Diyet

  • GİRİŞ20.12.2013 08:32
  • GÜNCELLEME20.12.2013 08:32

Raflar arasında gezinirken gözleri büyük hikayeci Ömer Seyfettin'in “Diyet”ine dokundu!

Oracıkta çöküp, gençlik döneminde okuduğu Diyet'in sayfalarına gömüldü!

***

“Dar kapısından başka aydınlık girecek hiçbir yeri olmayan dükkânında tek başına, gece gündüz kıvılcımlar saçarak çalışan Koca Ali, tıpkı kafese konmuş terbiyeli bir aslanı andırıyordu.

…On yıldır bu karanlık in içinde ham demirden dövdüğü kılıç ve namluları tüm Anadolu'da, tüm Rumeli'de sınır boylarında büyük bir ün kazanmıştı. Hatta İstanbul'da bile yeniçeriler, satın alacakları kamaların, saldırmaların, yatağanların üstünde "Ali Usta'nın işi" damgasını arıyorlardı. O, çeliğe çifte su vermesini biliyordu.

…Kentte onunla ilgili birçok hikâye söylenirdi.

…Halk onu seviyordu. Kentte böyle tanınmış bir ustanın bulunması herkes için ayrı bir övünç kaynağıydı.

- Bizim Ali...

- Bizim koca usta...

- Dünyada eşi yoktur...

- Zülfikâr'ın sırrı ondadır!.. derlerdi.

…Ali'nin yaratılışında "başkasına gönül borcu olmak" gibi bir sızlanmaya yer yoktu. "Ben kimseye eyvallah etmeyeceğim," dedi.

…Otuz yaşına kadar Anadolu'da uğramadığı kent kalmadı. Kimseye boyun eğmedi. Gönül borcu olmadı. Ekmeğini taştan çıkardı. Alnının teriyle kazandı.
…İşte bugün de sabah namazından beri durmadan on saat uğraşmıştı. Dövdüğü eğri namluyu örsünün yanındaki su fıçısına daldırdı. Ocağının sönmeye başlayan ateşine baktı. Çekici bırakan eliyle terini sildi. Kapıya döndü. Karşıki mescitte dokunaklı dokunaklı akşam ezanı okunuyor, bacasının tepesindeki yuvada leylekler sonu gelmez bir takırdı koparıyorlardı. İkindi abdesti daha duruyordu. Yalnız ellerini yıkadı. Kuruladı. Yenlerini indirdi. Saltasını omzuna attı. Dışarıya çıktı. Kapısını iyice çekti. Kilitlemeye gerek görmezdi. Uzun alandan mescite doğru yürüdü...

Konya'dan iki garip dervişin geldiğini, yatsı namazına kadar Mesnevi okuyacaklarını duydu.

Akşam namazı kılınıp, bittikten sonra mescittekilerin bir bölümü çıktı.

Koca Ali yerinden kımıldamadı. Zaten biraz başı ağrıyordu. "Mesnevi dinler, açılırım!" dedi. Büyük bir gönül rahatlığı içinde, iki garip dervişin ruhu ürperten ezgileriyle kendinden geçti.

…Yatsı namazını kıldıktan sonra mescitten çıkınca, doğru dükkânına giremedi. Yürüdü. Uykusu yoktu. …Ansızın arkasından bir ses:

- Kimdir o?... diye bağırdı.

Bunlar kent subaşısının adamları, bekçilerdi. Kol geziyorlardı. Ne diyeceğini şaşırdı. Geceleri afyon yutan bu serseriler, namuslular gözünde hırsızlardan, uğursuzlardan daha korkunçtu.

…Bekçiler onun namuslu bir adam olduğunu biliyorlardı. Hırpalamadılar.
… Dükkânının önüne gelince durdu. Bacasının üstündeki leylek uyumamış, kefenli bir görüntü gibi ayakta duruyordu. Kapısı aralıktı. Çıkarken sıkı sıkıya kapadığını hatırladı,

…Sıçrayarak uyandı. Kapısı vuruluyordu. Uyku sersemliğiyle:

Sabah olmuştu. Birdenbire açılan kapının dükkânı dolduran aydınlığı içinde, palabıyıklı, yüksek kavuklu Bekçibaşı'yı gördü.

