Eriyen aidiyetler, eşiğimizdeki riskler
- GİRİŞ03.07.2024 08:41
- GÜNCELLEME04.07.2024 09:50
Dünyada dönüştürücü olayların yaşandığı günlerin içindeyiz. Bu dönüşümler adeta bir sel hatta tsunami felaketi gibi içine aldığı toplumları ve ayrı ayrı bireyleri kahır ekseriyetini sürüklüyor hem mahiyetlerini dönüştürüyor hem de şiddetine direnenlerin üzerine kara bir bulut gibi çöküyor. Bu dönüşüm ilk başta tüm dünyayı etkileyen bir büyük dominant dalga olarak tezahür ediyor. Farklı ülkeler ve toplumların aklı eren kanaat önderleri, aydınları ve büyük inşacı siyasetçilerini dinlediğimizde aynı şikayetleri duymamız ve aynı sağduyulu yaklaşımları görmemiz olasıdır.
Büyük dönüşümlerin en sert etkilediği toplumsal bağlar aidiyet bağlarıdır kuşkusuz. Aidiyet bağları,toplumdaki bireyleri, cemaatleri, sosyal ilişkileri birbirine bağlar; ekonomik, siyasi ve sosyal yaşamın sağlıklı işlemesi için hem irtibat fonksiyonu hem de sapmalar oluşması durumunda ana kriterlerin taşıyıcısı rolünü üstlenirler.
Hiç kuşkusuz aidiyet bağları toplumlara göre farklı değerler, kaynaklar üzerine otururlar. Avrupa’nın Güneyinde tarih boyunca Katolik Kilisesi ve Kuzeyinde ise önce Germanik tanrılar ve inançlar sonrasında ise Protestan kilisesi, Avrupa’nın dış sınırından Çin’e kadar olan bölgede ağırlıklı olarak İslam ve diğer dinler, Çin ve ötesinde ise Uzakdoğu inançları egemen olmuştur. Ancak, tarihi süreçte her toplum aynı kalmamış, daha güçlü ve rasyonel aidiyet bağları oluşturmak için bir kısım değişimleri tetiklemiştir. Haçlı Seferleri döneminde bütün rasyonaliteyi, tekniği, siyaseti, bilimi dinin emrine veren Avrupa Rönesansı sonrası dini yeni uygarlığın bir bileşeni kabul etmekle birlikte artık bilim ve rasyonaliteyi başat muharrik güç kabul etmiştir. Kuzeyimizdeki Rus Çarlığı ise imparatorluk enstrümanları içinde Ortodoks kilisesini, Slav milliyetçiliğini başarılı bir şekilde mezcetmiştir. Bunun ne kadar başarılı bir proje olarak gerçekleştirildiğini anlamak için Kafkasya’daki direniş hareketlerini nasıl bastırdığını, Kafkas etnisitelerini adeta bilimsel literatüre girecek derecede iyi yönettiğini, hatta 1. Dünya Savaşında karşımızda Türkmen Tümenlerini istihdam ettiğini fark etmek yeterlidir. Ancak, aidiyet bağlarını Bolşevizm Devrimi sonrası oluşturduğu yeni nizamda görmek mümkündür. Bu nizamda artık milliyetler, dinler, farklı kültürler, vb Komünist ideoloji merkezinde eritilmiştir. Artık bu dönemde farklı milliyet ve aydınlardan doğal aidiyetlerini koruyarak Sovyet ideolojisini ana aidiyet olarak kabul edenler çıkmıştır. Bu dönemin en ciddi sınaması kuşkusuz 2. Dünya Savaşında olmuştur. K. Stalin’in “rejim muhaliflerine” yönelik yürüttüğü acımasız ve irrasyonel tasfiye harekatı sonrası Sovyet Devleti ve Kızılordu ciddi bir yönetici kadro eksikliğiyle karşılaşmıştır. Durumu gören Stalin ve Çelik çekirdek Nazi ordularının yarattığı tehlike karşısında 1940 yalında bir af ile bazılarını göreve iade etmişlerdir. Ancak, bu yetmemiş Nazi ordularının ilk saldırıları karşısında Kızılordu hezimete uğramıştır. Ancak, Ukrayna gibi işgal edilen bölgelerde Nazilerin ciddi hataları ve işgal edilen ülkenin halkıyla aidiyet bağı kuramamaları ve Sovyet bürokrasisinin kendini toplamasıyla daha sonra kendine Sovyet Mareşalliği verilen Konstantin Rokosovski gibi sıradışı büyük generallerin doğmasına yol açan süreç başlamıştır. Unutmayalım ki, Rokossvski işkence görmüş, çok sayıda dişini ve bir böbreğini işkence masasında bıraktıktan sonra Büyük Harbin Zuhov gibi en büyük komutanlarından biri olmuştur. Kendisinin şu sözü önemlidir: ’Polonya’da benim Rus olduğumu, Rusya’da ise Polonyalı olduğumu söylerler”. Bu nasıl bir aidiyet bağı restorasyondur ki, Savaşın ana cephelerinde general olarak, hatta Bagration Harekatında olduğu gibi Stalin’e muhalefet eden bir savaş planıyla savaşı yürütmüştür.
Aidiyet bağlarının özellikle savaş gibi olağanüstü dönemlerde daha fazla ön plana çıkmaları normaldir. Mesela profan kuşaklarına dikkat çekilen Çin özellikle 2. Dünya Savaşı öncesinden başlayarak bir ölüm kalım savaşı vermiştir. Kaybettiği insan sayısının 30-35 milyon olduğu iddia edilmektedir. Dönemin en mekanize ordularından olan Japon Ordusuna karşı verilen bu ölüm kalım savaşı adeta aidiyet bağlarının ciddi teste tabi tutulduğu bir savaş olmuştur. Elbette söyleşi bir savaşı bir olaya indirgemek doğru değildir. Binlerce sıradışı olayın cereyan ettiği görülmektedir. Ancak bu satırların yazarını hızla ilerleyen Japon Ordularını durdurmak için baraj kapaklarını açarak 700 bin civarında insanını kaybeden ancak Çin’in merkezini koruma harekatı çok etkilemiştir. Keza Japon ordusu ile anlaşma temayülü gösteren başkomutanın bizzat yardımcısı olan general tarafından öldürülmesi büyük bir sembol olaydır. Çinin iradesini kurmayı ana hedef olarak gören Japon Askeri siyasetini çözen başkomutan yardımcısı ülkesine aidiyetinin zirvesini görmüştür diyebilirim. Elbette ki, bu zirve hep böyle çatışma doğurucu değilidir. Bir aidiyet bağı da birbirlerine muhalif de olsalar komutan, devlet adamı ve aydının bir araya gelip, ortak aklı oluşturabilmelerini sağlamıştır.
Aidiyet bağlarının savaş veya olağanüstü dönemlerde ortaya çıkmasının bir nedeni de insandaki içsel dinamiklerin yanında devlet organizasyonunun bu bağları kullanmak istemesidir. Mesela 1. Dünya Savaşının hemen başında Cihadı Mukaddes ilan eden İttihat ve Terakki Tepe kadrosu modernleşme taraftarı, inançları olsa da yaşantıları ve sosyal ilişkileri açısından seküler profile yakındılar. Devletin bu fonksiyonunu en güzel anlatan metinlerden biri Stefan Zweig’a aittir. Avusturya Macaristan İmparatorluğunun savaşa giriş sürecini anlatırken tezat durumları da belirtir. Mesela savaşa girme kararı aniden verilmiş, bir anda basın organlarında o zamana kadar halkın alışık olmadığı haberler ve yorumlar çıkmaya başlamıştır. Devletin ciddi zorlukları olduğu aşikardır. Mesela savaşa asker çağırmak için yapılan çağrı 17 dilde yapılmıştır. Bunun yanında hangi konu hangi düzeyde ilgi ve sorumluluk konusudur sorusuna tam doğru cevap verilememektedir. Mesela aşçı olan teyzesinin kocası “Avusturya Macaristan İmparatorluğunun güvenliği Bosna Yeni Pazardan başlar” tezini savunmaktadır. “Halbuki aşçı olan bu eniştem harita üzerinden bile Yeni Pazar’ın nerede olduğunu bilmiyordu” der (Dünün Dünyası- Bir Avrupalının Anıları, Stefan Zweig). Nitekim, aynı ideolojik sorumluluğu taşımakla birlikte etkin organizasyondan mahurmuş imparatorluk ordusu genç bir devlet olan Sırbistan’ın ordusu karşısında ağır ve utanç verici bir yenilgi almıştır.
