Mihriban kimdi ve hangi aşkı anlatırdı?
- GİRİŞ01.11.2010 06:27
- GÜNCELLEME01.11.2010 06:27
“Karakoç Üstad meğerse gençliğinde sevdiği kıza “Mihriban” adını vermiş. Öyle ya bu edebiyatımızda bir gelenek gibidir. Karacaoğlan’ın da dediği gibi “Yar ismini desem olmaz/düşer dillere dillere”. Şimdiki sevdalarda âşıklar küsmeye görsün, biri ötekini anında rezil rüsva edip, cümle âleme ilan eder. Sevdanın da asaleti olduğunu burada belirtmek lazım sanırım.”
“Mihriban” sözcüğünü ne zaman kelime hazineme kattım bilmiyorum ama duyduğum günden beri yüreğime sarıp, bohçalayıvermişim hafızamın terkisine… Ne zaman bu kelimeyi işitsem yüreğimi garip bir hüzün elliyor. Geçen gün bir arkadaşıma Mihriban türküsünü hatırlatıyorum durup dururken.
Uzun zamandır bu türküyü dinlemediğimi, işitmediğimi hatırlıyorum birden. Eve geldiğimde ilk işim Gülşen Kutlu’dan “unutursun mihribanım” türküsünü dinlemek oldu. Enteresandır ki ilk defa umarsız kaldım, ilk defa aldırmadım. Hissetmedim.
Umarsız kaldım, çünkü yüreğimin dağlarında kar kalkmazken, sokaklarda güzellik adına ne varsa bir masal gibi Kaf dağına çekilmişken, bizi biz yapan her ne varsa unutulmuşken, gönüller arasına uçurumlar girmişken, herkesin burnu göklere kalkmışken türkü yüreğimi ellemiyor artık!
Yüreklerimiz sevgi yoksunu, his yoksunu, merhamet ve şefkat yoksunu mahbeslere dönmüşken, Mihriban türküsünü dinlemek ve hislenmek… Bana ne, size ne?
Aşk tedavülden kalkmış, Mihriban gitmiş, sevdalar yitmiş…
Sanırım yıllar önceydi.
Bir şiir olmalıydı… Ya da şarkı sözü…” Diyordu ki: “Irak gönüllerin uçurumuna, sevgiden köprüler kurmaya geldim”… O zamanlar nasıl da bilenmiştim şarkının bu bilgece ve bir o kadar anlamlı sözlerine… Ne çok etkilemişti beni, ne çok dokunmuştu… Şimdi geriden geriye dönüp baktığımda ne kadar az gönülden söz ettiğimizi, ne kadar çok dünyayı konuştuğumuzu görüyor ve içleniyorum sızlanası…
Oysa gönül üstüne, aşk üstüne, iyilik üstüne, ahlak üstüne daha çok sözlerimiz olmalıydı. Sözü söze katmalıydık, gönüllerimizi gönüllere sarmalıydık bıkmayası… İyiliğin ve güzelliğin süruru ve neşesi hayatın kalbi olmalıydı her dem çarpan, tazelenen…
Aşk bir cemre misali önce yüreğe, sonra akla ve en son bedene düşmeliydi.
O zaman baharımız başka, yazımız başka, niyazımız başka olmaz mıydı?
Mihribanları küstürmemeli idik! “Sevdiğim” ya da “Sevgili” Mihriban’ın diğer adıydı oysa.
Mihriban hangi aşkın gizli öznesi? Aşk ve Mihriban hangi şairde dile geldi? Abdurrahim Karakoç Üstada eyvallah olsun! Öylesine bir remiz düşürmüş ki edebiyatımızın taraçasına. Sevdalara taç olmuş adeta. Karakoç Üstad meğerse gençliğinde sevdiği kıza “Mihriban” adını vermiş. Öyle ya bu edebiyatımızda bir gelenek gibidir. Karacaoğlan’ın da dediği gibi “Yar ismini desem olmaz/düşer dillere dillere”.Şimdiki sevdalarda âşıklar küsmeye görsün, biri ötekini anında rezil rüsva eder, cümle âleme ilan eder. Sevdanın da asaleti olduğunu burada belirtmek lazım.
