Yenikapı’nın Dili
- GİRİŞ08.08.2016 15:55
- GÜNCELLEME09.08.2016 07:23
Tek vücut tek yürek halinde varlığını ortaya koydu. Milletin kalbinin attığı yer de Yenikapı idi.
Bir siyasi eğilim, hariç herkes orada idi. Ben onların da davet edilmiş olmasını isterdi. Milletin omurgası ve mayası haline geldiğini bir kere daha ispat eden Recep Tayyip Erdoğan, artık sadece Türk halkının eğil tüm İslami halkların da reisidir.
Bu, kalplerimizi telif için ona verilmiş büyük bir ilah ikramdır. İşte gördünüz, Türkiye tarihi boyunca asla bir araya gelmemiş siyasi eğilimleri milli irade etrafında bir araya getirdi…
İnşallah bir gün iman kardeşliği etrafında tüm İslam halklarını da bu şekilde bir araya getirir veya gelmesine vesile olur!
Ben fakir dahi katıldığım tüm meydan konuşmalarında bu birlikteliğe vurgu yaptım. Bunun en güzel neticesini de Çanakkale’de gördüm.
Sevgili kardeşim, Mesut Sevgili canhıraş bir şekilde meydanlara insan taşıdı. Birçok yazar çizer ve hatibi, meydanlarda konuşması için oraya buraya taşıdı. Ben de onlardan bir idim.
Meydanlardaki coşku ve kararlılık cidden insanı saygıya sevk edecek kadar yüksekti. Çanakkale’de konuşmaya çıkmadan önce Mesut kardeş kulağıma fısıldadı ve “Meydanda tüm eğilimler var”, dedi. Sadece AK Parti veya MHP değil çok sayıda CHP’li var, Kemalist var, Atatürkçü var dedi…
“İyi ya!” dedim, “derdimiz zaten bu değil mi? Siyasi görüşlerimizi ancak sandıkta yarıştıralım. Diğer zamanlarda hepimiz birlikte bu milleti var eden unsurlarız! Merak etme!” dedim. Ve çıktım Türk milletine hitap ettim. Milli iradenin ortaya koyan Türk milletine... Ortaya çıkan manzara beni de etkiledi…
Bu millet hakikaten büyük bir millet. Yeter ki, kalbinin kuvvetini, basiretinin ışığını küsufa uğratmayalım. Yeter ki onu imanı ile baş başa bırakalım!
Dün, Yenikapı’da onu, imanın gücünü basiretin ışığının parıltısını yaşadım! Yenikapı’nın dilini anlamak lazım!
Bu millet bir rüzgâr bekliyordu. O rüzgâr esmeye başlamış! Tavuk altına konulmuş kartal yumurtasından çıkan yavru, artık kartal olduğunun idrakine varmış elhamdülillah. En yükseklere çıkıp uçması ve göklerdeki hükümranlığını hissettirmesi yakındır inşallah!
Yeter ki biz birbirimize karşı var ettiğimiz bu ihtiyaç ve birlikteliğe, merhameti de ekleyelim! Merhamet, kalp aklımızın meyvesidir. Suret-i rahman üzere yaratılmış varlığın teridir! Bugünlerde merhamete, ötekinin acısını hissetmeye çook ihtiyacımız var. Çünkü, vücudun bir uzvu yaralı iken öteki uzvunun huzur içinde olması zor!
Şu kaygımı nasıl giderebilirim diye bir arayış içinde idim. Elime güzel insan Kemal Sayar ve Alperen Manisalıgil’in birlikte yazdıkları “Merhamet Devrim”i adlı kitabı geçti… Daha doğrusu eşim, “Bak dedi senin endişe ve kaygılarının çoğu şu kitapta cevap bulmuş!” oku dedi.. İyi ki de okumuşum! Okudukça, şu günlerde “Merhamet” sözcüğünün içerdiği gerçekliğe, ne kadar da muhtaç olduğumuzu hissettim!
Merhamet Devrimi!
Kitabın adı ilginç! Merhamet Devrimi! Muhakkak ki bilinçli bir seçimdir. ‘Devrim’ kelimesi itici bir kelimedir mana itibarıyla. Harfleri esas alınarak aktığımızda ise karşımıza, “her şeyin, tasarlanmış bir maksada varmak için yıkılıp yeniden kurgulanması” anlamına gelir. Bu yönüyle tevhidin ana cümlesi olan “Allahtan başka ilah yoktur” sözcüğü de “devirim” ime başlar.
Tevhid kelimesi “La” (yoktur/reddeyorum) diye başlar. Önce mevcudun sizde var ettiği algıyı yıkacaksınız ki eşyayı Allah adına yeniden konuşlandırabilesiniz!