Aidiyet bağını görece sonradan oluşturan ABD ve Kanada gibi ülkelerin devlet reflekslerini ise rüşeym dönemlerinde analiz etmekte yarar vardır. 1. Dünya Savaşında Avrupa’ya gönderilen Kanada Birlik komutanları bizatihi cephede savaşmak istemişlerdir. Keza Avrupa’ya bu şekilde gönderilen askeri birlikler üzerinden farklı bir yeni dünya devleti kimliği ve aidiyeti geliştirilmeye çalışılmıştır. Bu eğilim 2. Dünya Savaşında zirveye çıkacaktır. Ancak, bu tür kararların alınmasının arka planında ciddi bir psikolojik, ekonomik, askeri ve siyasi savaşa hazırlık harekatının etkisi vardır. Özellikle 2. Dünya Savaşına Amerika’daki psikolojik hazırlık harekatı muhteşemdir. Bütün unsurlarıyla Amerikan gücü enstrümanlarını çalıştırmış, devasa bir nüfusu mobilize etmiştir. Ancak, bunun temelinde büyük bir sivil sanayii askeri sanayiye dönüştürme faaliyeti yürütülmüştür. Tarihin öngöremediği devasa bir askeri ekipman üretimi gerçekleştirilmiştir. Boyutunu anlamak için cepheye giden askerlerin 6 milyonunun eşinin askeri üretimde görevlendirildiğini, savaş boyunca 370 bin civarında uçak üretildiğini, vs sayabiliriz. Bu devasa faaliyetin arka planında aidiyet bağlarının takviyesi, bunun üzerinden ekonomik ve askeri faaliyetlerin organize edilmesi vardır. Kaldı ki, bu topyekun mobilizasyon meselesi Amerika’nın sivil bürokratlarında bile artık Amerikan İç Savaşından sonra iyi kavranmış durumdadır. Mesela Amerika’nın Osmanlı Devleti nezdindeki büyükelçisi 1914’te Enver Paşaya çıkarak “Devletinizin seferberlik hazırlık durumunu tamamlaması için 2 yola ihtiyacı var. Savaş kararınızı ona göre alın” dediğini belirttikten sonra “Ancak genç Enverin beni anladığını sanmıyorum” demiştir (David Fromkin; Barışa Son Veren Barış- Modern Ortadoğu’nun Yaratılması).
Aidiyet bağlarına ilişkin olarak bugünü nasıl analiz edebiliriz sorusuna gelince cevabın çok kolay verilemeyeceğini düşünüyorum. Aidiyet bağlarını öne alırsak, başta ifade ettiğimiz gibi dünya genelinde aidiyet bağlarının erimesi söz konusudur. Mesela aidiyet bağlarının bir enstrümanı olan dini inançlar küresel olarak gerilemektedirler. Bu gerileme mesela Katolikliğin çok koyu olduğu İspanya’da bile yüksek orandadır. Özellikle de yaşlılar ve gençler arasındaki eğilim büyük oranda dinsizlik lehindedir. Ancak, bu gerilemenin her zaman ve her yerde aidiyetler üzerinde olumsuz etki yaptığını söylemek mümkün olmayabilir. Ancak bu da bir önemli bir aidiyet inşası faktörüdür. Bazı ülkelerde özellikle gelişmiş olanlarında dinin yerini seküler ilişki pariteleri almış durumdadır. Ancak bu beşeri durumun savaş durumunda ne rol oynayacağını kestirmek mümkün değildir. Ancak, bizim ülkemiz gibi toplumsal değerlerin büyük oranda dini değerler temelinde geliştiği ülkelerde dini değerleri temsil edenlerin yozlaşması, değerler eğitiminin doğru verilememesi, küresel dönüşümlerden olumsuz etkilenme (Özellikle dijital dünyanın aşırılıkları), dinin araçsallaştırılması algısı gibi nedenlerle dinden uzaklaşma ciddi sonuçlar doğurma potansiyeline sahiptir. Günümüzde sosyal alana baktığımızda dini algıların zayıflaması bir yana yozlaşması, dönüşmesi, sapkınlaşması gibi farklı türevlerin geliştiğini görmekteyiz. Klasik kitaplarda yer alan tahkiki ve taklidi iman ayırımı ne kadar da uzaklarda kalıyor bugünün şartlarında! Eğer esaslı ilmi mukayeseli çalışmalar yapılmazsa bilimsiz, temelsiz, amelsiz yoğun vurguların tam aksi sonuçların doğuracağı gerçeğini unutmamak gerekir. Koskoca bir Avrupa Ortaçağı, Kuranda Yahudi ve Hıristiyanlık gibi diğer kadim din mensuplarının yozlaşmalarını Kitabın bizatihi kendilerine indirildiği topluluk dikkate almazsa, kendini hiç bu konuların muhatabı görmezse vahim bir yanlış yapılmış olur. Nitekim bunun yakıcı etkilerini ve sonuçlarını bugün el’an yaşıyoruz, görüyoruz.
