Kendi ölümüne tarih düşen şair
- GİRİŞ18.09.2024 09:07
- GÜNCELLEME20.09.2024 09:52
Eylülün hüzün ayı olarak meşhur olması boşuna değildir. Dallardan yaprakların solup düştüğü gibi nice canlar da bu ayda hayata veda etti; işte onlardan birisi de Şair Olcay Yazıcı’dır.
Yazıcı, eylül üzerine çok sayıda şiiri bulunan kitabının adını bile “Eylül’ün Kırdığı Gül” koyan kırılgan şairdi. Ayrıca hüzün üzerine en güzel denemeleri kaleme alan bir hüzünkârdı.
Kendi ifadesiyle hem lirik, hem estetik, hem mistikti. Gayrıya dirençli görünse de bir o kadar da muzdaripti. Bir yanı hep kırıktı, şiirini fazlasıyla besleyecek kadar içinde acı vardı.
Eylülü de hüznü de içinde bu denli güçlü bir şekilde yaşayan nahif şairin, bir eylül gününde göçmesi, kaderin bir cilvesi olsa gerek.
Edebiyat tarihimizde, asude bahar ülkesine yolculuğa çıkan birçok şairin ölümüne tarih düşürdüğü bilinir. Bunu ilham olarak da keramet olarak da görenler var. Bize öğretilen ise şudur: Hikmet ehlinin işine karışılmaz.
Kudretli şairimiz: “İdrâk-i maâlî bu küçük akla gerekmez / Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez.” diye boşuna söylememiştir.
Hüzün şairi sıfatını kendisine kolaylıkla verebileceğimiz Yazıcı da yazdığı eylül şiirleriyle bir anlamda kendi ölümüne tarih düştü.
Kederini kalbine kaydettiği, acılarını yıllarca içinde hissettiği nice vatan evladının kaderini etkileyen 12 Eylül’de ahirete göçmüştü. 12 Eylül, Anadolu çocukları için sıradan bir tarih değildir.
İrfan ehlinden bir ağabeyimiz cenazede, “Sıra dışı bir insan olan Yazıcı’nın sıradan bir tarihte ölmesi zaten beklenmezdi. 12 Eylül’ü yaşayanları da yaşatanları da bundan sonra derviş yürekli yiğit kardeşimiz Olcay’ı da unutmayacağız” demişti.
Geçen gün kültürün, kültür kurumlarının ve kültür adamlarının yakın dostu, Zeytinburnu Belediye Başkanımız kıymetli Ömer Arısoy Bey, alicenaplık göstererek Olcay Yazıcı’yı kabri başında ziyaret edip, merhumun hayatına dair video yayınladı.
Türkiye’ye değer katan fikir ve edebiyat adamlarının adını bile duymayan müteahhitlerin, neredeyse bütün belediye başkanlıklarını işgal ettiği ülkemizde Arısoy’un bu vefası, gözlerimizi yaşarttı.
Bir belediye reisinin çıkıp on dört yıl önce vefat eden bir kültür adamını hatırlaması ve hatırlatması takdire şayan bir durum. Artık yaşanılan olumsuzluklara değil, yaşadığımız olumlu bir davranışa hayret eder hale geldik. Allah sonumuzu hayır etsin.
ÖLÜMDEN NE KORKARSIN, KORKMA EBEDİ VARSIN
Kozluk Mezarlığı’nın ebedî sakini olan Olcay Yazıcı, her nefesini “bilme ve olma” gayretinin içinde harcadı. ’’Herkes öldü biz de öleceğiz. Tek derdim, ölmeden evvel yazmak istediklerimi yazmak, okumak istediklerimi okumak” dese de ömrü okumak istediklerine de yazmak istediklerine de vefa etmedi.
Allah temiz kalbine doğurmuş olacak ki vefatından kısa bir süre önce rehberindeki hemen herkesi telefonla arayıp helalleşti. Beni aradığında, “Bir anda göçeriz, helalleşmeye fırsatımız olmaz hakkını helal et kardeşim” demişti. Ben de Allah korusun ağabey, daha yapacak çok iş var acele etme demiştim. Bu konuşmamızdan saatler sonra şehirlerarası yaptığı yolculuktan, ebedi yolculuğa çıktı.
