Netekim TRT Şeş oldu Paşam, ama
- GİRİŞ13.01.2009 19:01
- GÜNCELLEME13.01.2009 19:01
Diyarbakır’ın üstündeki sisler henüz dağılmamış, şehir uykusundan yeni uyanıyor. Güneş ağır ağır yükselirken, çatılardan kayan ışık parçaları gözlerimi kamaştırıyor. Subaylara ait kapalı bir servis aracı ile Diyarbakır Askeri Cezaevinin kapısından giriyoruz. Günlerden Çarşamba, yıl 1983.
Demir kapıya yaklaşırken daha servis aracının içinde iken o, ezilip pelte pelte yapılmış ve homurdayan bir koroya dönüştürülüp yerin altına sokulmuş, uzaklardan ama her yönden, her yandan uğultu halinde gelen sesler duyulmaya başlıyor. “İnsanlık onuru işkenceyi yenecek ” Bu benim öteden beri çok beğendiğim bir slogandır. Gerçektende insanlık onuru er veya geç işkenceyi yeniyor. Ama ne yazık ki geleceğin ümit ve aydınlık yarınlarına lekesini ve acılarını yansıtarak işkencenin.
Bugün görüş günü. Sloganların biraz sonra kesilmesi lazım. Aksi taktirde görüş yapılamaz. Öyle oluyor ve öğlene doğru ziyaretler başlıyor. İç Emniyet Bölüğü adına görüşmelerden ben sorumluyum. Görüş kabinleri karşılıklı, insanlar bir birini incecik karelere bölünmüş olarak görebiliyor. İç kabinde iç emniyetten bir asker ve bir tutuklu/hükümlü, karşı kabinde dış emniyetten bir asker ve ziyaretçi. Kabinlere iki kişi zor sığdığı için görüşler sıkıntılı geçiyor ama bundan daha önemlisi, ziyarete gelenlerin bir çoğu Türkçe bilmiyor ve esas sıkıntı burada başlıyor.
Sanırım saat on bir sularında bu sıkıntı faciaya dönüştü. Altmış yaşlarında bir tombul bayan, çığlıklar atıp saçını başını yoluyor, ortalığı ayağa kaldırıyor ziyaret mahallinde. Çok şey konuşuyordu ama dilinden anlamadığımdan ne olduğunu öğrenmek için dış emniyetin yedek subayına sormak üzere yönelirken yirmi beş yaşlarında genç ve çok düzgün konuşan mahkûm kabindeki askerle birlikte ağlamaklı olarak yanıma koştu. “Komutanım” dedi “ben Hakkâriliyim, annemden başka kimsem yok. Uzun zamandır hiç ziyaretçim gelmemişti, buraya gelen komşularımız köyden annemi alıp getirmişler. Ama pekeke bizim oralarda propaganda yapıp insanları aldatmış. Demişler ki, Diyarbakır’da ki çocuklarınızın dillerini iğne yapıp lal etmişler, inanmazsanız gidin, görün artık onlar sizinle konuşamaz.”
Bu arada tombul yaşlı teyze tırnakları ile yanaklarını yırtmış, kırçıl saçları ve elini dokundurduğu her taraf kanlar içinde kalmıştı. Boğazı kesilmiş can veriyormuş gibi çırpınıyor ve feryat ediyordu. Genç mahkûm devam etti; “ komutanım n’olur izin verin bir tek cümle Kürtçe olarak diyeyim ki “Anne hayır sizi kandırmışlar, bizi lal filan yapmadılar.”
“Dilimi çıkarıp gösteriyorum, ama o bana diyor ki neden karşımda hiçbir şey konuşamıyorsun”
Ve böylece durumumu anlatamıyorum, eğer bir cümle konuşup gerçeği anlatamazsam o kendini öldürür.”
Ceketimin ön cebindeki düğmeyi çözdüm ve incecik parşömen yarım A4 kâğıdına yazılı olanları ona okuttum:
“Sn. P. Atğm. F.K. . Günü ziyaret saatinde . Sayılı tarihli yönetmeliğe aykırı olarak Türkçenin dışında bir dil ile görüşme yaptırdığınız tespit edilmiştir. Tekrarı halinde ”
Evet, bir süre önceki ziyaretlerden birinde buna benzer bir faciayı önlemek için Kürtçe bilen bir asker nezaretinde bir mahkûm ve ziyaretçisine bir kaç cümle Kürtçe konuşturmuştum. Ama işte böyle bir ihtar almıştım.