Aidiyet bağlarının bir diğeri de ortak yaşanan aile, şehir ve vatan kavramları merkezinde oluşmaktadır. Konda’nın 2-3 Mart 2024 tarihinde gençler üzerinde yaptığı bir saha araştırmasının sonuçları yerinde fikir vericidir. 15 yaş üstü yetişkinlerin tercihlerindeki eğilim ve değişimleri tespit etmek üzere yapılan bu kamuoyu araştırmasında “Gençlerde sekülerleşme eğiliminin daha yüksek olduğu; gençlerin ve toplumun genelinin sadece beşte birinin özgürlük değerinin hayata geçirildiğini düşündüğü; her 10 gençten 7’sinin Türkiye’de çağdaş ve iyi bir eğitim sağlanamadığını düşündüğü; gençlerin % 56’sının imkanı olduğu takdirde yurtdışında yaşamak istiyor oluşu; 15- 24 yaş aralığında bu oranın % 60’a ulaştığı; modern gençlerinin % 62’si geleneksel muhafazaların da % 50’sinin yurtdışında yaşamak istediği” sonuçları ortaya çıkmıştır. Ülkenin en dinamik kesimlerinin % 60 bunların da en muhafazakar olanlarının % 50 oranında yurtdışında yaşamak istiyor oluşu normal bir durum olmaması gerektir. Kaldı ki, gerek dini ve sosyal değerler gerekse ülke vatan aidiyeti anketlerinde kendilerine ulaşılamayan toplumun gri kesimleri olduğunu da vurgulamamız gerek.
Bu beşeri altyapı tespitlerini aidiyet bağları açısından son derece kritik değerde görüyorum. Hiç zaman kaybetmeden acil bir şekilde harekete geçmek, bu durumu en azından vahamet derecesinden düşürmek elzemdir. Bu araştırmalara daha yurtdışında yaşayan insanlarımızın aidiyet bağları değerlendirmesi dahil değildir. Bu tarafta daha vahim bir tablonun oluştuğunu müşahade etmekteyiz.
Bu aidiyet bağları üzerinde olağanüstü durumlar ve savaş hallerine hazırlık ile ilgili yapılması gereken devlet faaliyetleri konusuna bugünlük girmek istemiyorum. Ancak, geçen haftalarda Dışişleri Bakanımızın yapmış olduğu 3. Dünya Savaşı riskini sadece bizim dışımızdaki dünya için geçerli gören bir bilinç halinden de çıkmamız gerekiyor. Hatta bu savaş riskini hiç söylem olarak ortaya atmadan ciddi bir hazırlık yapmamız gerekiyor. Aidiyetleri restore etmek, milletimizi bir araya toplamak, iç dinamizmi yükseltmek, teknik kapasiteyi artırmak, siyasi perspektifimizi genişletmek, askeri kabiliyetlerimizi teknoloji, disiplin, organizasyon, beşeri yönetim kadrosu olarak geliştirmek gerekiyor.
Sanırım bugün Enver Paşa’yı toyluk ve dediklerini anlamamakla itham eden Amerikan büyükelçisini haksız çıkartacak düzeyde olmamız gerekiyor. Aksini düşünmek bile istemiyorum bütün olumsuz göstergelere rağmen.
Mehmet Ali Bal / Haber7
Yorumlar7