Önce “La ilahe”, (ilah yoktur!) diyorsunuz. Yani ne kadar kendisini yüceltmiş kavram, nesne, olgu varsa hepsini reddediyorum, onları sahip oldukları konumdan indiriyorum... “İla Allah” (yalnızca Allah müstesna!) sonuç olarak insan “la ilahe illallah” dediğinde, zihninde ve gönlünde büyük bir devrim gerçekleştirmiş oluyor. Zihnini, gönlünü, aklını ve iradesini, “kişiyi kendisi olmaktan alıkoyan” tüm duyusal, duygusal ve psikolojik etkilerden; fobilerden, hobilerden; daha doğrusu sanal tanrı ve sanrılardan temizleyerek, yerine tek ve temel gerçekliği ikame etmektir. “Hayat üzerinde, Allah’tan başka hiç bir varlığın otoritesini tanımıyorum demektir”
Bu bakış açısıyla evet, dünyanın hakikaten ciddi bir zihinsel temizliğe ihtiyacı var. Esasında, Deccal ve Süfyan düzenleri dediğimiz, insanı Tanrısından koparan, ahiretiz bir yaşam anlayışı inşa eden sekülarizm, insandaki ‘merhamet’ gibi tüm kutsal kavram ve duyguları yok etti. Kutsalını kaybeden insanlık, onu insan yapan değerlerden de mahrum etti. Bugün Batı, kapitalizmi “sorgu odasına” çağırıyorsa, temel sebep, insanın ilah ve ilahî olan erdemler olmadan bir barış ve huzur inşa edemeyeceğini anlamış olmasıdır.
Kitapta ‘merhamet’ için, “kalbin zekası” denmiş. Bu doğrudur ama eksik bir ifadedir. Esasında merhamet, “ahsen-i takvim”de inşa edilmiş bir varlığın, yani insanın ziyasıdır manasıdır, sırrıdır. Onu kaybettiğinde ortada insan kalmaz, “bel hum adall” dediğimiz, hayvandan daha canavar bir yaratık/gulyabani ortaya çıkar… Bence insan varsa merhamet vardır. Güneş varsa aydınlığın var olması gibi…
Çünkü insan gerçekten iyidir ve iyiyi bilir, ister ve yapar. Fıtratı selimedir, ruhu barış ve merhametle karılmıştır. Hamuru, merhamet ve teavün (yardımlaşma) yoğrulmuştur. İnsan yaradılıştan iyidir. Diğergamdır. Yani Siyonist bilim adamlarının (Freud, Darvin …) iddia ettikleri gibi gaddar ve bencil bir varlık değildir.
Evet, yapısında bu haller de vardır. Ama insan dışardan bir müdahale olmasa, merhametli bir varlıktır. Ateist bilim adamlarının (ekseriyeti Yahudi veya onların etkisinde kalmış zavallılar) kutsalı yıkmak ve insanlıktan intikam almak için (Bu, İblis’in onlara yaptığı bir ilhamdır) kasıtlı bir şekilde bozdukları ve bugün bencil bir canavara dönüşmüş varlık değildir. Bu hal, iblisin insanı görmek istediği haldir. İnsanlık son üç yüz yıldır bu rezil çaresizlik batağında çırpınıyor.
Ateist bilim, batıda, (şeytanın tasarımı olan) modern insanı(!) inşa ederken, hayatın felsefesini yeniden kurguladı.
Kişinin hak iddia ederken dayanak noktasını hak yerine güç ile değiştirdi. Güçlü olan haklıdır dedi.
Yaradılışın gayesini, ‘faydalı insan olmak’ yerine, çıkar ve menfaat elde etme olarak belirledi. Böylece güçlü olanın zayıf olanların elindekini zorla almanın yolunu açtı…
Yaşamın temel prensibi olarak da yardımlaşma yerine mücadeleyi/kavgayı koydu. Hayatın temel prensibi kavga olunca insanlık derin bir çekişmeye girdi.
Bir kalabalığı millet haline getiren ‘gönül birliktelikleri’ (din, dil, meslek vs) yerine aynı kandan geliyor olmayı ve menfi milliyetçiliği yerleştirdi. Ancak aynı kökten ve kandan gelenler bir millet olabilir dedi ve böylece kendisini temel, diğerlerini teferruat bilen “muharref” Tevrat düzenini insanlığın temel düzeni haline getirdiler.