Genç mahkûmun, kâğıdı okuduktan sonra yanımdan ayrılırken yumruklarını sıktığını gördüm fakat ne yapacağını kestiremedim. Sanırım asker tahmin edebilmişti veya kabininde ondan sorumlu olmasından dolayı mahkûmu takip etmişti. Ona yakındı ama faciayı tam olarak önleyemedi ve mahkûm bir anda fırlayıp kafasını karşıdaki duvara vurup yere yığıldı. Gene de asker onun arkasından yetişip koyu mavi tek tip ceketinden tutup biraz olsun hızını kesebilmişti.
Fikret Bila’nın sizinle yaptığı röportajın bir yerinde şöyle demişsiniz, Sayın Kenan Paşa:
Bila soruyor; Kürtçeyi neden yasakladınız?
Kenan Evren: “12 Eylül’de bir hatamız da oydu. Kürtçe konuşmayı yasakladık. Şöyle yasakladık: konuşmalarda, mitinglerde, şurada burada Kürtçe konuşulmayacak. Okulda falan Kürtçe tedrisat yapılamaz dedik. Neden dedik? Ben Devlet Başkanı’yken, bir köyde ilkokula gittim. Üçüncü sınıfa mı, dördüncü sınıfa mı girdim, hatırlamıyorum. Açtım kitabı, oku şunu dedim çocuğa. Kem küm, çocuk okuyamıyor.
Dördüncü sınıfa gelmiş, Türkçeyi okuyamıyor. Kızdım. Orada söyledim. Öğretmene döndüm, “dördüncü sınıfa gelmiş Türkçeyi okuyamıyor, bu nasıl iş?” dedim. Sonradan anlaşıldı ki, öğretmende Kürt. Kürtçe yapıyor tedrisatı. Döndüm ve Kürtçe yasağını koyduk. Sonra bu yasak kaldırıldı, ama hataydı. Hata olduğunu sonradan anladım.”
Keşke bu hataları bir aile reisi olarak yapmış olsaydınız da üç- beş kişi yaşamış olsaydı bunca acıları. (bunu da asla istemezdim) Oysa sizin bu hatanız yetmiş küsür milyonluk bir ülkenin kaderiyle oynayan bir hata oldu. Hata oldu da:
Aynı uygarlığa mensup, aynı vatan üzerinde asırlardır kader birliği yapmış ve et tırnak gibi iç içe girmiş iki ana unsur insanımızın birbirine karşı kin ve nefret tohumları ekildi.
Binlerce genç insanımız gök ekinler gibi biçildi gitti, analar ağladı, acılar yaşandı, yaşanıyor.
Milyarlarca dolarımız dağa taşa atıldı mermi ve bomba olarak.
Ayrıca Ben yakından şahit olduğum için rahat söylüyorum ilk zamanlar “it leşi” olarak nitelenip cezaevinde ölen PKK’lıları almayan aileler bile zaman içinde tombul teyze ve oğlunun o küçük dramatik hikâyelerinden dolayı istemeye istemeye bu kanlı örgütün destekçisi oldular ve önceleri üç beş hainden ibaret olan örgüt, bir kartopu gibi büyütüldü.
“Hata yaptık” deyip geçtiğiniz ama şahsen hiçbir bedel ödemediğiniz bu koskoca ülke ayak üstü aldığınız o hatalı kararların sonunda ne bedeller ödedi ve hâlâ ödüyor, değil mi ama paşam?
Şimdi devlet, devlete ait bir kanaldan Kürtçe yayın yapıyor ve bu ülke bölünmüyor, tersine güçleniyor. Ağzına toprak kelimesini falan da alıp, ihanete varan öfkeli konuşmalarla TRT Şeş’e saldıranlardan da anlamıyor musunuz devletin güç’e, milletin huzur’a kavuşacağı çizgide yürümeye başladığını.
Netekim öyle paşam, ama devasa bedeller ödeyerek
Ferman KARAÇAM / Haber 7
fermankaracam@radyo7.com
Yorumlar8