Shalom, 'Kürdistan!'
- GİRİŞ10.02.2012 10:11
- GÜNCELLEME10.02.2012 10:11
26 yıl öncesinde “üç-beş çapulcu” belirdi Eruh’ta. Arkasından gaflet çeğmelendi ülkenin ruhu üstüne. Az zamanda “çok mesafe” kat etti. Komünist idealleri vardı başta; çok uluslu bir kapitalist katliam şirketi oldu ve ulusallaştı kendince. Hasan Sabbah’a taş çıkarttı; Alamut Kalesi’ni yeniden oluşturdu.
“Üç beş çapulcu” nicedir ülkenin kimyasını bozdu. Arkasında “üç beş” ülke oldu hep. 40.000 insan, 100 milyarlarca dolar göçtü gitti. Ne Orta Asya ile ilgilenebildik, Rumeli’yle ne de Ortadoğu’ya açılabildik. Sağlıktan mahrum kaldık; ücretler, maaşlar güdük kaldı. Üniversite kütüphaneleri kitapsız kaldı. Üniversite ağamadığımız için her yıl bir milyon insanımız ümitlerini erteledi ya da noktaladı.
Ne zaman bir ileri hamle yapacak olsak, sırtımızdaki hançere tur bindirttiler. Asayişini, ülkenin ağız tadını bozdu “çapulcu,” ekonomisini kirletti. Uyuşturucudan, silah kaçakçılarına, “müttefiklerimizin” bağlantıları ile yeni bir kirli ekonomi oluştu. “Milli” sorunlarımız, beynelmilel oldu.
Bataklığın temizlenmesi, bataklığa girmekle mümkündür. Bu da kirlenmeyi getirir beraberinde. Getirdi de! Bataklık kayan kumlara dönüştü sonra. Çıkmak için debelendikçe ülkeyi içine çekti. Davayı hâkimle halletmek yerine, mübaşire dil döktük onca zamandır. Üniformasını giydi polisin, onu kirletti “çapulcu.” Asker üniforması giydi “çapulcu”, askeri kirletti. İnsanların duygu, düşüncelerini ve vicdanını kirletti.
En son MİT Müsteşarını şaibe altında bırakacak yaygaralar kopartıldı ülkede.
Nedense, Yahudi ve Hıristiyan Siyonizmi bizim yanımızda hatta bizimle “ittifak” halinde oldu hep.
Şimdilerde “üç-beş siyaset adamı” olarak çıkıyorlar karşımıza “çapulcu” dediklerimiz. Evin ihmal edilen odalarında arınık etmeye çalıştığınız virüs, evin diğer odalarına sıçradı.
Artık tüm bünyeye tahakküm etmeye başladı. Sizin ona “kardeş” demeniz onu ilgilendirmiyor. Kendi kafasında “put” kıldıklarını kırmak isterken, Kâbe’nin altında kalacağının farkında değil.
Siz “mozaik”, “ebru”, “aşure”, “çimento-harç”, “et-tırnak”, “erime potası”, “damat-gelin” dedikçe o sanıyor ki, ondan beklentiniz var. Yağmura küfretmekten, tepesine gelen gülle gibi doluları göremiyor, ıskalıyor.
“Devlet” deyince Türkiye’yi anlıyor; kendini tanımlamaktan aciz ama Kürt’ün anlamını Türk olan her şeyin tersi sanıyor. Hatta Türk’le arasındaki ortak noktaları azaltmak için, vaktiyle Türkiye’nin yaptığı hataları tekrar ediyor: Zerdüştlük teraneleri güdüyor. Öyle ya Zerdüştlükte siyah-beyaz vardır; iyi-kötü vardır sadece. Öyle bakınca da Kürt iyiyi, Türk ise kötüyü temsil ediyor aklınca.
Tarihte olmayan kimliği, sizin üzerinizden, size husumetle “yaratma çabaları” bunlar. Kendine bakması için yalnız kalması lazım. Sizinle beraber kalmak rahatsız ettikçe, sadece “devletin” hatalarını değil kendi hatalarını da görmesi lazım. Onun için de aynı hataları “kendi” devleti gördüğü mekanizmadan görmesi lazım. Mesela kendi seçtiği belediye başkanını eleştirme aşamasına gelmesi, aslında yerel idarenin demokrasilerde daha önemli olduğunu anlaması, ondan hizmet beklemesi lazım.
