“Hak verilmez alınır” mı?

  • GİRİŞ01.05.2012 09:17
  • GÜNCELLEME01.05.2012 09:17

Türkiye’de neden “sınıf sendikacılığı” neş-u nema bulamamıştır?

Ya da memleketimizde neden sendikalar “ücret sendikacılığı”ndan kurtulamamıştır?

Veya Hak-İş gibi bazı sendikaların 90’lı yıllardan itibaren bir sivil toplum kuruluşu olarak faaliyet gösterme eğilimi ne kadar karşılık bulmuştur?

Anladınız bugünkü konumuz 1 Mayıs İşçi Bayramı ve Türkiye gerçeği..!

Lafı eveleyip gevelemeden söyleyeyim…

Geleneği olmayan hiçbir oluşumun şansı yoktur!

“Batı’da var; biz de olsun” diyerek devlet eliyle oluşturulan tüm kurum ve kuruluşların nasıl bir “kök” sorunu yaşadığını burada anlatacak değilim.

“Hak verilmez alınır” sözünün sadece afilli bir slogan olduğunu zanneden işçi temsilcilerinin “sanayi devrimi yaşamamış” bir toplumda sendikacılık yapma isteğini de zaten hep yadırgamış biriyim…

Dahası, “işçi hareketleri” denen olayların memleketimizde bir “devrim”e ya da “hak alma” mücadelesine değil de daha çok düzenin devamına yaradığını da bilen biriyim.

Lakin, 1 Mayıs özelinde anlatmaya çalıştığım, sendikal hayatımızın neredeyse tamamının, “devlet”e ya da “işveren” e rağmen bir hiç olduğu gerçeğidir.

Sendika ağalığı meselesi  ya da sarı sendikacılıksa bu yazının konusu değildir…

İŞÇİ SINIFI VE ÖĞRENCİLER

27 yıl önce hocam Prof.Dr Ahmet Taner Kışlalı’dan öğrenmiştim ilkin

“Halk hareketlerinin sokaktaki insan unsuru öğrenciler ve işçilerdir” derdi; bombalı saldırıda hayatını kaybeden hocam Kışlalı..!

Zira kaybedecekleri dünyalık” pek bir şeyleri yoktur bu iki grubun.

O nedenle, dünyanın her yerinde olduğu gibi ülkemizde de bu iki grup üzerinden güç devşirilmeye çalışılmıştır hep.

Lakin bizim ülkemizde olanların diğerlerinden belirgin bir farkı vardır!

Dünyada değişimin öncüleridir, biz de statükonun devamını isteyenlerin payandaları…

Öyle olmasaydı, 68 Kuşağı’nın dünyadaki iz düşümleri ile Türkiye’deki izdüşümleri arasında bu kadar fark olur muydu bir düşünün!

xxx

KISSADAN HİSSE

Kendini devrimin ateşinde yaktığını sanan “samimi” devrimciler de

Ülkeyi “komünizme karşı koruduğunu sanan” samimi milliyetçiler de

“La şarki la garbi cumhuri İslami” (Ne doğu, ne batı İslam cumhuriyeti) diyen İslamcılar da

Son noktada samimiyetlerinden bir şey kaybetmemiş olsalar da, “düzenin devamı”na hizmet etmekten başka bir şey yapamamışlardır bu ülkede!

Çünkü, bu ülkede köksüzdürler, geleneksizdirler…

xxx

1 Mayıs İşçi Bayramı nedeniyle bugün Taksim’i, Tandoğan’ı ya da bilmem hangi meydanı dolduracak olan “samimi” insanların da son noktada müesses nizama hizmet ettiklerini söylersek yanlış olmaz.

Sokakları ateşe veren de, cam çerçeve indiren de, bu söylediklerime dahildir.

Zira bir büyük ilin bir güçlü valisinin bir gün söylediği şu cümle kulaklarımda çınlamaktadır hâlâ:

“Bütün bu marjinal gruplar bilinmektedir. Toplumun gazı alınmaktadır..!”

O kendinden geçercesine kaldırım taşlarını iş yerlerinin camlarına atan gençler ya da tek tip kıyafetlerle askeri nizam içinde yürüyüşe geçenler de son noktada “gaz alınmak” için müsaade edilenlermiş meğer.

O halde, baştaki üç sorunun cevabını vermektir sırada olan!

Sınıf sendikacılığı yapılamaz çünkü Türkiye’de bir sınıf oluşmamıştır!  

(Elitist oligarji müstesna)

Sendikalar ücret sendikacılığının dışına çıkamamıştır çünkü, temsil ettikleri ücretli kesimin onlardan başka bir beklentisi yoktur!

Sivil toplum kuruluşu olarak toplumsal değişime katkı vermek isteyen sendikaların durumuna gelince, en son anayasa tartışmalarında ne kadar yer aldıklarına bakmak bile yeterlidir!

Bu vesile ile 1 Mayıs İşçi Bayramınızı tebrik ediyorum tüm proleterler!

Kalın sağlıcakla.


 

Tirat atan tiyatrocular

Dükalıklar; derebeylikleri…

Kendinden menkul güç odakları…

Milletten kopuk; millete rağmen var olagelmiş kurum, kuruluş ve kişiler..!

Beslendikleri kaynağı reddeden; hor gören, aşağılayan kafalar..!

Jargon ile “sanatçı” kimliğine sahip olduğunu sanan kifayetsizler…

Güç devşiren; tehdit eden…

Asalaklığı huy edinenler…

Mahalle baskısını iyi bilenler..!

Tanıdığım ve tanımaktan büyük onur duyduğum birkaç sanatçı dostum için söylediğim sözü burada nakletmek istiyorum.

 “Dünyalar durdukça durasınız! Sizin salınıp gitmeniz bile bizim içim nimettir!”

İşte onlar müstesna…

Ya da “Allah’ın her millet için lütfettiği sezgi dolu zihin dünyalarıyla hayatımızı aydınlatan” sanatçılar bir tarafa…

“Şehir Tiyatroları” etrafında oynanan tiyatroya bir çift söz ile katkı vermek hakkımdır!

Türkiye’deki siyasal iktidar eliyle yaşanan değişim (iyi ya da kötü demiyorum) eninde sonunda “sanatçı tayfası”na da uzanacaktı.

12 Eylül 2010 referandumuyla Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu denen dükalığı bile yerle bir eden değişim rüzgarı, kendilerine bahşedilmiş özel alanlarıyla “keyif süren” tiyatroculara uzanmayacağını düşünmek ham hayal olurdu.

Uzun lafın kısası, Magna Carta anlaşmasının özündeki, “Para veriyorsam yönetime dahil olmalıyım” diyen burjuvazinin kralın hükümdarlığına ortak olma meselesi neyse…

“Verdiğim paranın nereye gittiği konusunda söz söylemek istiyorum” diyen kamu otoritesinin çıkışı da odur.

Siz özerk olmayı beceremediniz bakalım özel olmayı becerebilecek misiniz?

Tirat atmaktan vazgeçin de bir görelim!

Hasan Öztürk / Haber 7
hasan.ozturk@kanal7.com

Bu yazıya ilk yorum yapan sen ol

Haber7 Mobil Sayfa Banner'ı Kapat