Levant Dünyası
- GİRİŞ07.10.2024 09:03
- GÜNCELLEME07.10.2024 09:12
Levant bölgesi üzerinde tam bir kesinlik olmayan Doğu Akdeniz dünyasının bir parçasıdır. Mesela dar anlamda bugünkü Suriye, Filistin, Ürdün ve İsrail’i ve Hatay’ı kapsar. Osmanlı dönemindeki isimlendirmesiyle Bilad-u Şam’dır (Şam beldeleri, Şam vilayetleri). Suriye-i Kebir (Büyük Suriye) de denir. Ancak, farklı perspektiflere yer verildiğinde sınırlar daralır veya genişlerler. Mesela Levant ile ilgili bir kavram olan Kenan İli bugünkü İsrail ve Filistin’i içerir. Yahudi toplumunun yaklaşık MÖ 1250 yıllarında asıl Filistin halkıyla birlikte geldikleri toprakları ifade eder.
Bu ilginç bir tarihi dönemeç ve gerçektir. Bugünkü İsrail ve Filistin'in bulunduğu topraklarda hatta biraz daha genişletilmiş coğrafyada Amalika halkı yaşamaktadır. Bugünkü İsrail ve Filistin halkları sonradan aynı tarihlerde bu topraklara gelmişlerdir tarih bilimi nazarında. Ancak, Siyonist ideoloji ve katı Tevrat yorumunda vad edilmiş topraklar için çizilen sınırlar iki nehir arasıdır, yani Nil ve Fırat nehirleri arasındaki coğrafyadır. Bu durumda, bu sınırlar içine Mısır’ın bir kısmı, Suriye, Filistin, Ürdün, İsrail, Türkiye’nin güneyi, Irak da dahil edilmektedir. Hatta genişletilmiş Levant bu coğrafyaya ilaveten İtalya'nın (Venedik, Cenova ve Napoli’nin) doğu kısmını da içerir.
Levant kelimesinin kökeni Latince’dir; kalkmak, kaldırmak ve güneş için doğmak (Güneşin ufuktan yükselmesi) anlamına gelen “Levare” fiilidir. Bu Latince fiil Latin kökenli dillerde yakın telaffuzlara sahiptir. Zamanla bu kavram bölgede yaşayan halk için de kullanılmıştır. Bizde bunun biraz daha farklı bir kullanımı vardır. Levanten, İstanbul, İzmir ve Akdeniz’e kıyısı olan Osmanlı metropollerindeki İtalyan, Fransız, Rum, vb Hıristiyan topluluklar için kullanılmıştır.
Levant için kişisel olarak belirleyebileceğim kategori Batılı Güçlerin yükselmesiyle oluşan yeni kavramsallaştırmalardan biri olduğudur. Daha doğrusu yükselen Batı bu kavrama kendi hedefleri doğrultusunda bir anlam takviyesi yapmıştır. İngilizlerin 1579’da aldıkları kapitülasyonlarda bu bölgeye gelmeleri ile birlikte artık İngiliz ticaretinin şubelerinden biri olmaya başlamıştır. Bu arada, bir çoğumuz bu kapitülasyonlar niçin verildi şeklinde tarihi itirazlarımızı yaparız. Ancak, bunun o dönem için bile bir mecburiyet haline gelmeye başladığını anlamak mümkündür.
Zira Osmanlı Gücü hala büyük güçlerden biridir. Ama, Doğuda İran ve Batıda başta Vatikan ve Almanlar olmak üzere Avrupalı güçlerle savaş halindedir. Artık bazı alanlarda (mesela askeri alanda kaliteli barut yapımında) gerilemiştir. İnebahtı (Lepanto) Mağlubiyeti sanıldığından daha büyük bir hezimettir. Avrupa’da çok ciddi yankıları olmuştur. Yine bu dönemde Papalık Osmanlı Devleti'ne ambargo uyguladığı için, Osmanlı Gücü kaliteli barutu Lehistan ile Hollanda ve İngiltere gibi Katolik olmayan devletlerden temin ve ithal etmektedir. Ayrıca, Avrupa birliğini bozmak için farklı Hıristiyan mezheplerini ve yeni oluşanlarını kullanmaktadır. Bunu kapitülasyonları vermeden yapamaz mıydı derseniz, yarı yarıya katılabiliriz.