Birden Türkiye “İsrail” oldu nasılsa. Sonrasında daha sivil nedir bilmeyen çocuklarla “sivil itaatsizlik” provaları. “Devlet” ile irtibatı kesilsin de ne olursa olsundu; okulu, sağlık ocağı, kışlası, emniyeti hatta camisi fark etmezdi. Onların hepsi “devletin” di. Gerçi belediyelerden hizmet alamasa da, amaç hizmetten öte bir şey olduğu için sorun değildi. Kol, oraya gelince yen içinde kalırdı.
Güneydoğu’daki “Kürt” meselesi bir Ortadoğu sorunudur. “Türk sorunu” ise, özünde eskiden “Şark Meselesi” denen sorunun uzantısıdır. Bir ucu tarihsel Orta Asya hesaplarına kadar gider. Diğer ucu Osmanlı sonrası yarım kalan hesaplara, paylaşımlara. Milletimizin hafızası bu kadar mı daraldı?
Osmanlı’nın vefatından sonra Osmanlı’nın torunlarını Türkiye’den de ihraç etmek isteyenler olmuştu. Propaganda savaşları ve Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti arasındaki Ödipus kompleksli ilişki dahi, Avrupa ile Osmanlı Devleti arasındaki Ödipal ilişkinin bir yansımasıydı. Osmanlı’nın kalan Türkiye vardı ve Türkler Anadolu’dan da atılmalıydı.
Ortadoğu sorunu ile Orta Asya sorununun ikisi birden epeydir önümüzde. Bu nedenle, kendimizi Orpheus yerine koyarak, Euridice yaratmaya çalışmanın anlamı yoktur. İraptan mahalli olmayan unsurlar, dilin gramerini yazmak istiyor ve hatta dili yeniden yazmak istiyorsa, o halde dilin kelimeleriyle semantiğini önceden oluşturmalıdır. Peki nasıl?
KEMAL BURKAY VE FEDERASYON
“Federasyonu da konuşmak lazım!” fısıltısı tedricen vecizeye dönüştü. Öyle ki Kemal Burkay gelip de “silahlar bırakılsın!” deyince, “ayrılmak istemeyiz” deyince sanki bir yeni kurtuluş reçetesi oldu. Burkay Türkiye’yi tanımlama konusunda sıkıntılardan bahsediyordu, ama “Kürdistan” kelimesi dudaklarından dökülüveriyordu hemen.
Burkay haysiyetli bir Kürt entelektüel. PKK’nın pisliklerinden, katliamlarından dem vuruyordu. PKK’nın eleştirdiği tarafı silahlı çatışma konusuydu. Öyle ki, eski sosyalist olması hasebiyle “halkların” kardeşliğini ve sosyalist söyleme dayanarak da “halkların” kendi kendini yönetmesi gerektiği ifade ediyordu. Sosyalizm “öyle” öğretmişti ona. Mısır’da demokrasi diye yutturulan süreç sırasında ABD’den bir çırpıda gelip muhalefetin başına lider olmak için gelen Baraday’ı hatırlatıyordu. Sosyalizmin çöküşü onu ne kadar etkiledi bilmem, ama Sosyalizmin çarelerinin küresel karadulun yol haritasıyla birleştirme çabaları başarılı.
Gerçi Sosyalizm “emekçilerin” kardeşliğini Marksın Komünist Manifesto’sundan öğrenmişti, ama yıllarca Fransa’da yaşamanın verdiği karma bir çözüm önerisi de fena olmazdı. Kürt tipi ulusçuluğun Kemalizm tipi ulusçuluğa benzemesi de yine bir fark olarak karşımızdaydı. Kılıçdaroğlu kadar adı Kemal, Mustafa Kemal kadar da ulusçu reçeteleri vardı. Ha, bu arada Tunceli’den olması da ayrı bir özellik olarak göze çarpıyordu.
Burkay Kürtleri Türklerden farklı olarak görürken, “dil”den bahsediyordu, sonra da kültürden. Hangi kültür farkıydı açıklamıyordu. Ya da muhtemelen tarihten yine “Türklerin” ayırdığı Kürtlerin dört ayrı ülkede yaşadığından bahsederken, aslında farklı Kürtçelerin “İstanbul” Kürtçesi kadar iletişim sağlamadığını ve Kürtlük kimliğini belirteci gibi görülen PKK’nın “Pe-ke-ke” gibi okunmasının aslında daha Türkçe olduğundan da. Şairdi adam, elbette ki bir şuurla konuşuyordu. Ha bir de millet adının ülke adı olmasına da karşıydı. Ancak Fransa’dan örnek veriyordu; Apollonaire Fransız kökenli değil, ama “Fransız” şairiydi. Lacan ve Derrida’nın kökenlerini de ayrı tartışmak gerekti, ama nasılsa onlar da kaldı. Ve Burkay’ın sandığının aksine, "Fransız" adını Fransa’dan değil; Fransa, adını Fransızlardan almıştı.