Mezar taşına vasiyeti üzerine çok sevdiği derviş Yunus’un “Ölümden ne korkarsın, korkma ebedî varsın” şiiri yazıldı. “Hesaba çekilmeden önce, hesaba çekilmek lâzım” şuurunda yaşayan Yazıcı, kul hakkına son derece riayet ederdi.
Kültür dünyasında çok sevilen simalardan biriydi. Ardından herkes güzel şahitliklerde bulundu. Türkiye Yazarlar Birliği’nde yaptığımız anma programında, mana sultanlarımızdan İbrahim Hakkı Hazretleri’nin kıymetli torunu Belkıs İbrahimhakkıoğlu Hanımefendi hepimizin hislerine tercüman olacak şekilde şöyle anlatmıştı Yazıcı’yı:
“Dünyaya hüzünlü bir selamla gelip, hüzünlü bir selamla veda eden kervanın yolcularındandı. Yüz ifadesinde, uzaklara, özlediği âlemlere bakan bir ifade sezerdim. Bir ayağıyla bu toprakların evladıydı ancak ruhuyla hep uzaklardaydı. İdeal insan modelini taşırdı, arkasında çok güzel hatıralar, intibalar bırakarak bu dünyaya veda etti.”
DİN VE DİL DAVASI
Gazetecilik ve dergicilikte de başarılı bir geçmişi olan Olcay Yazıcı, cemiyeti ayakta tutan ve yığını millet yapan iki ana unsur olan “dinin ve dilin” müdafilerindendi.
Tasavvuf büyüklerinin tavsiyeleri ve örnek hayatlarından ilham alarak kendisine bir yol çizen, dindarlığını dışa yansıtmaktan ziyade, içsel derinleşmeyi tercih eden bir anlayışa sahipti. Dindarlığı, dilden hale çekmeyi başaran nadir edebiyatçılarımızdandı. Halini halka göstermek yerine, Hakka arz ederdi. Pırıl pırıl bir Müslümandı. Radikal dini anlayışlardan fersah fersah uzaktı. Dini alana musallat olan fanatizme karşıydı.
Orta yoldan yani istikametten hiçbir zaman ayrılmadı. Yüzlerce edebiyatçıyla uzun yolculuklar yapmış birisi olarak, namaza onun kadar düşkün, onun kadar hassasiyet gösteren hiç kimseyi tanımadım. Namaz vaktinin geldiğini, okunan ezandan önce onun hareketlenmesinden anlardık. Bulunduğu her platformda dinin propagandasını yapan İslamcılığın kitabını yazan anlı şanlı ağabeylerimizde bile göremediğim ibadet aşkı vardı onda.
Bu yönünü de saklar, kimseye yansıtmaz ve dikte etmez, kendi halince yaşardı. Haline vakıf olanların anlayacağı bir derinlikte, manevi deryalara dalardı. Ahirette, aşkla kılınan o namazların kendisine şahitlik ettiğine yürekten inanıyorum.
Din konusunda olduğu gibi, dil hususunda da hassasiyet sahibiydi. Ona göre toplumun temeli olan dil, sağlam bir zemin üzerine inşa edilmezse ilk depremde yıkılır, büyük hasarlar alırdı. “Topraklarına gül ekmeyenler başkalarının ektiği ısırganla ağızlarının tadını kaybederler” derdi.
Dili pervasızca kullanan aydınlara karşı sözünü esirgemezdi. Dil idrakine sahip olmayan, dil şuurunu kazanamamış kimselere aydın demekle, “aydın” kavramına hakaret etmiş olacağımızı söylerdi. Dile beka açısından yaklaşır, “Dil giderse il de gider” sözünü levha yaptırıp, okullara asmamızı isterdi.
Dil üzerine derin bir vukufiyeti vardı. Öğretmen ve öğrencilere, Türkçenin kokusu ve dokusuna vakıf olmak, dilimizin cevherini keşfetmeleri için Yunus Emre’nin diriltici şiirine yönelmelerini salık verirdi. Dilimizin iklimine girmek isteyenler için, Karacaoğlan ırmağına dalmalarını söylerdi.