Tamamıyla kendi politikanızı dayatmak bir güç meselesidir. Değilse taviz ve imtiyaz vermek geneldir. Bugün verilen tavizleri, kapitülasyonları aşan ayrıcalıkları tam olarak bilseydik, o döneme rahmet okurduk herhalde. Neyse bu parantezi kapatarak bölgenin Batılı Güçlerin bir ticari ve ekonomik birimi haline gelişini vurgulayalım, geçelim (Ilan Pappé; Modern Filistin Tarihi)..
Levant bölgesinin bu tarihten itibaren 18. Yüzyıla kadar genel olarak Barış iklimini koruması anlaşılabilir bir nedenledir. Batının odağı coğrafi keşifler ve yeni küresel ticaret yolları üzerindedir. Vakıa Yavuz Döneminden itibaren Osmanlı da Hint Okyanusu'ndaki Portekiz denizcileri ve gücüne karşı mücadeleye girmiştir. Ancak, bu Batılı güçlerin aralarındaki ilk küresel savaşların nüvesi diyebileceğimiz savaşlara göre çok küçük çaplıdır. Mesela 1600’lü yıllarda başlayıp 1988 Devrimi ya da İngiliz Şanlı Devrimiyle sonlanan İngiltere - Hollanda Savaşları ilk küresel savaş nüvesi sayılabilir. Keza daha sonraki yüzyılda İngiltere ile Fransa arasında sömürgelerinde ve okyanuslarda cereyan eden savaşlar da bu kategoridedir.
Ancak, 19. Yüzyıla gelindiğinde artık Levant bölgesi de Batılı güçlerin çok yönlü savaş alanıdır. Üstelik bu dönemde bölgeye yeni aktörler de girmeye başlamıştır. Bu doğunun devi Rus Çarlığı ve Okyanus ötesinin sessiz ilerleyen devi Amerika Birleşik Devletleridir. Çok azımız 1812’de Board Misyonerlerinin ilk kolejinin Beyrut’ta açıldığını biliriz. Bu kolejde sadece Maruni çocuklar değil, Müslüman ve Dürzi çocuklar da eğitim görmüştür. Meşhur Emir-ül Belağa Emir Şekip Arslan bu okulda bir dönem tahsil görmüştür. Bilahare bu okul modeli tüm Anadolu’ya yayılacaktır (Anadolu’daki Amerika; Uygur Kocabaşoğlu).
Levant bölgesi genellikle ticaret, sosyal zenginlik ve kültürün yoğun yaşandığı bir coğrafya olmuştur. Petrolün bulunması bile bu karakterini değiştirmemiştir. Vakıa Levant’ta petrol yatakları Arap yarımadasının Doğusu ve Kuzeyi kadar zengin değildir. Bu durum, Levantta ticaret, tarım, finans, sosyal hayat, sanat, eğitim, diplomasi, vb alanlarda gelişmeyi öne çıkarmıştır. Mesela Lübnan’ı bir dönem Ortadoğu’nun Paris’i yapan Yusuf Beydas bir bankacıydı. Suriye’yi Arap dünyasında önemli kılan meşhur söz “Suriyesiz barış olmaz” bir diplomatik maksim gibi kabul görüyordu. Keza İsrail kurulmadan önce Filistin'in çölü vardı; ancak, Akdeniz kıyısında bağlık bahçelik şehirleri de vardı.
Bugünkü Levant
Bugünkü Levant ise artık yoğun bir şekilde küresel gerilimlerin savaşa dönüştüğü bir facialar, trajediler, zulümler dünyasıdır. Özellikle 1. Dünya Savaşından sonra bölgede kan ve zulüm hep var olmuştur. Sadece Levant değil, etrafındaki coğrafya da kana bulanmıştır. Hatta Levant çevresinde bazı ülkeler daha fazla bu zulmü yaşamışlardır. Petrolün kara laneti diyebileceğimiz bir fırtına Şiraz bahçelerinden Bağdat zenginliklerine kadar her yeri bir felaket ülkesine çevirmiştir.
Bu tarihi süreç nasıl yorumlanabilir bilmiyorum. Elbette farklı yorumları vardır. Ve her yorumdan yararlanabileceğimiz bir yön vardır. Ben de bu ortak çabaya bir katkı yapmak istiyorum. Levant’ın parçası olduğu Ortadoğu tarihsel olarak da genellikle büyük güçlerin hakimiyet mücadelesinin sahası olmuştur. Ancak, günümüzde güç araçlarının dehşet verici şekilde gelişmesi ve küresel güç merkezlerinin el değiştirmesi ya da karşılıklı risk yaratması tarihte görülmemiş seviyeye çıkınca savaşların yıkıcılığı, milletlerin mağduriyeti de o ölçüde artmıştır.
Özellikle bölgedeki Osmanlı yönetiminin şiddetli biçimde sonlanması, birbirini yutmaya meyilli milliyetçilik, uzak görüşlülüğü iptal eden ihtiraslar, Batının güçlü entrikalarıyla doğal olmayan, kendi varlığı için bile bir anlam ifade etmeyecek devletçikler doğmuştur. Bu başlangıçta zafer mağaralarıyla karşılansa da kısa süre içinde hayaller ve ihtiraslar, beklentiler ve siyasi ufuklar ciddi sınamalarla karşılaşmışlardır. İlk önce bölgenin milliyetçilerinin her biri bir batılı gücün biçimsel ya da biçimsel olmayan mandası altına girmişlerdir. Petrolün gelişmiş endüstriler için ifade ettiği kıymet bu bölgedeki Batı hegemonyasının ve savaşların şiddetini artırmıştır.
2. Dünya Savaşı sonrası İngiliz emperyalizminin rahminde büyüyen İsrail ABD ellerinde doğmuştur. Bu doğum artık Levantta savaşın ve zulmün eksik olmayacağı kara bir döneme işaret etmekteydi kuşkusuz. İsrail’in kuruluşundaki terör faaliyetlerini, meskun mahal çatışmalarını, topraklarından koparılan insanları düşünürsek bu dönemin ipuçlarını yakalayabiliriz. Daha önceki yazılarımızda tekrar ettiğim bir hususu yazmalıyım. İsrail bölgede ABD’den bağımsız hareket eden ve dizginlenemeyen bir ülke değildir. Bizatihi kökü ABD’de bir yapının dizginlerini ele aldığı bir zulüm canavarıdır. 2. Dünya Savaşı sonrası bölgeye inşa edilmiştir ABD karakoludur.
Küresel güç dengesi kuruluncaya kadar İsrail saldıracaktır. Bu saldırılarının elbette kendi iç dinamikleri vardır. Kuruluşundan beri toprak kazanma ihtirası, daimî zulüm mekanizmasının reel politiğinin en önemli özelliğini oluşturması, nihayet ideolojik olarak vadedilmiş topraklarda hakimiyet saplantısı, vb. Ancak, en geniş vaad edilmiş toprak sınırları bile küresel ölçekler içinde baktığımızda büyük yer tutmamaktadır. Coğrafi keşiflerden bu yana bölgenin jeopolitiği değişmiştir. Kıymetli hammaddeler bakımından daha zengin yerler vardır. Doğu Akdeniz hidro karbon rezervleri önemlidir ancak, mesela Kuzey Kutbundaki rezervler ile kıyas edilemez. Kaldı ki, bugün petrol ülkeleri çoğunluk itibarıyla Batılı güçlere bağımlıdırlar. Hatta bunlardan Katar, BAE, Kuveyt gibi bazıları birer Batı vilayeti düzeyindedir. Irak paramparçadır.
Suudi Arabistan petrolü büyük ölçüde ABD dolarına dönüşmektedir. İran ambargolar altındadır. Dolaysıyla İsrail’in saldırılarının kendi iç dinamikleri yanında (Bölgedeki Varlık ve bekası toprak kazanmak, bölgedeki güçleri parçalamak, zayıflatmak üzerine kurulu) küresel güç gerilimleriyle de bir ilgisi var. Çoğumuz İsrail’in dünyanın gelişmiş metropollerindeki Yahudi güç odaklarıyla entegre olduğunu düşünürüz. Bugün bunun sandığımız gibi olmayabileceğini düşünüyorum.
Özelikle büyük güç odağı oluşturan metropol Yahudi gruplarının içinde bulundukları metropolleri etkileyerek ya da stratejilerini bu metropollerin stratejileri ile entegre ederek farklı politikalar da izlediklerini düşünüyorum. Bu şu sonucu doğuruyor, İsrail devletine odaklanan karşıt güçler küresel büyük stratejileri tespit ve çözümlemekten uzak kalıyorlar. İsrail'in kendisi de rakipleri de benimsedikleri vadedilmiş topraklar çerçevesiyle hem küresel güç odaklarının merkezlerini rahatlatıyorlar hem de bölgede yaşanan dramlar küresel bir ayrışmanın fikri ve maddi çatışmasına dönüştürülerek çözümlemeden ve çözümden uzaklaşılıyor.
Levant bölgesine hangi güç barışı getirebilir? Buna doğal aday olan ülkeler ne yazık ki, çeşitli nedenlerle soruna doğrudan müdahale edemiyorlar. İlk neden müdahale için yeterli askeri teknolojiye sahip olamamak. Bunun örneğini İran saldırılarında görmek mümkün. Birçok İslam dünyası ülkesinde gördüğümüz kronik hastalık açığa çıkıyor: Eylemden daha güçlü söylem; savaş gücünden daha etkili propaganda gücü, dışa değil içe yönelmiş ve kendi içinde çatışmalı bir devlet ve millet yapısı! Kaddafi’nin bir sözü hep aklımdadır: ‘Araplardan bahsediyoruz. Hangi Arap’tan bahsediyoruz? İngiliz’in Arabı, Amerika’nın Arabı, vs.” Böyle olmasaydı bir aynanın iki yüzü gibi olur muydu İslam dünyası ve özellikle Ortadoğu? Levantta (Filistin, Suriye, Lübnan) kan var, Körfezde (Katar, Bahreyn, BAE, Kuveyt) finans, turizm, cazibeli hayat!
Anlaşılıyor ki, Levant’a barış getirecek güç bu denklemlerde yer alabilecek bir güç olacaktır! Zira Levant ahalisi büyük ölçüde dünyanın birçok ülkesine dağılmış durumdadır. Bunlardan bazı gruplar bulundukları ülkelerin iç politikalarında etkindirler. Genetikleri de fevkalade değişmiş, hibrit yapılara dönüşmüştür.
Bazı ülkelerde ise ilginç durumlar söz konusudur. Mesela Filistin'de toprak sahiplerinin bir kısmı ülke dışındadırlar. Üzerinde çalışanların Filistin asıllı olması bu toprakların satış yoluyla el değiştirmesini engelleyememiştir. Geriye bir zamanlar yaşanmış ışıltılı bir zaman kesiti kalmaktadır. Ah o kesit ne kadar da uzaktadır! Diğer yandan Levant küçük bir Balkan dünyasına benzemektedir. Bazen köyler bile kadim dinlerin, kültürlerin, cemaatlerin yurtlarıdırlar. Bugün üzerlerinde tarih konuşmak lüks bir mevzu olsa da bu tarihi bilmeden yönetilmesini sağlamak da mümkün görülmemektedir.
Buradaki kültürü ve tarihi yerel toplulukların hepsi bilmeyebilirler, ama idare edenlerin, işte etmeye aday olanların kesinlikle bilmesi gerekir. Kudüs'ü teslim almaya gelen “Boğa” lakaplı General Allenby yaya olarak Kudüs’e girmiştir maiyetiyle. Hiç kuşkusuz Kudüs’e kölesinin bindiği devesinin yularını çekerek yaya giren Hazreti Ömer’i (ra) taklit etmektedir. Mesela bugün Dürzi liderleri hala Vergilius’tan şiirler okurlar mı bilemem. Ancak, Levant sokaklarında, kahvelerinde, evlerinde Bernard Lewis gibi dilin ve kültürün nüktelerini kavrayabilecek kadar donanımlı olmak icap eder. Bu bugünkü yıkıntılar, enkazlar arasında bile geçerlidir...
Bugünkü Levant’ta geçmişin ticari acentaları yerine terör acentaları, istihbarat şubeleri daha görünürdür, daha etkindir, daha geçerlidir. Bu yapıların dinamiği ve kökenleri iyi bilinmelidir. Levant içindeki savaşın üst paralelindeki sosyal medya savaşları özellikle zulüm görenler için dezavantajlar yaratabilmektedir. Bilhassa devlet görevlilerimizin sosyal medya aklıyla bu bölgeye yaklaşmamaları elzemdir. Gerçek değerler, gerçek sahalar, sahih harp silahları ve stratejileri üzerinde düşünmeliyiz.
Bize dair devletimize dair odak noktalarını ezcümle şöyle sıralayabiliriz: Bölge ağır saldırı ve şiddetli savaşların tam da cehennemi odağındadır. Öncelikle askeri anlamda Türkiye ne yapabilir sorusunu sormalıyız. Bu noktada, bölgenin ne kadar kısmına vakıfız sorusunu da sormalı, sonra da bir Ortadoğu feldmareşali aklıyla kendi seferberlik planımızı yapmalıyız. Ancak, askeri ve istihbarat mantığı ve çerçevesiyle siyasi çerçeveyi birbirine karıştırmamalı, hele hele iç politika malzemesi yapmaya kalkmamalıyız. Uzun nutuklara bu sahada hiç ihtiyaç yoktur.
Sadece bir karşı savunma gerçekleştirebilir miyiz, harp silahları ve teçhizatları açısından yetkin miyiz, vb somut sorulara ikna edici cevap verebilmeliyiz. Mevcut kurumsal yapımızı bu tür krizlere farklı düzeylerde uygun ölçülerde müdahale için geliştirmeliyiz. Bir kapasite artırımı zorunluluk olarak görülmektedir. Bölgenin akut alanından başlayarak geneline kadar sosyal, siyasi, ekonomik, diplomatik ve askeri entegre projelerimiz olmalıdır. Pappé’nin deyimiyle bölgeyi Türkiye merkezli sosyal, siyasi ve ekonomik bir güç odağının birimine dönüştürmenin yollarını aramalıyız. Bu unsurlardan birinin eksik olduğu proje eksik sonuç doğuracaktır. Örneklerini çıplak gözümüzle görüyoruz;
Fiziksel olarak çok yakın ancak zihinsel olarak bugün çok uzak kaldığımız Levant bizden gerçek bir ilgi ve sorumluluk beklemektedir. Ortadoğu ve Levant bölgesinde yüzyıl önce faaliyet gösteren Lawrence’ın, Gertrude Bell’in, Marc Sykes’ın, Allenby’nin, Albay Winget’in bizim taraftan muadilleri hala yoktur...
Mehmet Ali BAL - Haber7
Yorumlar16