müslümanlar o kuvvete göre hareket etmeleri derecesinde ehl-i İslâm temeddün edip terakki ettiğini tarih gösteriyor. Ve ehl-i İslâm’ın hakikat-i İslâmiye’de zafiyeti derecesinde tevahhuş ettiklerini, vahşete ve tedenniye düştüklerini ve herc ü merc içinde belalara, mağlubiyetlere düştüklerini tarih gösteriyor. Sair dinler ise bilakistir”.
Diğer taraftan hastalık olarak, İslamiyet’te olan sıdkın yani kayıtsız şartsız doğruluğun yok olup hayat-ı içtimâiye-i siyasiyede kaybolmasını bir hastalık olarak görmektedir ve bu konuda birinci ve ikinci dünya savaşlarını örnek göstererek kaba, nobran ve bencil siyasetin dünyayı nasıl kana buladığını anlatır ve şöyle devam eder üstad: “Evet sıdk ve doğruluk, İslâmiyet’in hayat-ı içtimaiyesinde ukde-i hayatiyesidir.
Riyakârlık, fiilî bir nevi yalancılıktır.
Dalkavukluk ve tasannu, alçakça bir yalancılıktır.
Nifak ve münafıklık, muzır bir yalancılıktır.
Yalancılık ise Sâni’-i Zülcelal’in kudretine iftira etmektir.
Küfür, bütün envaıyla kizbdir, yalancılıktır.
İman sıdktır, doğruluktur.
Bu sırra binaen kizb ve sıdkın ortasında hadsiz bir mesafe var, şark ve garp kadar birbirinden uzak olmak lâzım geliyor”.
Öte yandan kin, husumet ve düşmanlığı yani adaveti, muhabbete karşı hastalık olarak niteleyerek şunları dile getirmektedir:
“Husumet ve adâvetin vakti bitti.
İki harb-i umumî adâvetin ne kadar fena ve tahrip edici ve dehşetli zulüm olduğunu gösterdi. İçinde hiçbir fayda olmadığı tezahür etti. Öyle ise düşmanlarımızın seyyiatı –tecavüz olmamak şartıyla– adâvetinizi celbetmesin.
Cehennem ve azab-ı İlahî kâfidir onlara.
Bazen insanın gururu ve nefis-perestliği, şuursuz olarak ehl-i imana karşı haksız olarak adâvet eder; kendini haklı zanneder. Halbuki bu husumet ve adâvetle, ehl-i imana karşı muhabbete vesile olan iman, İslâmiyet ve cinsiyet gibi kuvvetli esbabı istihfaf etmektir, kıymetlerini tenzil etmektir. Adâvetin ehemmiyetsiz esbablarını, muhabbetin dağ gibi sebeplerine tercih etmek gibi bir divaneliktir.
Madem muhabbet adâvete zıttır. Ziya ve zulmet gibi hakiki içtima edemezler. Hangisinin esbabı galip ise o, hakikatiyle kalpte bulunacak; onun zıddı hakikatiyle olmayacak. Mesela, muhabbet, hakikatiyle bulunsa o vakit adâvet şefkate, acımaya inkılab eder. Ehl-i imana karşı vaziyet budur."
İSLAM BİRLİĞİNİN ZAMANI GELİYOR
Ehl-i imanı birbirine bağlayan nurani rabıtaları bilmemek konusunu anlatırken şüphesiz Üstad Said Nursi çağımızın en büyük hastalıklarından biri olan kavmiyetçiliğe parmak basarak şunları söylüyor:
“İttihad-ı İslâm’ın tam zamanı gelmeye başlıyor.
Birbirinizin şahsî kusurlarına bakmamak gerektir.
Bunu da teessüf ve teellüm ile size beyan ediyorum ki: Ecnebilerin bir kısmı, nasıl kıymettar malımızı ve vatanlarımızı bizden aldılar. Onun bedeline çürük bir fiyat verdiler.
Aynen öyle de yüksek ahlâkımızı ve yüksek ahlâkımızdan çıkan ve hayat-ı içtimaiyeye temas eden seciyelerimizin bir kısmını da bizden aldılar.
Terakkilerine medar ettiler.
Ve onun fiyatı olarak bize verdikleri sefihane ahlâk-ı seyyieleridir, sefihane seciyeleridir.
Mesela, bizden aldıkları seciye-i milliye ile bir adam onlarda der: ‘Eğer ben ölsem milletim sağ olsun.
Çünkü milletimin içinde bir hayat-ı bâkiyem var.’
İşte bu kelimeyi bizden almışlar ve terakkiyatlarında en metin esas da budur. Bizden hırsızlamışlar.
Bu kelime ise din-i haktan ve iman hakikatlerinden çıkar.
O bizim, ehl-i imanın malıdır.
Hem o ecnebilerin bizden aldıkları fikr-i milliyetle bir ferdi, bir millet gibi kıymet alıyor. Çünkü bir adamın kıymeti, himmeti nisbetindedir.
Kimin himmeti milleti ise o kimse tek başıyla küçük bir millettir.
Bazılarımızdaki dikkatsizlikten ve ecnebilerin zararlı seciyelerini almamızdan, kuvvetli ve kudsî İslâmî milliyetimizle beraber herkes “Nefsî! Nefsî!” demekle ve milletin menfaatini düşünmemekle –menfaat-i şahsiyesini düşünmekle– bin adam, bir adam hükmüne sukut eder.
Yani kimin himmeti yalnız nefsi ise o, insan değil”
Yeni Suriye’nin ve İslam Dünyası için çok önemli olan Emevi Camiinin gündemde olduğu bir dönemde özetin özeti olarak dile getirdiğimiz bu konuşmanın, günümüz sosyal ve siyasal hayati için son derece önemli olduğunun altını çizmeliyim.
Bazı kelimelerin bugünkü dilimizdeki karşılıkları ise şu şekildedir:
Ef’al: Fiiler, yapılan işler.
İzhar: Açıklama, ortaya çıkarmak.
Dehalet: Sığınmak, aman dilemek.
Temeddün: Medeni, şehirli olmak, gelişmiş olmak.
Tevahhuş: Vahşete düşmek, yalnızlıktan korkmak, ürkmek.
Tedenni: Gerileme, düşme.
Tasannu: Yapmacık davranmak, bir şeyi abartmak.
Kizb: Yalanlama, yalan, uydurma.
İstihfaf: Aşağılama, hor görme, küçümseme.
Teellüm: Acımak, elem, dertli olmak.
Sefihane: Akılsızca.
Ferman Karaçam
YouTube : youtube.com/c/Ferman Karaçam
Twitter : twitter.com/fermankaracam
Instagram : instagram.com/fermankaracam
Facebook : facebook.com/karacamferman
E-mail : fermankaracam@gmail.com
Web Sitesi : fermankaracam.com
Yorumlar46