Bu türküyü ne zaman dinlesem aklım çıkıyor, ezim ezim eziliyor yüreğim. Hayatın gizi üzerine, tükenen güzellikler üzerine ağıt yakasım geliyor. Derinliği ve dinginliği olmayan sahte ve yalan sevdaların ten ülkesindeki kulak tırmalayan çığlıkları üşüşüyor aklımın kuytularına.
İnsanlar mutsuz aslında.
Aşk yok, sevdalar kör ve topal!
Mutsuzlar ordusunda bütün adımlar bir ileri bir geri vaziyetindeyken, dimağımız unutmuşsa bütün bildiklerini yeni şeyler söylemek lazım…
Her nereye baksam, ne okusam, kimi dinlesem, nereye göz atsam üçüncü sınıf bir plak şirketinde hazırlanmış bozuk bir plağın cızırtısını ve yüreğimi bedbin eden hayatın o arabesk tınısını görüyorum.
Biz bu tekrara nasıl kapıldık, nasıl da aynı şeyleri dönüp dönüp yeni baştan dinliyor, söylüyor ve anlatıyoruz, uslanmayası, sıkılmayası, arlanmayası. Sanırım Mevlanın sözüydü: Oysa “ Dün dünde kaldı cancağızım / Bugün yeni şeyler söylemek lazım” diyerek nasıl da asırlar öncesinde bizi bu dünya hengâmesinden korumak için derdimizin reçetesini yazıp göndermişti gönlümüzün kıyılarına...
Ve sanırım biz asıl gönüllerimizin kıyılarını kaybettik, utanmayası!
Mihribanlar gitti, sevdalar yitti.
Unuttuk işte…
Güzel olan her şeyi unuttuk. Gönül sızılarımızı, içten niyazlarımızı, kanaviçe nakışlı sözlerimizi unuttuk. Yorgunuz, üzgünüz ve bıkkınız. Şairlerin de sözü tükendi sanki şairlerin de yüreği yoruldu, sözleri küstü bize. Şairleri susmuşsa bir milletin, sözü tükenmiş demektir!
Gül desenli hatıralarımız ne kadar da azaldı. Her biri kemale ermiş onca güzelliğimiz dururken, onca hakikat el değilmeyi beklerken, şafaklar nöbet tutarken tülümsü ufuklarda biz birer dolap beygiri gibi dönüp duruyoruz tekrarlarımızın etrafında.
Spor, siyaset, ekonomi, magazin, para-pul, dedikodu, fitne- fücur, öfke, kin, maraz, riya, mevki makam, ıvır zıvır her ne varsa fevç fevç akıyor yüreklerimize her dem. Oysa iyilik, güzellik, şefkat, merhamet, sevgi, güzel ahlak, adalet, huzur, vefa, vicdan, nezaket, zarafet gibi bizi göklerin fevkine çıkaran ilahi şifreler vardı içimizi ışıtan ve ısıtan… Mihriban gibi gönlümüzün en naif şifrelerini unuttuk böyle, hatırlamayası…
Göze geldik ve bozuldu büyü…
İlahi cemreler yabana düştü, biz bir yana düştük…
Mihribanlar gitti, sevdalar yitti.
“Unutursun mihribanım” diyordu türkü.
Mihriban unutmadı, biz unuttuk aslında.
“Ayrılıktan zor belleme ölümü
aşk kâğıda yazılmıyor Mihriban”.
Şimdi aşk tomar tomar kâğıtlara yazılıyor aslında.
Aşk o kâğıtlardan besleniyor Mihriban! Aşk, sokaklarda, yapmacık ilişkilerin oyuncağı Mihriban, diyesi geliyor insanın. Vatandaş ne zaman âşık olmuş, ne zaman yüreği acımış, ne zaman unutmuş, ne zaman başka yelkenlilere binmiş, anlamıyorum açıkçası.
Her şey garibime gidiyor. Ne kadında, ne erkekte sadakatin esamisi okunmuyor! Mihriban gitmesin de ne yapsın garibim. Bu sevdalara “Mihriban” mı denir? Bu sevdalara dense dense gelenin geçenin uğradığı “han” denir!
Öyle değil mi Mihriban?
Öyle değil mi?
Muhabbetle efendim!
Meryem Aybike Sinan-Haber7
meryemaybike@gmail.com
Yorumlar8