- Hırsızlar çaldıkları bir kuzuyu köprünün altıda kesmişler. Meşin keselerin içindeki paraları alarak bir tanesini oraya bırakmışlar.

- Bana ne?...

- O keselerden bir tanesini de bu sabah senin dükkânın önünde bulduk... Sonra... Şu eşiğe bak. Kan lekeleri var!

Koca Ali, kamaşan gözleriyle kapısının temiz eşiğine bakh. Gerçekten el kadar bir kan lekesi sürülmüştü. O, bu kırmızı lekeye dalgın dalgın bakarken, palabıyıklı bekçi:

- Hem bu gece, geç saatte ben seni köprünün üstünde gördüm, orada ne arıyordun? dedi.

Koca Ali yine verecek bir karşılık bulamadı. Önüne baktı:

Koca Ali elinde olmadan, bekçinin baktığı yana gözlerini çevirdi. Yeni yüzülmüş bir deri gördü. Şaşırdı. Yamaklar hemen deriyi yerden kaldırdılar. Açtılar. Daha ıslaktı. Bir ağalarının, bir de suçlunun yüzüne bakıyorlardı. Bekçibaşı köpürerek sordu:

- Çaldığın paraları nereye sakladın?

- Ben para çalmadım.

- İnkâr etme, işte kuzunun derisi dükkânında çıktı.

- Ya kim koydu?

- Bilmiyorum.

Ertesi gün yargıcın önünde bu çoban, hırsızın birini Koca Ali'ye benzettiğini söyledi. Gece geç saate kadar dükkânına gelmemesi, derinin dükkânda, para keselerinden birinin kapısı önünde bulunması, Koca Ali'nin suçlanmasına yetti. Ne kadar inkâr etse hırsızlık suçunu silemiyordu. Üstelik nereden geldiği, nereli olduğu da belli değildi.

Sol kolunun kesilmesine karar verildi.

- Kolumu bırakın, kafamı kesin! diye dilekte bulundu.

Kolunun diyetini verecek on parası yoktu... Şimdiye kadar para için çalışmamıştı.

Kentin en büyük zengini Hacı Mehmet'e başvurdular.
- Değil mi ki siz istiyorsunuz, dedi. Ben de onun kolu için diyet veririm. Ama bir koşulum var.

- Varın kendisine söyleyin. Eğer ben ölünceye kadar bana, hiç para almadan hizmetçilik, çıraklık etmeye yanaşırsa...
Hacı Kasap, kesilecek kolun diyetini yargıca saydığı gün Hoca Ali'yi arkasına taktı.

…Her şeyi ona yaptırmaya başladı. Ama her şeyi...

- Ulan Ali!... Kolunun diyetini ben verdim. Yoksa çolak kalacaktın!... diye yaptığı iyiliği tekrarlamasına dayanamıyordu.
… Hacı Kasap'a köle olduğunun tam haftasıydı. Günlerden cumaydı.

…Hacı Kasap,

- Kolunun diyetini benim verdiğimi unutuyorsun galiba! dedi. Ben olmasaydım şimdi çolak kalacaktın...

Koca Ali yine karşılık vermedi. Acı acı gülümsedi. Kızardı. Sonra birden sarardı. Hızla döndü. Bilediği satırların en büyüğünü kaptı. Sıvalı kolunu, yüksek kıyma kütüğünün üstüne koydu. Kaldırdı, ağır satırı öyle bir indirdi ki... O anda kopan kolunu tuttu. Gördüğü şeyin ürperticiliğinden gözleri dışarı fırlayan Hacı Kasap'ın önüne:

- Al bakalım, şu diyetini verdiğin şeyi! diye hızla fırlattı. Sonra giysisinin kolsuz kalan yenini sıkı bir düğüm yaptı. Dükkândan çıktı.

Onun bir zamanlar geldiği yer gibi, şimdi gittiği yeri de, kentte kimse öğrenemedi.”
(Ömer Seyfettin Diyet-özet)

Kitap bitmiş, vakit sabaha durmuştu!

Minarelerden “Allah'u ekber” nidası yükseliyordu.

Kumandanın düğmesine bastı.

Haber kanalları son dakika geçiyordu!

Bu yazıya ilk yorum yapan sen ol

Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat