İbretler tarihine yelken açmak: Facialar, hatalar, büyük hayal kırıklıkları
- GİRİŞ28.10.2024 09:30
- GÜNCELLEME30.10.2024 09:28
Merhum Cemil Meriç’in “Anasız doğan çocuk” diyerek tarif ettiği İbni Haldun’un “Tarih-i İber” kitabından mülhem bir başlık ve muhteva ile hasbihal ve müzakere edeceğiz bu yazımızda. Müellifin umumi tarih sahasındaki bu muhteşem eserinin yaratılıştan kendi dönemine kadar cereyan eden olayları bir “İbret merceğinden” geçirerek yazması tarih biliminin gelişimine ne büyük katkı sağlamıştır! Kendisinden asırlar sonra bir başka sahanın yıldızı olan Akif de tarihin bir ibretler sahnesi olduğunu ancak “Geçmişten hisse alınmadığını” acı acı söylemiştir.
“Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
"Tarih"i "tekerrür" diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?”
(Mehmet Akif; Safahat, 7. Kitap)
İbret alma, ders çıkarma derken, aklıma şu soru da geliyor: “Acaba nasıl ders çıkaracağız? Nasıl ibret alacağız? Zaferler mi ibretliktir yoksa hezimetler mi? Halkımızın muhayyilesinde “İbret alınacak olaylar umumiyetle hataların veya olağanüstü insani zaaf veya ihtirasların sebep olduğu olaylardır”. Büyük zaferlerden ve büyük insanlardan örnek alınır; büyük hezimetlerden ise ibret alınır, ders çıkarılır. Ancak, insan doğası acı olaylardan kaçınır; özellikle özgüven eksikliği ile daha fazla malül olanlar yenilgiler, hatalar, eksiklikler ile yüzleşmek istemezler. Küçük yaşlarımda Türk veya İslam Tarihinin yenilgilerinin anlatıldığı bölümleri hızla geçmeyi, başarısızlıklarıyla saymayı bir alışkanlık haline getirmiştim. Yenilgilerimizi, acı olayları, büyük hataları yıllar sonra okumayı ve analiz etmeyi başarabildim.
Ancak, bu kez de idrakimin yolunu kendi çevreme ait kabullerim, kanaatlerim, inançlarım kestiler. Tarihi olayları objektif analiz etmek yerine, meydana gelen kötü olayları, başarısızlıkları, yenilgileri içinde yaşadığım çevrenin olumsuz tanımladığı kişilere benzeyen tarihi aktörlere yüklemek daha kolayıma geldi. Hatta bariz yükselen dönemsel gelişmeleri hiçe sayarak bazı küçük rastlantıların olmaları ya da olmamalarına anlamlar yükledim. Ancak, zaman geçtikçe tarihin ve yaşadığım günün derin dip akıntılarını, ana eksenlerini, birikimlerini, asli aktörlerini seçebilmeye başladım. Nasıl ibret alınacak ne dersler çıkarılacak diye düşünürken gözlerimin önüne 2. Dünya Savaşında müttefik kuvvetlerin başkomutanlığını yapan Dwight David Eisenhower’ın. Sezar’ın Galya Savaşı Üzerine (de bello gallico) veya Peleponnes Savaşları üzerine notlar alırken silüeti geliyor. Bu açıdan baktığımızda emsalleri arasında henüz fazla temayüz etmemiş nazariyatçı, salt akademik bir subay gibi görünürken, 2. Dünya Savaşının en önemli komutanlardan biri haline gelmesi bize şaşırtıcı gelebilir. Ancak, modern konvansiyonel savaşları en iyi özetleyen cümlelerden biri olan “Savaşın şoven bir kahramanlık olduğu dönemler geride kaldı” sözü tarihten ibret ve bugünü idrak açısından muhteşemdir. Belki de modern orduların teknik kapasiteleri, savunma sanayii üstünlüklerinin nüvelerini Sezar’ın Alesia Kuşatmasındaki entegre mühendislik ve yaratıcılık kapasitesinde görmüştür kim bilir?
