'Objektiflik' ve Necip Fazıl
- GİRİŞ26.01.2012 10:11
- GÜNCELLEME26.01.2012 10:11
Her objektif olma iddiası, bir beklentiye tekabül eder. Objektif bakmanın bir üst değer olması özellikle pozitif-laboratuar bilimlerinin etkisidir. Daha derinde “mantığı” ve maddeyi hem duygudan hem de aslında onları işleyen insandan ayırmak çabası yatmaktadır. Temelde vehimden ibaret bu anlayış politik, dini, etnik ve kültürel tartışmaların en büyük inanırlık kozu olarak işlev görmektedir.
Objektif bakmak, “nefsi” aşarak olaylara bakmak değil, aksine nefsi başka nefislerin eleştirisinden uzak tutarak nefsi destekleme uğraşıdır. Gerçeği bulmaya çalışan kişinin, gerçeğe dâhil olmadan, ona artı veya eksi katkıları olmadan, kendiliğinden gelişen süreci izlemeye, gözlemeye muktedir olduğu yanılsamasına dayanmaktadır.
On dokuzuncu asırdan beri bilimsel objektiflik adıyla gerçekleşen nice tartışmaların uzantısı gibi görünen bu bakış, aslında muhali ortaya koymaktadır. Bireyin içine doğduğu dil, kültür, yasa, iklim, coğrafya, çevre ve zaman, aslında onu zaten kendi için hazırlanmış olan bir kalıp doğrultusunda yetiştirir. Yani, her insan “zamanın” çocuğudur. Farkında olmadan zamanın ve mekânın etkisiyle yetişir. “Objektif” bakmak bu unsurların şekillendirmelerinden dolayı imkânsızdır.
Objektiflik iddiasının farklı boyutları var. Mesela, Gerçek ve Yöntem adlı eserinde Gadamer, insanın tarih ve kültürü aşarak bir toplumu “gerçek anlamda objektif” bir bakışla incelemenin mümkün olup olmadığını araştırır. Gadamer konuya, Kakuzo’nun Çay Kitabı’ndaki (The Book of Tea) “dünyanın olmaklığında olmak” kavramına yakın bir bakışla eğilir. Yani içine doğduğumuz çevre ve zaman bizi kendince oldurur. Artık çevre ve zamanın evirdiği bir nesnelik konumuna gelmişizdir. Öte yandan, özneliklerimiz dilbilimsel olarak devam eder.
Her öznel olma çabası, özne olanın da objeleştiği süreç içinde, kendini objeleştirenlerin kendilerine öğrettikleri öznellik statüsü ile avunur. Truman Show’u burada hatırlamakta yarar var. Truman “kendine” ait olduğunu sandığı bir hayatın aslında zaten kurgulanmış bir çerçeve ve yol haritasına dönüşmesini adım adım yaşar. Vardığı sonuç şudur: aslında tüm hayatı kurgulanmıştır. Kendisi için kurgulanan hayat içinde o sadece bir rol almaktadır; “kendi” ortada yoktur.
Sinemada sonradan çıkan bu tema felsefede uzun zamandır tartışılıyordu. Özellikle yorum yaparken yorumlanan metne nesnel bakmak ile insanın nesneye kıyasla özne olması onun bir merkez tayin etmesi anlamına geliyordu. Gadamer’in bakışı önceki geleneği arkasına alarak ve Kakuzo’ya yakın düşünüyordu. Fakat bir “metnin”—ki kitaptan, sinemadan, siyasete hatta evrene kadar her şey okuma metnidir--doğru yorumunun ancak onu yazan müellifin gerçek maksadını ortaya koymakla mümkün olduğuna inanıyordu.
Gadamer’in bakışı aslında kendi içinde sıkıntıları olan bir bakıştır. Çünkü tarihte çok az yazar, yazacaklarının tamamını kurgulamıştır. Ayrıca, yazarın yazdıklarına yüklediği “anlam” yazım anında oluştuğu gibi, yazım öncesinde ve sonrasında da belirginlik kazanabilir. Hatta vakıadır ki, bazen yazar eseri yorumlandıktan sonra “maksadım buydu!”, “mesajım buydu işte!” diye yanıltmalar da yapmıştır. Üstelik kastını sonradan değiştiren yazarlar da olmuştur. Yani mesele temelde okurda belirginleşmektedir.
