Haram aylar bittiğinde neler olacak?
- GİRİŞ16.08.2011 08:37
- GÜNCELLEME16.08.2011 08:37
''Gökleri ve yeri yarattığı gündeki yazısına göre Allah'ın katında ayların sayısı on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. İşte doğru din budur. O aylar içinde (konulmuş yasağı çiğneyerek) kendinize zulmetmeyin ve Allah'a ortak koşanlar nasıl sizinle topyekûn savaşıyorlarsa siz de onlarla topyekun savaşın ve bilin ki Allah (günahlardan) korunanla beraberdir. Haram ayı içinde savaşmak yasaklanmıştı. (Kuran'ı Kerim - Tevbe suresinden)
“Burası tezkereye bir kala şehit olanların yeri Beytüşşebap’tır” diyen Şehit Yusuf’un ardında söylenecek sözlere dair…
Bu gün size Başbakan Erdoğan’ın “Artık bıçak kemiğe dayanmıştır diyorum. Ramazan’a hürmeten biz şu anda sabrediyoruz ama Ramazan’ın bitiminden sonra bilesiniz ki bu ülkede barışın miladı, bu barış ayıyla beraber, bu dayanışma ayıyla birlikte çok daha farklı olacak”tır sözünden sonra…
“Türkiye'nin haritada olmasını izah eden her şey birer birer yok ediliyor. Türkiye diye bir devlet var, çünkü büyük Ermenistan, büyük Kürdistan, büyük Yunanistan ve Pontus yok. Bunlar olmadığı için Türkiye var. Şimdi bak artık hepsi olmaya başladı…
Dünyalar durdukça durası büyük düşünür İsmet Özel’in Radikal’deki söyleşisinin ilk bölümünde söylediği şu satırlar işin renginin daha da belirginleştirmiştir bana göre:
Başbakan Erdoğan ve İsmet Özel’e kulak verdiğimde, aşağıdaki hikâyeyi alıp köşeme taşımak istedim.
Önce okuyun, sonra da lütfen düşünün!
***
Bıçak kemiğe dayandığında,
Ya da Türkiye’nin haritada olmasını izah eden nedenler bir bir ortadan kalkmaya yüz tuttuğunda;
Devletin “ağınması” gelip de kapımızı çaldığında;
“Sahilde kumda oynarken yaptığınız kaleleri gerçek mi sanıyordunuz?” sorusuyla karşılaşıverirsiniz.
Buyurun 1’nci Dünya Savaşı bu topraklarda yaşanırken, Erzurum’da vuku bulan hadiseyi birinci ağızdan okuyalım:
DEVE EŞEĞİ ÜZERİNDEN ATARSA..!
YA DA ERMENİ KOMİTACILARLA TERÖR ÖRGÜTÜ PKK ARASINDA SOSYOLOJİK BİR AKRABALIK VARSA!...
Birinci Cihan Harbi başladığı zaman Meclis-i Mebusan’daki Türk ve Ermeni mebuslardan şark istiklâlleriyle alâkaları bulunanlar toplandılar, harbe girdiğimiz takdirde neler yapmak icap edeceğini konuştular. İttihat ve Terakki Fırkası namına benimle Bahaeddin Şakir’i, Ermeni mebuslarından Erzurum mebusu Karakin Pastırmacıyan ile Van mebusu Vartekes’i verilen kararları mahallinde propaganda etmek ve harp çıktığı zaman tatbikata geçmek üzere Erzurum’a gönderdiler.
Biz, bu dört zat, Erzurum’da bir kongre topladık. Bu kongreye şark istiklâlleri ve livalarındaki teşekküllerden ikişer Müslüman ikişer de Hristiyan aza davet ettik. İstanbul’da verilen kararlar bir de bu kongrede gözden geçiriliyordu. Müzakereler güzel gidiyordu. Harbe henüz iştirak etmemiştik.
Bu sıralarda Rusya bir beyanname neşretti. Bunda, Osmanlı Devleti, İtilaf Devletleri aleyhine harbe girdiği takdirde Ermenilere istiklâl verileceğini, bütün şark istiklâllerinin Ermeni devletine mal edileceğini vaat ediyordu.
İşte bu beyanname kongrenin kararlarını da Ermenilerin fikirlerini de alt üst etti. Ermeni çeteleri evvela Van’da sonra Muş’ta tecavüze geçtiler. Ermeni gazetelerinin ağzı değişti. İstiklâlden, Ermeni lisanının resmi dil olarak tanınmasından, şark vilayetleri vali, mutasarrıf ve kaymakamlarının Ermeni olması lüzumundan, hatta jandarma ve polislerin bile Ermenilerden olmasından bahsetmeye başladılar. Artık müzakerelerin sonu gelmiyordu.
Bir gün yine bir müzakere çıkmaza girmişti. Kongreden bir ricada bulundum: Türkçe gazeteler gibi Ermenice gazetelerin de kongre sonuna kadar mutedil bir lisan kullanmalarının lüzumundan bahsettim. Erzurum mebusu ve Taşnak Komitesi Reisi Karakin Pastırmacıyan Efendi müstehzî bir edayla,
“Bu nasıl teklif… Koca bir milletin ağzını tutabilir miyiz?” dedi. Bunu söyleyen Ermeni mebusu, Abdülhamit zamanında Avrupa’dan getirttiği otuz kadar Ermeni komitacı ile, sırf Osmanlı devletini dünya karşısında gülünç bir vaziyete düşürmek ve ecnebi devletlerin Ermeniler lehine müdahalelerini sağlamak maksadıyla İstanbul’da Osmanlı Bankası’nı basan, bankayı bekleyen nöbetçilerimizi kapandığı bankanın pencerelerinden attırdığı el bombalarıyla polis ve askerlerimizi şehit eden adamdır.
Ben Karakin’e cevap vermedim. Fakat Erzurum İttihat ve Terakkî Cemiyeti’nin bu kongreye murahhas olarak gönderdiği Mezararkalı Mevlüt ağa atıldı:
“Bu kongrenin işe başladığı günden bugüne kadar ağzımı açıp bir laf etmedim, dedi. Bu hakkımı ve bundan sonraki söz haklarımı yalnız bir defaya mahsus olarak bugün kullanmama müsaadenizi rica ederim.
Mevlüt ağa, asabiyetini sinirli tebessümlerinin altında saklayarak devam etti.
-Ben, dedi böyle çeşit çeşit mektepler görmüş, dünyanın altından vurup üstünden çıkmış adamlara öğüt verecek değilim. Sinirleri biraz yatıştırmak için halü maslahata uygun gördüğüm bir masalı anlatacağım. İsteyen güler, isteyen düşünür, istemeyen de çıkar gider…
Bir gün bir ilkbahar günü develerden, atlardan, katır ve eşeklerden ibaret büyük bir kervan, çıngıraklarını çalarak, zillerini öttürerek gelip çamurlu ve dik bir yokuşa dayanır. Dinliyorsun değil mi Karakin Efendi…
Kervan uzun bir moladan sonra yokuşu çıkmaya başlar. Çamur dizde, yükler ise ağırdır. Habire ha, düşe kalka, ter ve çamur içinde, biri deve biri de eşek iki hayvan hariç, diğerleri yüklerini tepenin başına çıkarabilirler. Yalnız bu iki hayvan, yürümem de yürümem de çamurlara gömüldükçe gömülürler. Koca kervan bunları bekleyecek değil ya… Tepeye çıkanlardan birkaç hayvan getirip bunların yüklerini alırlar. Deve ile eşeği çamurların kucağına bırakıp giderler.
Deve ile eşek, geceyi çamurun içinde geçirir, dinlenirler. Ertesi sabah gözlerine yolun kenarındaki taze bahar otları ilişir. Boyunlarını uzatır, gövdelerini çeker, yavaş yavaş otlamaya başlarlar. Bir iki saat sonra ayağa kalkabilirler. Nihayet titreye titreye yanı başlarındaki çiçekli vadiye inmeye muvaffak olurlar.
Beş gün on gün yerler, içerler keyifleri yerine gelir. Hoplamaya zıplamaya başlarlar. Eski hallerinden daha sıhhatli daha kuvvetli bir hale gelirler.
Başka bir gün gene attan, deveden, katırdan ve eşekten ibaret bir büyük kervan yokuşu çıkmaya başlar. Çıngırak sesleri, at kişnemeleri ve eşek anırmaları bizim deve ile eşeğin kulaklarına kadar gelir. Eşek duramaz, deveye sokulur,
Deve kardeş der, benim keyfim yerine geldi, anıracağım.