Türkçe’nin büyük ustalarını tanımadan ve okumadan eser verenlere sitem eder, kuru metinlerin okuyucunun ufkunu daraltacağını vurgulardı. Dil estetiği üzerine uzun makaleler kaleme aldı. Yine bu konuda radyo programları yaptı. Türkiye’de dil estetiği üzerine fikir üreten az sayıdaki aydından biriydi.
ESERLERİ YAYINCISINI BEKLİYOR
Sevdalısı olduğu Türkçeye her açıdan hizmet etti. Dilimize Kitapsız Toplum, Tartışmayı Tartışmak, Nemrut Ateşi, Hüzün Yazıları, Yaralı Küheylân ve Ateşi Uyandıran Şiirler, Çocuklar Vatanında Büyüsün, Bulut Çocuk, Suyun İki Yakası, Erguvan Uğultusu, Irmaklar Sonsuza Akar, Büyük Gün isimli niteliği tartışılmaz çok kıymetli eserler kazandırdı.
Ülkemizin fikir edebiyat ve sanat ustaları ile derinlikli ve kaliteli mülakatlar yaptı. Irmaklar Sonsuza Akar isimli kitapta toplanan bu konuşmalar, Türkiye’nin son yüzyılının fikri birikimini göstermesi açısından son derece önemlidir.
“Hâl”inde hüznü daima koruyan yazıcı, Hüzün Yazıları kitabında iç dünyasının fotoğrafını çekmiştir. Hüzün yazıları, eserden öte bir şaheserdir, okuyanlar bana hak verir.
Olcay Yazıcı’nın kitaplarının baskısının olmaması, içimizde bir yaradır. Yıllardır, bir yayınevimizin çıkıp bütün kitaplarına talip olmasını bekliyoruz.
Olcay Yazıcı imzalı, derinlikli eserlerin okuyucuya ulaşmasını bir kültür ödevi olarak görecek hamiyetperver yayıncıları arıyoruz.
GELENEĞE BAĞLIYDI
Türk tefekkürünün içinde ve milli duruş çizgisinde büyük rüyaları olan bir insandı. Vatan kurtarma idealini, özünde samimi bir şekilde canlı tutan, idealist nesillerin son temsilcilerinden biriydi. Kalbi, saf duygularla örülü tertemiz bir insandı. Memleketin düşmanlarından başka düşmanı yoktu. Bölücülüğe ve İhanete tahammül göstermezdi.
Kültür ve medeniyet hafızamızı tekrar tazeleyerek, gelenekten beslenip geleceği inşa edebiliriz düşüncesindeydi. Geleneğe bağlı olmasına rağmen, çağdaş şiirler yazabilen bir şair olmakla birlikte, milli kalarak evrenseli yakalayan bir ufka sahipti.
ŞİİR ŞEHİR İSTANBUL’A AŞIKTI
Şehir şuuruna sahip bir şairdi. Köylülere değil ama köylülüğe düşmandı. Şehir kültürünü yaşayan ve yaşatan şahsiyetlere hürmet beslerdi. Tanışma fırsatı bulduklarını mutlaka ziyaret eder, röportajlar yapardı.
Şehri taş ve betondan ibaret, cansız bir varlık olarak görmeyen Olcay Yazıcı, gönüller sultanı Yahya Efendi’nin de hayata gözlerini açtığı Sultanşehir Trabzon doğumluydu. Bütün Trabzonlularda olduğu gibi onda da Karadenizlilik damarı güçlüydü. Trabzonlu olmaktan gurur duysa da hayranı olduğu şehir İstanbul’du.
Gündüz hayâlinde, gece rüyasında yaşattığı Şehirler Sultanı İstanbul’la 1965’in kışında tanıştı. “İstanbul Şiir-Şehir!” benzetmesini ilk yapan kişiydi. Dersaadet’e sevdalıydı. İstanbul’a şiir yazan büyük şairlerin arasına girmeyi bir mertebe sayardı.