Demem o ki…
Artık Pinokyo’yu oynamak zamanı geçmiştir. Sevmeyi bilmek lazım, sevgisi olanlar farklarını husumete dönüştürmez. Ancak sevgi bitince, gözün üstündeki kaş bir husumet neden olabilir. Gözün rengi, saçın rengi artık öne çıkar, herkesin saçı ve gözü olduğu unutulur. Kendi yaptıklarını ve yapmadıklarını unutur, sadece sizde arar hatayı.
Gördüğünün aslında Türk’ün değil, ne olduğu hala anlaşılamayan “sistemden” olduğunu, Türk’ün yerinde Kürt olunca değişen olmadığını, aslında zaten bütün hükümetlerde Kürt vekillerin hatta Cumhurbaşkanları olduğunu hatırlaması lazım.
Bunları yaparken “Kürt” olmanın vergiden muafiyet, elektrik ve suyun ücretsiz kullanımı, mafyalaşma özgürlüğü olmadığını da ifade etmek lazım. Kör-topal adaletin karşısında her kesin yasal ya da yasal olmayan işlerde eşitliği olması gerektiğini, nüfus artışının kendi başına değer olmadığını, kız çocukların da nüfusa dâhil olduğu ve Kürt kadınların da insan olduğunu unutmaması lazım.
Dahası, “Kürt” yatırımcıların yatırımlarının neden “Batı”dan aldığı krediyle yine “Batı”ya yatırım yaptığını anlaması lazım. “Batı”nın anlamı bizde belirgindir; “Doğu”nun da. Bizler Türkiye’yi merkez olarak Doğu ve Batı tayini yaptık. Türkiye’nin coğrafi ayrımları kültüre göre yapılmadı. Dahası “Ortadoğu” da bizim kavramımız değildi. Ortadoğu Türkiye’nin sadece güneyidir.
PİNOKYO’DAN ÜÇ MAYMUNA
Ancak araya çok bulanık, kanlı mercekler girdi, "zoom" yaptıkları ile odaktan çıkan görüntülerin olduğu noktada, terör kendi çekimlerini yaptı. Terörist’in çocukluğunu ve ailesini askere, askerin çocukluğunu teröriste gösterseniz, farkların ötesinde ortaklıklar çıkardı ortaya. İnsan paydasında eriyebilirdik. “Türk’üm” olmakla değil belki, ama “doğru,” “çalışkan” vatandaş ekseninde buluşabilirdik. Varlığımızı “Türk varlığına” değil belki, ama vatandaş birlikteliğine armağan edebilirdik. “Varlığın” hem hürriyetine hem de külfetine, hem hak hem de sorumluluklarına sahip çıkarak kimlik oluşturabilirdik. Olmadı.
Olacak gibi de görünmüyor. Olması için, iki tarafın da birbirini aynı tarihsel zilletin mazlumluk çemberi içinde görmesi gerekiyor. Ama bir taraf diğerini zalim görüp de, mazlumiyet üzerinden farklı işlere girince, eleştirdiği “ulusal kimlik” üzerinden ondan daha geri bir ulusal kimlik mantığı devreye gidiyor. Birden Selahattin Eyyubi, Said-i Nursi “Kürt” olarak karşınıza çıkabiliyor.
Yetmiyor, Asur, Hitit, Sümer, Akat tarihi üzerinden Herodot Cevdet güzellemeleri yapılıyor. Ham, Sam, Yafes’in şeceresinden kendini üretecekleri de bekliyoruz.
Kim bilir belki “kayıp kabile’de birden karşımıza çıkacaktır.
Öcalan’ın sosyalist mehdiliği için İmralı’dan Sinop’a gitmesi de fazla bir sorun olmayacaktır.
