Eski Yunan’ın “eksik etekler”i
- GİRİŞ17.01.2012 09:35
- GÜNCELLEME17.01.2012 09:35
“Eksik etek” mecazı etik eksikliğini gösteren ataerkil kavramlardan biridir. Belki bazılarını üzecek, ama kavramın aslı Türkçe veya Arapça da değil. Yani algı olarak “Eksik etek,”Eski Yunan’da en belirgin şekliyle Aristo’da şekillendi. Filozoftu ya Aristo, hocası Plato ve onun hocası Sokrat gibi sıkıntılıydı kadınlardan. Kadın onlara natürelden kültürel hale zoraki geçiş anlamına geliyordu. Erkek kültleri yaygındı Eski Yunan ve Roma’da. “Erkeklik” biyolojik bir ayırdım değil, sosyolojik bir üstünlüktü.
Dolayısıyla, biyolojik olarak akil ve baliğ olmak, psikolojik ve duygusal olarak aynı olgunluğa tekabül etmiyordu. Evlenmek ama bekârlar gibi yaşamak isteği vardı. Olmayınca da sıkılıyorlardı kadınlardan. Çünkü kadın Aristo’nun ifadesiyle, “eksik etek” yani erkeğin “eksik olanı” idi. Erkek “mükemmel” olduğu için mikyas oluyor; kadının eksiği de erkeğe göre şekilleniyordu. “Bereket” kavramı kadından “müzekker”e geçmiş fallik (zeker) çağrışımlara teslim etmişti kendini.
Hatta Sokrat sonrakilere örnek olacak şekilde, “Her halükarda evleniniz! Ya mutlu olursunuz ya da filozof!” demişti. Sokrat’ın eve nadiren uğradığını da en iyisi karısı biliyordu. O nedenle, dolaylı da olsa büyük bir filozofun doğuşu yine bir kadın sayesinde olmuştu! Ortaçağ’da Kilise aynı mantıkla koroya katıldı. Rönesans ve Aydınlanma da yeniden şekillendi kadın tanımı. Artık erkek aklı, kadın duyguyu temsil ettiği için üstünlük de doğrudan erkeğe geçiyordu. Dahası, Avrupa aklı, Doğu ise duyguyu ifade ettiği için Batı erkek, Doğu’da kadınlaşıyordu.
Koronun yeni elemanları olarak Schopenhauer, Nietzsche, sonra Freud gibileri geldi. Onlar da kadın-erkek algısını efendi-köle, ya da ast-üst bağlamında algıladılar. Adler insanların “hayvanlara karşı aşağılık komplekslerini” dile getirirken, aklının bir hücresinde geldiği kültürün sancıları vardı. Jung’a göre, mesele “kolektif bilinç altı”ydı.
Belki de en doğrusu buydu. “Erkeklik” sendromu yirminci yüzyılın en büyük belalarını, sancılarını, savaşlarını çıkardı. Amerika'nın da sahneye girmesiyle, toplu bir Dövüş Kulübü travması yaşandı. Erkekler aralarında ağlasa da, kadınlardan gizlemeliydi. Ağlamak onları astlar seviyesine indirgiyordu.
Kavganın erkeklik algıladığı sistemde, “erkeklik” kendini terfi etmek isteyenlere de klonladı. Ağızda sigara, bazen elde rakı, ya da kocanın ödediği faturalar onları da erkek saflarına katan unsurlardan oldu. “Fıtrat,” “kadın psikolojisi,” “kadın biyolojisine” dair “bilimsel” veriler de eklenince regl döneminde itibaren gelişen iç sorgulamalar, “kötü hissetmeler,” “muayyen zamanlarda” asabilik şemayı tamamladı. Arkasından “Modernite” geldi. Ancak meseleyi Modernite filan değil, zihinlerde aramak daha doğrudur. Nasıl mı? Eski Yunan’a bir uzanarak görelim eksik etekliğin serencamını.
Eski Yunan’da yazılan eserler konuya ışık tutacaktır. Euripides’in Medea ve Sophocles’in Antigone’sinde iki önemli konu dikkat çekmektedir. Birincisi, iki trajedinin de kahramanı kadındır; yapıtlar adlarını kadınlardan almışlardır. İkincisi ise, iki yapıtın da kadınları erkek egemen toplumdaki düzene tehlike veya tehdit olarak sunulan karakterlerdir.
Bu anlamda Shakespaere’in Romeo ve Juliet adlı yapıtında aşk ön planda sunulmasına rağmen, arka planda aslında aileler arasında ve dolayısıyla toplumda “düzen” oturtmak için iki âşık nasıl feda ediliyorsa; bu iki yapıtta da başkarakter olan kadınlar cezalandırılmakta ve ataerkil yapının topluma ve özellikle kadınlara, düzeni tehdit ettiklerinde başlarına gelecekleri anlatmaktadır. Yani her iki trajedide de kadın etrafında kurgulanan anlatı, örnek değil “ibret” alınmaları için sunulmaktadır.
Her iki oyunun da politik tartışmalar etrafında kurgulandığı ve politika açısından kadının yerini yeniden tanımladığı, aslında cinsler arası savaşa dönüştüğü açıktır. Euripides ve Sophocles Atina’nın “altın çağ”ında yaşadılar. Onların dönemlerinde Atina demokrasisi oturmaya başlamıştı. Ekonomik ve siyasi ve askeri açıdan Atina oldukça iyi konumdaydı. Toplumun farklı katmanlarında kurumsal kültürün yerleşmesi bu dönemde oldu. Sanat ve edebiyatta büyük adımlar atıldı.
Politik adımların bir parçası da başlangıçta “ayin” olarak doğan trajedilerin artık 20.000 kişiye varan amfi tiyatrolarda sergilenen edebi ve toplumsal mesajlar vermek için kullanılan sanatsal propaganda mekânlarına dönüşmesiydi. Ritüeldeki dinsel önem bir anlamda sanatsal temsile dönüşürken, politika halkın toplandığı mekânları etki altına yolları olarak kullandı. Yani bugünün propaganda mekanizması olan medyanın rolünü o dönemde tiyatrolar yüklenmişti. Amfitiyatroların büyük insan kitlelerini etki altında tutmaya başlaması bu dönemde oldu.
Medea ve Antigone gibi karakterlerin bu yapıtlarda yer alması da dönemin seçici Atina “demokrasi”si algısını göstermektedir. Toplumu yönlendirmek için trajediler biçilmiş kaftandırlar çünkü trajedilerde asıl olan toplumda etkin olan insanların kişisel zayıflıklarının açtığı sonuçlar olduğu kadar, toplum geleneklerine uymayan tavırların nasıl sonunda ceza görecekleri yönünde algı yaratmaları olmuştur.
Komediler nasıl toplum, kurum ya da kişilerdeki aksaklıkları parodi ve temsil yoluyla eleştirip onlara baş kaldırıyorsa; trajediler de hâkim olan tema var olan düzene uymanın, itaat etmenin gerekliği olarak ortaya çıkar. Yani erkek egemen yapıların “Tanrı-egemen” bir algı ile birleşerek aslında kadınları sindirmek istemesi, onlara demokrasinin kurumsallaştığı dönemde söz hakkı vermek istememesi de aynı nedenle olmaktadır. (Unutmadan, hem Yahudi-Hıristiyan hem de Yunan-Latin geleneğinde “Tanrı” erkektir. İslam’da ise Allah’ın cinsiyeti yoktur: “Doğmamış, doğurulmamıştır!”)
Buna rağmen seslerini yükseltme, baş kaldırma durumları olursa, Medea ve Antigone örneğinde olduğu gibi, ötekileştirme ve şeytanlaştırma taktikleri devreye girmektedir. Cezalandırmanın bir yolu olan bu taktik, sadece sahnede yaptıklarından dolayı şeytanlaştırılan kadınlarla kalmıyor, aynı zamanda onları izleyen kadınlara da “nasıl olmamaları” gerektiğini anlatıyor.
Bütün bunları okurken aslında, örneğin “Medea’nın suçu neydi?” diye sormaya gerek kalmadan, onu çocuklarını öldürmeye kadar götüren etkenleri bir yana atarak sadece “katil kadın, katil anne” olarak hafızalara yerleşmektedir. Olayların asıl sorumlusu olan Jason ise, masum ve mağdur insan olarak sahnede yerini almaktadır. Üstelik kadın düşmanlığını ve kadından nefreti adeta bir toplumsal düzen kuramı halinde algılatan bu ideolojik bakış başarılı da olmaktadır.
Peki, Euripides ve Sophocles bu kadın karakterleri sunmak gereğini neden duymuşlardır? Soruyu yanıtlamadan önce Euripides’in normalde toplumun dışlanmış kesimlerine ve özellikle kadınlara diğer trajedi yazarlarından daha olumlu yaklaştığını anımsamak gerekiyor. Kendi yaşam gerçeklerinin de etkisiyle Euripides yarattığı karakterlere, özellikle kadın karakterlere daha insani açıdan yaklaşmıştır.