Ve hayatın en cazibedar hizmeti olarak ruhu kemale sevk etmek yerine, nefsin arzularını çoğaltmak, dünyevi hayatın rahat ve lezzetlerini temel gaye haline getirmek, heva ve hevesin insan hayatı içindeki payını çoğaltmak ve böylece insanların nefisleriyle mücadele etme bariyerlerini yıkarak, tüm insanlığı İblisin kucağına attılar.
Bugün insanlığın geldiği yer bu. İnsan merhametten yoksun, yalnız, çaresiz ve ne yapacağını da bilmez durumda!
Eğer biz Müslümanlar, hayatın rahmine yeniden adalet ve merhameti ilhak edemezsek, bu gidişat, insanlığın sonunu getirecektir. Zira insanlığın kaybettiği ve bugün muhtaç olduğu tüm olgular Kur’an’dadır ve Resulullah’ın (asv) sünnetindedir.
“Kur’an insanı”, idealdir. Onun vasıflarının tümünü bir tek insan üzerinde görmek istediğimizde Resulullah (sav) karşımıza çıkar. Onu yeniden keşfetmek ve hayatımızın içinde diriltmek zorundayız. Bunun da temel yolu merhamet ve güvendir. Çünkü İslam barıştır, güvendir ve emanete hıyanet etmemektir!
Mümin, bütün cihetleri aydınlıkta olan kimsedir. Ne zaman ne yapacağı bilinir. Müminin karanlık tarafı yoktur. Onun ne yapacağı nasıl davranacağı nettir ve Kur’an’da ve Sünnette yazılıdır. Asla, ama asla aldatmaz. Düşmanı da bilir, dostu da bilir onun nasıl hareket edeceğini! O yüzden Peygamber efendimiz, “Aldatan bizden değildir” dedi…
Bugün en çok ihtiyacımız olan şey doğruluktur, dürüstlüktür ve yalnızlıktır… Hiçbir müminin diğer mümine karşı saklı ajandası olamaz, olmamalı.
İslam, daha doğrusu Müslümanların kaybettikleri en temel değer bu. Müslüman güven vermiyor, Müslüman merhametini kaybetmiş ve Müslümanlar birbirine karşı cihad(!) ediyor.
Beriuzzaman, ta geçen asrın başında “dahildekilere karşı cihad olmaz!” diye feryat etmiş. Dış düşmana karşı cihadı ise Kur’an’a havale ediyor. “Harici cihadı Kuran’ın berahin-i katıasına havale ettik” (Kuranın, her biri keskin kılıç gibi olan delillerine havale ettik) diyor…
Toplumun huzur ve güveninin en temel esası kılmış. Memlekette anarşist kuvvetlere karşı asayiş kuvvetlerinin yanında yer almayı, bu çağın Müslümanının temel misyonu bilmiş.
Çünkü insanlık, en çok ihtiyaç duyduğu şeyi; merhameti kaybetmiş. Merhametini kaybetmiş insanlara şefkatle yanaşmak, onların yaralarını sarmak gerekirken, onları dışlamak, ötekileştirmek, maalesef çağın en büyük yöntemi olmuş.
Allah farklılıkları ve ihtilafı, insanların iyilikte yarışması için var ettiğini hatırlatır. Ama insanlık bu ihtilafları mücadele ve savaş gerekçesi yapmış hep.
Her birimizin farklı bir çiçek ve renk olmamız hayatı güzelleştirecekken, nedense oluşturduğumuz mezhepler, tarikatlar, birliktelikler, cemaatler, ekipler ve örgütleşmeler hep kendisinden olmayanı dışlayarak varlığını sürdürebileceğine inanmış.
İnsanlar çok farklı yapıdadırlar. Herkes her şeyi iyi yapamayabilir. bazı insanlar empati kurabiliyor bazıları kuramıyor. Bazıları empati kurmada mahir, bazıları da sistemleşmede mahir. Empati kuramayanlar, toplum içinde kendilerine bir alan açmak için birlikteliklerin içinde yer alırlar. Mezhep ve tarikatların, cemiyet ve örgütlerin ve fan kulüplerinin oluşmasının altındaki temel sebep bu! Kendini tek başına ifade edemeyen, varlığına anlam katamayanlar bir birlikteliğin içine girerek, varlıklarına anlam katarlar.
Bu bir ihtiyaçtır ve normalidir. İşte asıl problem de ondan sonra başlıyor. İnsanın sağırlaştığı, körleştiği, duygularını kullanamaz hale geldiği, canavarlaştığı, insafsızlaştığı, merhametsizleştiği insanın kendisine bir gruba ait hissettiği andır!