Şiir geleneğimizde naat yazmak nasıl kutlu bir hedefse, payitahta şiir yazmak da öylesine kutlu bir uğraştı onun için. Eşsiz güzelliğine âşık olduğu ve rüyalarını süsleyen İstanbul için, “Şiiri Yazılamayan Şehir” şiirini yazdı.
İstanbul’un manevi cephesine sık atıflarda bulunurdu. Şehri bir “taş, mermer ve çelik yığını” olarak görmez, kutlu beldenin mistik yanlarını yani ruhunu hissetmek gerektiğini söyler, İstanbul’da yaşayıp İstanbul’u yaşayamayanlara acırdı.
VATAN SEVGİSİ
Medeniyetimize mensubiyet duygusu ve milletimize aidiyet şuuru yüksekti. Coğrafyanın hangi saiklerle vatana dönüştüğünün idrakinde bir vatan evladıydı. Bu sebeple sarsılmaz ve tartışılmaz pırıl pırıl bir vatan sevgisine sahipti. Kaybede kaybede elimizde kalan son torak parçası olan Anadolu’yu muhafaza ve müdafaa etmeyi milli bir vazife olarak görürdü.
Mensubu olduğu memleketin sevgisini, her zaman kalbinin derinliklerinde hissederdi. Milletimizin şerefli mazisine, erdemli insanlarına ve medeniyet perspektifine hayranlık duyardı.
Yeniden eski asil günlerimizi yaşayacağımıza ve her alanda üreterek iç dünyamızı güzelleştirip kâmil bir ahlakı kuşanarak dirileceğimize yürekten inanırdı. Sert eleştirileri olsa da asla ümitsiz değildi. Bazı şeyler dün başarılmışsa, yarın da mutlaka başarılabilirdi.
Milletimize inancı tamdı. Kargaşa ve kaos çıkararak doğu toplumlarını çöküşe götüren Batı emperyalizmine karşı, mukavemet gösterebilecek sağduyuya sahip olduğumuzu söylerdi.
Türk dünyasının ağabeyliğini, İslam dünyasının hamiliğini üstlenecek güçlü Türkiye’nin önünün açık olduğunu dile getirir, bu anlamda en büyük sorumluluğun aydınlarda ve siyasetçilerde olduğunun altını çizerdi.
BATI EZİĞİ DEĞİLDİ
Şark irfanının, garbın aklından daha üstün olduğunu söyler, “Yeter ki kaybettiğimiz özgüvenimizi yeniden kazanalım” diye eklerdi. Ruhunu kaybeden insanlığın “eminliği, saadeti, sükûneti ve huzuru” ancak bizim medeniyet anlayışımızla tekrar kazanmasının mümkün olacağı görüşündeydi.
Akif’e küçük bir itirazda bulunarak, insanlığın esenliği için çağın değil, öncelikli olarak Batı’nın idrakine İslam’ı söyletmemiz icap ettiği inancındaydı.
Bunun mümkün olup olmadığını sorduğumda, “Sağlam bir kadro kurulup her alanda dört dörtlük insanların iş başında olması şartıyla, elbette mümkün” derdi.
Batı medeniyetinin işgal ettiği topraklarda yaptığı sömürü, yağma ve katliamların sükûneti, saadeti ve ebedî huzuru nasıl yok ettiği, artık saklanamaz bir gerçek.
Olcay Yazıcı, gerçek ve yerli aydınların, Batı’nın zahirî cazibesi ve maddî ihtişamına kapılan kapıkullarından olmayı kabullenemeyeceklerini iddia ederdi. Öte yandan, ülkemizdeki bazı aydın yabancılaşması tanımına uygun hareket eden ve Türkiye düşmanı olan solcu aydınların, Batı’nın gönüllü taşeronu olduğunun bilinmesi hususunda hassastı. İki yüz yıldır peşinde koşturulduğumuz “muasır medeniyet seviyesinin” bir yalandan ve halüsinasyondan ibaret olduğunu vurgulardı.