Ancak bu oyunda Euripides farklı kaygılarla, belki halkça tutulma ve ödül beklentisi ile belki de erkek egemen yapının zaten kanıksadığı, toplumda yerleşik bir anlatıdan yola çıkmaktadır. Medea ile klasik anlatı geleneğini yazar devam ettirmiş dolayısı ile Medea’yla özdeşleşen anlamı da koruyarak erkek egemen ideolojiyi devam ettirmiştir.
Bir başka deyişle Medea, belki Jason ve benzeri erkeklerin yükselmesinde gerekirse kendi ailesine ihanet ederek fedakârlık yapabilir, Jason’ın çocuklarını doğurabilir, ama onun işlevi oraya kadardır. Medea Jason’ın siyasi olarak daha etkin bir konuma gelmesi için aradan çekilmeyi de bilmeli ve Jason’un başka kadınla evlenmesine izin vermelidir. Yani aslında Medea da, Jason’un ikinci karısı Creon’un kızı da sadece Jason’un siyasi olarak yükselmesi için araçsal konumdadırlar.
Merkeze alınan Jason’un kendi geleceği ve Jason’un çocukları ile oluşturacağı hanedan geleneğidir. Jason’ın karısı olan kadınların ikisi de bu sürece babalarının iktidarları ve bedenleriyle yardımcı olmaktadırlar. Bu misyonlarının bittiği durumda kadınlar anlamsızlaşmaktadır. Medea’nın Jason yerine Jason’dan olan çocuklarını öldürmek suretiyle intikam alması da işte bu algının kendisine yöneliktir. Yani, Medea’nın öldürdüğü aslında Jason’un siyasi geleceğidir.
Sadece Euripides değil Sophocles de trajedilerinde o zaman ki yönetim şekli konusunda ipuçları vermiştir. O zamanlarda ülkenin nasıl yönetilmesi konusunda yeni fikirler çıkmaya başlamıştı. Büyük ihtimalle bu yazarlarda bu düşüncelerden beslenerek o zamanki yönetim şeklinin hatalarını, kendine ve insanlara olan zararlarını aktarmaya çalışmışlardır. Bu güç yöneticilerin gözlerini kör etmiş, kadınları bastırmak şeklinde halka ise zarar vermiştir. Kendini ifade etme şansları kalmayan kadınlar ise “asi”lik ve asillik arasında sıkışmıştır.
Medea’ya baktığımızda sırf saygınlık ve para kazanmak için Kral’ın kızıyla evlenmeyi mantıklı gören ve bunu karısının da anlayışla karşılaması gerektiğini düşünen bir adamı, Jason’ı görüyoruz. Onun bu arzusu, o zamanlar yönetim ve halkın arasında sınır çizgisi gibi bir çizgi olduğunu, halkın gücünün kesinlikle bu çizgiden ileriye geçemediğini, hiçbir şeye karşı çıkamadıklarını kanıtlıyor.
Bu da Jason’ın halktan olmayı istemeyişine ve kraliyetten bir insan olmasının ne kadar önemli olduğuna, çocuklarının asil kardeşlere sahip olmasının ne kadar gerekli olduğuna ve bunları kendi karısına bile çok normal bir şeymiş gibi savunabilmesine sebep oluyor. Yani güç arzusu yüzünden karısına ihanet ettiği halde, bu olayı rasyonalize edip karısını kendi yaptığının doğru olduğuna ikna etmeye çalışıyor.
Antigone’ye baktığımızda, yönetim hakkında daha fazla fikir edinebiliyoruz. Kral Creon’un düşmanı olduğu için bir cesedi gömmeyi yasaklaması ve halkın bunu sadece içten içe ayıplayabilmesi, hatta bazılarının otoriteye olan bağlılıklarından dolayı artık neyin yanlış, neyin doğru olduğu hakkında bir fikirleri bile olmadığını söyleyebiliriz. Gücünden dolayı kendini Tanrı gibi gören Creon verdiği kararın yanlış olma ihtimalini bile aklına getiremediği için, asla kararından vazgeçmiyor. Despot kralın saldığı ölüm korkusunu herkes iliğinde hissediyor ve tek yapabildikleri hiçbir şeye bulaşmamak oluyor.
Öte yandan, kamuoyunun bir yansıması olan Chorus’un da dile getirdiği gibi, kimse politik etik veya dini bir karşıtlığı düzeltmek için canını feda etmiyor. Sadece susup önlerine ne getirilirse kabul ediyorlar. Fakat sevgili abisine yapılan haksızlıktan başka hiçbir şey düşünemez olan Antigone ölümden korkmuyor. Creon’un kendi yazdığını kanunların Tanrı’nın kanunları olmadığını söyleyip onları korkusuzca reddediyor. Yani yaptıklarının bir taraftan abisine olan son görevini yapması gerektiğinden olduğunu, diğer taraftan da dini gerekliliğini yerine getirmesi gerektiğinden dolayı olduğu anlamına geliyor.