Bireysel anlamda insan son derece merhametli iken, grup mensubiyetiyle hareket etmeye başladığında duyu ve duygularını da o grubun hizmetin everir. Bu, genelde tek başına varlığına anlam yükleyemeyen insanların davranışıdır ama yazıktır ki insanların yaklaşık yüzde 80’i bu hal üzeredir.
İnsanlar tabii ki şu eksikliklerini tamamlamak için bir gruba girdiklerini bilmezler. Fakat o bütüne mensubiyet tamamlanınca artık beş duyusu tamamen o grubun menfaatleri çerçevesinde biçimlenir. Bütün duyularını bir cemaat veya siyasi partinin hizmetine sunduğu andan itibaren insan diğer tüm karşıtlara karşı sağırlaşır, körleşir.
Kendi örgütünün veya partisinin yahut cemaatinin mensubu olmayanların ıstırabı, derdi, belası onu ilgilendirmez. Esasında ilgilenmemek dahi bir merhamet seviyesidir. Çünkü grup dürtüsüyle sizin grubunuzdan olmayanların başına gelenler artık ona sinsi bir keyif verir. Adeta, yüreğinde sakladığı intikam duyguları şifa bulur muhalifinin başına gelen acı veya bela ile…
Çünkü onun açısından insanlar artık “biz” ve “ötekiler”dir. Bireyin vicdanı vardır ama toplulukların vicdanı yoktur. Topluluklar için menfaat ve zarar vardır sadece... Bunu da “erdem” bilir. Çünkü grubun çıkarını savunmak kutsaldır. Eğer bir de inanç esaslı bir grubun içinde iseniz, cennet ve cehennem dahi artık o gurubun tasvibine veya reddine bağladır. Bunu da erdim bilir. Oysa erdem, kişinin kendisi gibi olmayana; kendisinden olmayana duyduğu merhamettir!
Kendi grubunun zararına gelişen her meseleye “adaletsizlik!” der. Karşıtının başına gelen her belayı ‘adalet’ bilir. Siz ona “şu, şu hareketler doğru değildir, vicdani veya insani değildir”, dediğinizde o bunu tartışmak yerine, “siz de şunu yaptınız!” der vicdanını tatmin etmiş olur!
Ben Türkiye’de hiç bir cemaat mensubunun diğer cemaat üyelerine empatiyle baktığına şahit olmadım. Hatta sorunsuz cennete gidebileceklerine inandıklarını görmedim. İstisnalar çok az! Eğer siz eğer onun cemaatinden değil veya şeyhinin işaret ettiği hal üzere bulunmuyorsanız, sizin din, Allah ve Resulü ile de başınız dertte demektir!
Bu sıkıntı maalesef, Milli Nizam hareketiyle birlikte siyasete de taşındı. Siyaset de “iman ve ahiret hayatını belirleme aracı” haline getirildi! Rahmetli Erbakan, kendisine oy vermeyenleri çok sık bir şekilde imanlarını sorgulamaya davet ederdi. Ona muhalif cemaatler de tam aksini yapardı… Ondan sonraki tüm siyasi kavgalar, maalesef dini zeminde yapıldı. Sonunda Saadet Partisi de kendilerinden ayrılan Ak Partilileri hainlikle suçladılar… Değişmeyi, dönüşmeyi ve gelişmeyi başkalaşma ve dış güçlerle işbirliği saydılar. Hala da öyle düşünenler var.
Başlangıçta rejimi değiştirmek ve dönüştürmek üzere siyaseti kurgulayan şu ekip de zamanla, -devlet erkini eline geçirince- devlete karşı işlenen tüm suçları kendi şahsına ve dolayısıyla dine karşı işlenen günahlar kategorisine soktu. Ve bu durum, giderek bir ‘grup narsizmi’ne dönüşüyor. Kendinden olmayanı yok saymak, adalet ve merhamete layık görmemek!
Çünkü Grup, daima onu oluşturan kitleden farklı bir şeydir. İki insan ihtilafa düştüklerinde, çoğu kere ihtilafı uzlaşma yoluyla çözmek için bir yol vardır. Ama iki grup arasındaki ihtilafı çözmek çok daha zordur. O ancak iki grup liderinin birbiriyle anlaşmasıyla mümkün olabilir. Bu da mümkün olamıyor maalesef. Bir tarafta Hz. Ali (ra), bir tarafta Hz. Aişe(ra) ve Zübeyir bin Avvam(ra) bulunsa bile…
İslam dünyası, şialaşmada (gruplaşma) ve sonra bu şialaşma üzerinden birbirini kırmada mahirdir…
Rabbim merhamet duygusu ile bize imdat etsin!
Yorumlar13