Deve o güzel gözleri ve yalvaran bakışlarıyla eşeğin yüzüne bakar,
-Aman kardeş der, sakın öyle bir şey yapma. İçinden gelse bile kendini tut. Sesini çıkarma. Zorun ne? İşte Allah’ın bu kimsesiz cennetinde başıboş istediğimiz gibi yiyip içiyor, hoplayıp zıplıyoruz. Anırıp da ne kazanacaksın? Dinliyor musun Karakin Efendi?
Deve daha yalvarmasını bitirmemişti ki eşek üst perdeden arınmaya başladı.
Meğer kervanın da yorulan ve yükünü yokuşun başına çıkaramayan bir mekkaresi varmış. Kervancılar bu dertlerine derman arıyorlarmış. Vadiden gelen eşek sesini işittikleri zaman hemen koşup eşekle deveyi yakalamışlar, yarı yolda kalan yüklerini bunlara yüklemişler.
Fakat devenin arkadaşı olan eşek, hem ham hem tavlı olduğu için yokuşu çıkarken yorulmuş. Mekkâreciler bunun yükünü alıp deveye yüklemişler. Fakat eşek ya yorgunluğundan ya da –sözüm ona eşekliğinden- gene yürümemiş. Mekkareciler bu gösterişli eşeği orada bırakmaya kıyamamışlar. Eşeği de devenin üstüne yüklemişler. Dinliyorsun değil mi, Karakin Efendi…
Zavallı deve bu ağır yükün altında yürüyüşüne olanca takat ve kuvvetini sarf ederek bir müddet devam etmiş. Kervan bir uçurumun kenarından geçerken artık tahammülü kalmamış. Uzun boynunu uzatıp sırtında keyif çatan eşeğin yüzüne bakmış,
Eşek kardeş, demiş ben oynayacağım. Eşek,
Aman deve kardeş demiş. Ben senin sırtında zaten eğreti duruyorum. Sen oynarsan ben şu uçurumlara yuvarlanır parça parça olurum. Aman ha! demiş. Deve, o kadar yalvarmalarıma rağmen sen beni dinlemedin, anırdın. Neticede ben bu hale geldim. Sen de sırtımda keyif çatıyorsun. Artık amanı zamanı yok. Sen nasıl beni dinlemedin anırdınsa ben de seni dinlemeyecek anıracağım, der.
Deve zıplamaya başlar ve eşek uçurumlardan aşağıya uçup parça parça olur.
Mevlüt ağa sözüne devamla, Karakin Efendi, benim okuyup yazmam yok. Fakat bu adamların teklifinde kabul edilmeyecek bir şey olmadığı meydanda. Koca bir milletin ağzı tutulmaz da ondan daha koca bir milletin kulaklarına kurşun mu akıtılır? Daha ne istiyorsunuz? Meşrutiyetin ilanından bugüne kadar keser hep sizin tarafınıza yonttu. Şimdi bu adamların istedikleri, “İtilâf devletleri aleyhine harbe girmeye mecbur olursak bizden ayrılmayınız…” dan ibarettir. Bundan daha doğru yol olur mu?
Sizden rica ediyoruz. Bu tufandan birbirimizi boğazına atılarak değil, birbirimize dostça sarılarak kurtulmanın çaresini arayalım. Ecnebi devletler, kendi menfaatlerine hizmet edecek uşak arıyorlar. Ne bizim ne de sizin elinizden dostça tutacak değiller. Bu adamların gösterdikleri doğru yoldan ayrılıp da deveyi uçurumun başında oynamaya mecbur ederseniz vallahi billahi paramparça olursunuz, dedi.
Celse kendi kendine bitmişti. Azaların çehreleri kıpkırmızı ve sapsarı kesilmişti. Salonu birer birer terk ettiler. Ben kalktım, Mevlüt ağayı yanaklarından ve sakalından öptüm, öptüm…”
* Nazım Ören, Şark İstiklâllerimiz Sahnesinde Yakın Tarihin Dersleri, Işıl Matbaası, İstanbul (Tarihsiz).
Son bir not:
Devlet uçurumun tepesinde üstündeki yükten kurtulmak isterse bizim halimiz nice olur? Bir düşünün derim…
Kalın sağlıcakla.
Hasan Öztürk - Haber 7
hasan.ozturk@ulketv.com.tr
Yorumlar25