İstiyorum ki bugün büyük hezimetlerimize ve acılarımıza yelken açalım. İşin salt teknik ve askeri boyutunu asıl uzmanlarına bırakarak tarihimizin büyük deniz yenilgileriyle yüzleşelim.
Sanırım tarih kitaplarımızın tüm hafifletici ifadelere rağmen İnebahtı (Lepanto) Yenilgisi donanma kaybedilen ilk büyük savaş olmasının yanında diğer birçok neden ve sonucuyla üzerinde durmayı hak eden bir olaydır. Kıbrıs’ın fethine karşı Venedik'in Papalık desteğinin yanı sıra bazı Avrupa devletlerini de birleştirebilmesi büyük başarıdır. Osmanlı Gücüne karşı meydana getirilen Haçlı donanmasının başına, V. Karl'ın evlilik dışı oğlu, Hollanda genel valisi Don Juan de Austria’nın (Avusturyalı Johann) getirilmesi ortak bir kararın eseridir. Bizim donanmamızın başına ise Sokollu’nun etkisiyle Barbaros mirasçısı büyük deniz amiralleri (Cezayirigarp Beylerbeyi Hasan Paşa, Uluç Ali Paşa, Hacı Murad Reis, Trablusgarp Beylerbeyi Cafer Paşa, Hayreddin Paşazâde Hasan Paşa, vb) değil de yetkinliği tartışılan Müezzinzade Ali Paşa ile kendisi denizci bile olmayan Pertev Paşa getirilmişlerdir. İki donanmanın da hazırlıklı olmadığı bu durumda Osmanlı Donanmasının mürettebatı daha yorgundur. Tıpkı Ankara Savaşı'ndaki Yıldırım'ın ordusu gibi. Ayrıca bazı sancak beyleri ve Levent gemileri donanmadan ayrılmışlar, kürekçi ve savaşçı eksikliği de vardır. Yapılan savaşta 20.000 asker kaybımızın içinde Kaptan-ı Derya Ali Paşa ve 10 sancak beyi de bulunmaktadır. Donanmanın sadece Uluç Ali Paşa'nın komuta ettiği bir parçası imha edilmekten kurtulabilmiştir. İnebahtı hezimetinin Avrupa'daki yankısı ve Osmanlı gücünün yenilebileceği algısının oluşması fevkalade önemlidir. Nitekim İnebahtı tabloları bazı Avrupa ülkelerindeki kiliselerin duvarlarını süslemektedir. Ebetteki düşmanın kayıpları da büyük olmuş, yüksek insan zayiatının yanında pek çok İspanyol, İtalyan ve Maltalı asilzade de ölmüştür. Ancak, bu kayıplarına rağmen elde ettikleri zafer paha biçilemez etkiler doğurmuştur. Bu hezimetten nasıl ibretler alındı bilemiyoruz. Şeyhülislamın savaştan kaçanlarla ilgili fetvaları, Sokullu’nun özgüven dolu sözleri o tarihten aklımıza kalanlardır. Ancak, mesela açık denizlere dayanıklı İspanyol gemi teknolojisi, uzun menzilli toplar için kaliteli barut üretimi, vs. üzerinde düşünülmüş müdür bilemiyoruz.
İnebahtı’da Barbaros yadigarı denizci amirallerin görüşlerine karşı çıkılmıştır. Ne yazık ki, 2. Viyana Muhasarası ve hezimeti öncesinde de Budin Beylerbeyi İbrahim Paşa'nın ve Voyvoda Apafi Mihaly’in (Michael Apafi) görüşlerini dinlememiştir. Hatta başvezir Kara Mustafa Paşa İbrahim Paşa'ya küçültücü sözler söylemiştir. Bu devirlere ilişkin devlet teamüllerine saygı ve liyakat konusu henüz ortadadır, tam bir iyilik durumu da yoktur tam bir çürüme durumu da. Mesela İnebahtı’dan 30 yıl önce Kanije Kahramanı Tiryaki Hasan Paşa kendisine hilatler ve ikinci vezirlik tuğu verildiğinde ağlamış, “Selefim Piyale Paşa çok daha büyük başarılar kazandığı halde kendisine ikinci tuğ verilmedi. Devlet bu kadar acze mi düşmüş ki benim gibi bir yaşlı insana küçük başarıdan dolayı ikinci tuğ veriyor!” demiştir. İnebahtı’daki Müezzinzade Ali Paşa Piyale Paşa'nın komutası altında bulunmuştur. Ancak, Pertev Paşa denizci kariyerinden gelmemektedir. Artık bu dönemden sonra böylesi uygunsuz görevlendirmeleri devlet içinde daha çok görmek mümkün olacaktır.
Bir diğer deniz faciası ise Akdeniz’de faaliyet gösteren Rus donanmasının 1770’te Çeşme Limanı önlerinde Osmanlı donanmasını yaktığı deniz savaşıdır. Mora Rumlar’ını ayaklandırmak için İngilizlerin desteğiyle Akdeniz’e inen Rus donanmasıyla yapılan bir iki küçük muharebeden sonra Rus donanmasıyla Çeşme Limanı açıklarında karşılaşan Osmanlı donanması, Cezayirli Hasan Bey’in muhalefetine rağmen Kaptan-ı Deryâ Hüsâmeddin Paşa ve Rodos Beyi Câfer Bey tarafından manevra imkânı olmayan bir yere, Çeşme Limanı’nın içine sokulmuş ve sahile yerleştirilen topların himayesinde Ruslar’a karşı bir müdafaa savaşına hazırlanmıştır. Kıyıdaki topların donanmayı koruyacağına inanılmıştır. Halbuki Cezayirli Hasan Bey'in itiraz ettiği üzere deniz savaşının kuralları ayrıdır. Bunu fırsat bilen Rus donanması Çeşme Limanı’nın ağzını kapatıp, liman içine ateş ve patlayıcı yüklü kayıkları salmışlar ve birbirine çok yakın vaziyette demirlemiş bulunan Osmanlı donanmasına ait otuz kadar gemiyi ateşe vermişlerdir. Donanmadan sadece Kaptanıderyâ Hüsâmeddin Paşa’nın baştardasının kurtulabildiği bu savaşta son levent nesli de kaybedilmiştir. II. Katerina bu savaşta başarı gösteren generallerinden Alexis Orlof’a Çeşmeski (Çeşmeli) unvanını vermiş ve bu savaşın hâtırasına Rusya’da bir de zafer âbidesi diktirmiştir.
Osmanlı donanmasının imhası üzerine Rus filosu Akdeniz ve Ege’de daha rahat bir şekilde faaliyetlerini sürdürme imkânı elde etmiştir. Rus filosunun Osmanlı donanmasının tahribinden sonra 1774’e kadar Akdeniz’de ve Ege’de gösterdiği faaliyetler Kaynarca Antlaşması’nın imzalanmasında önemli bir etken olmuştur.
Çeşme Vakası'nda da Cezayirli Hasan Paşa'nın savaş mevkii seçiminde muhalefetini görüyoruz. Kendisi Osmanlı Bürokrasisi içindeki karacı bürokrat ve paşalardan farklı düşünüyor. Ama sözünü dinletemiyor.
Aslında bu savaş/ faciadan önce başlayan gariplik ve ihmaller silsilesi var. Şöyle ki; "Bernard Lewis, Modern Türkiye'nin Doğuşu'nda, 1770'te Çeşme'de donanmanın yakılması meselesi hakkında insanı utandıran şöyle bir detaya değinir: "1770'te amiral spiridov komutasındaki Rus donanması Batı Avrupa kıyılarını kat edip Akdeniz'e geçmiş ve Ege'ye ulaşarak Türklere saldırmıştı. o zaman Osmanlı sarayı, anlaşılan o ki hala ortaçağ haritalarını kullanıyordu, Ruslara Baltık'tan Adriyatik'e geçme izni verdiği için Venedik'i protesto etti!"
Gerçekten de başta Fransa'nın İstanbul'daki büyükelçisi divanı Akdeniz'e inen Rus donanmasından haberdar eder. Bizimkiler Rusya Karadeniz ve Boğazlardan geçmeden nasıl Akdeniz'e inecekler? derler. Sonra henüz o dönemde Rusya ile ateş gücünde eşitizdir. Onları yeneriz derler...
Bu facianın önemi şudur ki, bütün denizci sınıfımızın büyük parçasını kaybederiz. Tıpkı Yer Gök Kalesi faciasında (1595) akıncı sınıfını kaybettiğimiz gibi. Ordu Komutanının seferden dönen askerin ganimetinden pay almak için tek geçiş köprüsü üzerinde kurdurduğu kontrol noktaları akıncı birliklerinin geçişini uzatmış, o süre içinde de düşman ordusu arkadan yetişip nehri geçemeyen akıncıları top ateşine tutarak imha etmiştir. “Serdarın baç hakkı” büyük bir mağlubiyete sebep olmuştur.
Farklı cereyan etse de diğer bir denizcilik faciası Navarin'dir. 20 Ekim 1827 tarihinde İngiliz, Fransız ve Rus gemilerinden oluşan donanma Navarin Limanında bulunan Osmanlı ve Mısır gemilerini topa tutarak yakmış, imha etmiştir.
Bu facia sonrası Osmanlı Devleti'nin Yunanistan bağımsızlığına itiraz edecek opsiyonu, gücü kalmamıştır. Navarin faciasından hafızalarda kalan bir anekdot Ziya Paşa'nın hicivdir ki donanma komutanlarını eleştirir: “Ördeklerden bir filo/ Kazlardan Anibal”.Not etmek gerekir ki her iki savaşta da donanma kapalı koyda bir arada idi. Hatta Navarin'de gemiler birbirine zincirliydi...
Diğer bir facia olan Sinop Baskınında ise belki yönetici sınıfa yöneltilecek ithamlar azalmış gibiydi (30 Kasım 1853). Kırım Savaşı'nın önemli çarpışmalarından biri olan baskın. Rus Karadeniz donanmasının Sinop'ta Osmanlı donanmasına ağır bir darbe indirdiği bu savaşta dünya deniz savaşları tarihinde yelkenli ahşap gemilerin son kez rol almışlardır. Diğer yönden gülle yerine patlayıcı mermilerin (humbara) kullanıldığı ilk çarpışmadır.
Ana üssü Sivastopol olan Rus Karadeniz donanmasının başında Amiral Nahimov vardı. Sivastopol Sinop'a sadece 180 deniz mili uzaklıktadır. Sürpriz bir baskında filotillanın 280 deniz mili uzaktaki İstanbul'dan yardım alamayacağını hesaplayan Nahimov,(Bu mesafelere dikkat edelim) 30 Kasım 1853 Cuma günü ateş gücü çok üstün gemilerle ve sis altında tam bir baskın etkisi ile Sinop limanına kuzeybatı tarafından üçgen şeklinde girdi. Rus filosu 7 saffı harp gemisi (612 top), 2 yelkenli korvet (98 top) ve 3 buharlıdan (12 top) oluşuyordu. Kale toplarının hazırlıksız, Osmanlı bahriyelilerinin eğitimsiz olması gibi faktörler de Rusların lehindeydi. Rus gemileri limanda demirli Osmanlı gemilerinin karşısına dizilerek patlayıcı mermi atan toplarla saldırıya geçtiler. 1.5 saat sonra 7 yelkenli fırkateyn, 3 yelkenli korvet ve 2 buharlı vapurdan oluşan Osmanlı filotillasının tümü imha oldu. Baskından çok süratli olan Taif gemimiz kaçarak kurtulabilmiştir.
Denizcilik tarihinden derlenmiş bu facialar, ihmaller, yetersizlikler, yanlış tasarruflar tıpkı tarihimizin diğer alanlarında yaşananlar gibi ciddi tetkik edilmeye muhtaçtır. Bu savaşların denizci subaylarımız ve tarihçilerimiz tarafından hakkıyla tetkik edildiğini düşünüyorum, ancak eksik olan bu bilgilerin devlet yönetimi mekanizmasının işletim sistemine katılmasıdır.
Unutmayalım ki, insan en çok hatalarından ders çıkartarak öğrenir. Sistemler, devletler de öyle....
Mehmet Ali BAL - Haber7
Yorumlar9