Creon’un yaptığı ise, bu gereklilikleri yerine getirmeyi bir kenara bırakıp, halka kendi kurallarını dayatması, karşı çıkılırsa ne olacağını göstermek içinde Polycines’i kullanmasıdır. Euripides’in bu konuyu ele almasının sebebi de otoritenin Tanrıların işinden uzak durması gerektiği düşüncesi olabilir. Bir anlamda seküler görüşe göre hareket eder görünerek aslında kendi tanrısallığını ilan etmektedir.
Bu trajedide eski Atina’da yerleşmiş olan ataerkil düşünce yapısını da açıkça görebiliriz. Haklı veya haksız olsun kadının yaptığı her şey, Şeytani olarak görülmektedir. Antigone’de haklı olarak kardeşini gömmek isteyen kadının arkasında kimse durmak istememiştir, müstakbel kocası bile başlarda babasına karşı gelmekte çekinmiştir. Creon her şeye direnmiş, sadece yakınlarını kaybettiğinde aklı başına gelebilmiştir çünkü bir kadının tarafında olup kendi “yüce” kararını değiştirmesi ona göre çok saçmadır. Çünkü kadın ‘öteki’dir. Kadın evinde oturmalı, hiçbir şeye karşı çıkmamalıdır. Gerektiğinde Jason’ın Medea’ya getirdiği akıl almaz teklifi bile kabul etmek zorundadır.
Bu yapıtlarda kadının hiçbir şekilde değeri yoktur. Çünkü ona hak vermek, onu dinlemek, onun yanında olmak bir tür “aşağılık” statü anlamına gelir onlara göre. Ötekileştirilen kadınları aynı zamanda hiçleşmişlerdir. Bu haksızlığa dayanamayan Medea intikam için kendi çocuklarını bile öldürebilecek duruma gelmiştir. İki kadın da kendi hayatları pahasına da olsa istediklerini alabilmişlerdir. Belki de bu durum, iki yazarın toplumdaki kadınlara bakış açısının da yanlış olduğunu gösterme şeklidir. İnsanları zalimlikle bastırmanın sonunda nelere yol açacağını göstermek için kadınları kullanmış olma ihtimalleri vardır.
Bu iki trajedi de amacına ulaşarak o zaman hakkında bilgi veren güzel bir kaynak olmuştur. Entrikaları da içine katarak bir ders verilmeye çalışılmıştır belki de. Tanrı’yı ya da “tanrılara” saygı duyan insanları bile kulak ardı eden Creon’un ne kadar büyük hata yaptığının yeni bir yönetim sisteminin gelmesi gerektiğinin farkına varabilen beyinlerin sözcüsü olmuşlardır. Tevrat’taki Havva ne kadar “asi” ise, bu oyunlardaki iki kadın da o kadar asi olarak aslında erken egemen yapının canlı eleştirilerini gündeme getirmişlerdir. Medea ve Antigone bu rollerini itaat yerine haksızlıklara karşı isyan ederek göstermişlerdir.
Eteğin eksiği pantolonunkinden fazla değildir. Etik’in eksiği ise, hiç İslamî olmasa gerek! “Anne” ile “Leyla” arasındaki tercih, Havva ile Lilith arasındaki fark gibi değildir. Cahiliye Döneminin Al-Lat (yani “İlahe”), Al-Menat (yani “kader, ölüm, mahviyet”), Al-Uzza’sı (yani Aziz) hep kadınlardı. Onlar, Tanrı’nın “kızları” olarak tapılıyordu.
Güya Modernitenin getirdiği yeni yaşam tarzı, “erkek” lehine kefeye dokunduysa bunda erkeklere özel bir üstünlük hali getirmez. Kadının yükünü artıran süreçte kadına bir de güya bilimsel ve dini açıdan yüklenmenin anlamını çıkarmak zordur. Cennet’in anneler ayağına serilmesi, anne olmayanların yere serilmesi anlamına gelmiyor zahir.
Cennete girmek için Allah’ın rızasını, kocanın rızasına onaylatmak belki hürriyeti esarette bulan kadınlarda mutluluk nedeni olabilir. Ancak şahsen, ne dilekçe yazmak için karımın mecali var; ne de benim onaylamaya cüretim. Cennet Allah’ındır ve “erkek” iznine tabi değildir. Kadın-erkek “meselesini” “karı-koca” bağlamından öte göremeyen mantığa rağmen, Allah keremiyle: “Udhuli fi cenneti!” Hamdolsun!
Metin Boşnak / Haber 7
mbosnak@metinbosnak.com
Bu yazıya ilk yorum yapan sen ol