Bize parıltılı bir şekilde gösterilen Batı’nın iç yüzünü biz hemen yanı başımızda Irak’ta, Suriye’de, Filistin’de ve daha birçok yerde gördük. İşte bu sebeplerden dolayı, yerliliğin kitabını yazan merhum Yazıcı, kendi deyimiyle hiçbir zaman “Batı eziği” ve “ağyar hayranı” olmadı.
Fiziki düzendeki görkeme rağmen, metafizik açıdan Batı’nın perişan olduğunu iddia ederdi. Kendi ülkesine, kendi âli medeniyetine düşmanlık eden talihsizlere acırdı Yazıcı.
ZORLUKLARLA MÜCADELE
İçinden çıktığı topluma değer üretme derdinde olan birçok münevver gibi, ömrünün son yılları, ekonomik zorluklarla mücadeleyle geçti.
İlme âşık, kitaplara sevdalı; yazmaya delicesine bağlı olmasına rağmen, kafası hep geçim derdiyle meşguldü. Çalıştığı kurumlarda olağanüstü performans göstermesine ve vücudunun bütün zerreleriyle iş ahlakına sahip olmasına rağmen, “kimsenin adamı” olmamasının bedelini fazlasıyla ödedi.
“Ne okuyor ne yazıyor ve hangi eserleri yayına hazırlıyorsun?” diye sorduğumda şu acı cevabı vermişti:
“Ekonomik problemler, bütün insanî fonksiyonlarımızı, görev ve sorumluluklarımızı düşünmemiz gereken bir yaratık olduğumuzu bize unutturur hâle geldi.”
Nice akademisyenin makalesine ve tezine dokunuşları vardı. Hangi konuda istenilse, o konuda müstakil eser verecek bir müktesebata sahipti. Nitekim İstanbul Ticaret Odası’nın çoğu kitabında onun imzası vardır. Bir harf hatasına bile tahammül edemeyecek titizlikteydi. O sebeple, hazırladığı sempozyumlara alelade metinler gönderen Türkçe fukarası profesörlere, çekinmeden eksiklerini söylerdi.
Söyleyeceğini yüze söyleyen bir tabiatı vardı; sözlerini içinde tutamazdı. Bu sebeple eleştirdiği insanlar bile samimiyetini anlar, başka bir niyet taşımadığı için özür diler, hatasını düzeltirdi. Sık sık “Kardeşim bu yarım hocaların yetiştirdiği çocuklara acıyorum. Önce bunları eğitmek gerekiyor” derdi.
Anormalliklerin normal görünmesine, fikrin, sanatın ve edebiyatın, kemâle erdirici bilgiden ziyade, bir tüketim aracına dönüştürülmesine isyan ederdi.
Siyasetin bayağılaşmasından da kültürel kuraklıktan da müştekiydi. Halka menkıbe anlatan hocaların, anlattıkları o hâl ile hâllenmemelerine kızardı.
Olcay Yazıcı, şiirleri gibi güzel bir hayat yaşadı. Sanata, edebiyata, siyasete topluma güzelliğin ve faziletin hâkim olması için çabaladı.
Devlet düşmanlarından başka hiçbir zaman ötekisi olmadı. Millî-manevi değerlerimize sahip çıkan herkesi sahiplendi, kendisinden bildi. Milli hassasiyeti de İslami hassasiyeti de kararındaydı.
Terazisi şaşan imkân sahiplerine değil, her daim hakikati dillendiren ehl-i irfâna yakın durdu.
RAHMET NİYAZIYLA
Hayat gibi yazı da hızla akıyor. Hatıralar zihnime hücum ediyor. Yazacak çok şey olsa da biliyorum bir yerde durmam gerekiyor. Hatıralara girsek, şairliğine, şahsiyetine, yazarlığına, gazeteciliğine ve dergiciliğine de değinsek, yazı uzadıkça uzayacak.
Zaten bu yazıya sağlam bir düşünce, sahih bir inanç ekseninde şahsiyetli ömür süren bir şairin, dua niyetine yâd edilmesi ümidiyle başlandı; o niyetle de nihayete erdirelim.
Cenab-ı Allah makamını âli etsin
Yorumlar9