Dahası, “merkez”in yokluğundan dem vuran Derrida ve Yapı-bozumcu felsefe aslında geleneksel merkezleri yok sayar ya da yo ederken kendince sübjektif bir Yapı-bozum merkezi de inşa etmektedir. Metni veya anlamını seyyarlaştıran bakış, metni okuyanı sabit bir alan içinde algılayınca hata yapmaktadır. Çünkü aslında hem metnin kendisi hem yazar hem de yorumlayan bir sübjektif alan içinde yüzmektedir. Derrida’yla meşhur olan “özgür oyun” (“freeplay”) ya da anlam ertelemesi ve farklılaşması (“differance”) anlamın seyyarlığını ifade eder. Ancak metnin kendini seyyar görmeye çalışmakta yetersiz kalır ve ilk metne kadar bir süreci takipte sıkıntıları ifade ederek aslında Batı’daki “köken” tartışmasını da gene gündeme getirmektedir. Bu anlamda yapısalcılığın bir sıkıntısını da bünyesinde barındırır.
Sonuç olarak, okurun yetkinliği, derinliği, birikimi yazılanın yorumunu yapmakta daha etkin olacaktır. Bazen “yanlış” okumalar da yazılanın zenginleşmesine katkıda bulunacaktır. Bu okumalar yoluyla yazı, yorum ötesinde yeniden yazılmak tarzında bile gelişebilir. Dolayısıyla, yazarın aklını okumak ne gerekli ne de mutlak olarak mümkündür.
Aslında mümkün olmayan bu eşgüdümlü okumayı mümkün gören yazarlar da olmuştur. Bu tartışma balıkların derya içinde olup deryayı tanımlamada sıkıntı çekmesinin ya da dünyanın deryadan ibaret olduğuna dair yanılsamalarına dair tartışmaların da kapısını açmaktadır. Yani yazılan ve yorum arasında kopmaz bir bağın olduğu, o bağın mutlak olarak var olduğu, anlamın daha yazım anında yazıya zerk edildiği anlayışı yaygın kabul görmüştür. Ki, metnin yazarı kadar yorum yapanı da anlam “veren” konumuna yükseltir. Anlam ise, “Lâm ile “An” arasında devamlı mekik dokumaktadır.
Necip Fazıl Poetika’sında şairi bal yapan arıya benzeterek, arının bal yaptığını ama bal yapmayı tarif edemeyeceğini bu nedenle vurgulamıştır. Her ne kadar arının insiyaki olarak yaptığıyla, şairin bilinçli olarak ürettiği arasında fark olsa da, Necip Fazıl konuya böyle eğilerek aslında “misyon”a şiirin “teknolojisinden” daha fazla eğilmiştir. Böyle olunca, Üstadın “Kaldırımlar” ve “Çile” şiirlerinde onun münferit hayatını okumak yorumlardaki gafleti tetiklemiştir.
Sonuç olarak Necip Fazıl, “misyona” katkılarından dolayı okunan bir şair olarak algılanmış ve hatta bu nedenle Türk solu tarafından önceleri sahiplenilmiş ve sonraları dışlanmıştır. Türk sağı ise, ona ihtiyaç duyduğu zamanlarda ideolojik olarak sahip çıktı. Sanat kısmını zaten “üstad” küçümsemişti. “Büyük sanatkârlık”tı hedef! “Solun” merkezinin silinmesiyle sağ da silinmiş, sağ “muhafazakârlık” olarak ortaya çıktığında ise artık Necip Fazıl anlamsızlaşmıştır. Çünkü Necip Fazıl aslında muhafazakârlığın kâr hanesine yazılan süreçte edebiyat ve sanat olarak muhafaza edilmemiştir. Dahası aslında misyon ya bitmiş ya da Necip Fazıl’la özdeşleşen haliyle misyona karşı gelişmiştir. “Ata Senfoni,” “Para,” “Babıâli,” “İdeolocya Örgüsü,” “Çöle İnen Nur,” “Çile” vb. eserlerden geriye “Son Devrin Din Mazlumları”ndan birkaç sayfa kalmıştır.
Bugün gelinen noktada, bir anlamda “ezber bozma” tarzında gelişen yapı-bozumculuk furyası aslında hasım gördüğü yapıları bozarken, aynı “liberal” tarzın metoduyla oluşan gelenek ve o geleneğin hamleleri yeni pratiklere yönelecek ve kendini de imha edecektir. Bumerang etkisini görmek isterseniz, uzağa gitmeye gerek kalmadığını biliyorsunuz!
Metin Boşnak / Haber 7
mbosnak@metinbosnak.com
Bu yazıya ilk yorum yapan sen ol