Süreç içinde Kürtçe de çalışmıştır…
İnsanların bireysel varlıkları anlamlıdır. “Akil ve baliğ” olmak bireyler için olduğu kadar toplumlar için de geçerlidir. Rüşt ispatı için ceddin inkârı ancak bir ergenlik alametidir.Cumhuriyet bunu Osmanlı’ya yaptı; yenilerde helalleşmeye başladı. Şimdi de hâlâ tanımlanamayan Kürt kimliğinin stratejisi oldu bu.
Ve kimlik kendini başkasının zıddı olarak algılarsa, aslında kendi kimliğini oluşturmak yerine zıt gördüğü kimliği içselleştirir, ondan olur. Bu durumda kimlikler tuğlalar gibi algılarlar kendilerini. Hayatiyetleri kaybolur, bireysel varlık yerine bir türeme kimliğin yapı malzemesi olur. Öyle olunca da “karşı” tarafı insani kimliklerden soyutlayarak “şeyleştirir”. Kütlelerin vicdanı olmaz. Kitlelerin aklı olmaz. O nedenle, Üç Maymun’un ülke çapında bir senaryoya dönüştüğü zamanlardayız. Bir Doors şarkısı çalınıyor kulaklarıma: “The end.”
BDP’li bir vekil ne “kardeşliği?” höykürdü geçenlerde. Başka bir vekil “silah, Kürtlerin sigortasıdır!” buyurdu. (Biz “At, avrat, silahın” Türklere ait bir güzelleme olduğunu sanıyorduk.) Daha önceleri de “sivil itaatsizlik” namına çocukları okula göndermeme girişimleri oldu. Polis dövmeler, kaymakam linç etmeler bu meşrulaşmış eşkıyalığın uzantısı oldu. Aklın durduğu noktada, kişisel ihtiraslar ve “Öcalan”lar sendromu devreye girmektedir.
Bu noktada benim naçizane tavsiyem, Türkiye’yi “vatan” bilen camianın bir an önce devletlerden ve hükümetlerden bağımsız bir Kürt Çalışmaları Enstitüsü açması ya da müstakil bir Kürt Çalışmaları Üniversitesi kurmalarıdır. Bunu ilk üstlenen de ülkücü camia olmalıdır.
Kürt ve Kürtlüğe dair ne varsa içinde barındıran bir kütüphane baş tacı olacaktır.
Kürdi dillerin tamamı yanında, kopuntu Kürtlerinin antropolojik, sosyolojik, tarihsel, dinsel geçmişleri ele alınmalı ve çıkacak araştırma sonuçları, her kesimin anlayacağı şekilde yayımlanmalıdır.
Aynı şekilde, “Kürdistan” isteyen camianın da bir Yakın Çağ Türk Araştırmaları Enstitüsü kurmaları hayati önem taşımaktadır. Geç de olsa bunu çok yararı olacağını düşünüyorum.
Bu şekilde Kürtler, Türklerin tarihteki rolü ve son iki yüzyıldaki çöküşünün nedenlerini anlayacaklardır.
Türkler de bazı Kürtlerdeki bu kimlik edinme heyecanını, şevkini yeniden tadacaklardır.
Bu vesile ile Doğu Perinçek’in İkibine Doğru Dergisinden beri işlenen Kürtlerin atalarının Sümerler, Etiler, Akatlar vs. gibi eski Anadolu ve OD kavimleri olduğuna dair safsataların Cumhuriyetin tarih tezleriyle uyuştuğu görülecektir.
Böylece ortak bir özellik daha çıkacaktır!
Aksi halde, “federasyon” anlamsız bir sürece sokacaktır Güneydoğu Kürt sorununu.
Sadece zaman kaybı olacak ve Federasyon’un mali ve psikolojik yükünü bu ülkeye ödetmekten ibaret olacaktır.
Biliyoruz, taşlar bağlı ve “taşeronlar” var. Burası Ortadoğu’dur. Kan Ortadoğu’da petrol pompalarını yağlamak için kullanılır. Yüzyıldır haritalar bu bölgede hallaç pamuğu gibi atılır. Bir matruşka kaldırırsın, yerinden başkası çıkar. Biliyoruz, dedenin yediği yemeğin hesabını torunu ödeme zamanıdır. Ancak federasyon yanılsamasını bırakalım artık.
KÜRT KİMLİĞİNİN ÇEŞİTLİLİĞİ
Kürt kimliğini “anti-Türk” olmaktan çıkarmak Kürt kimliğinin sağlıklı evrimine yardımcı olacaktır.
Hâlen Kürtçü çevrelerde, Kürt kimliğinin monolitik görünümü Türkiye üzerinden olmaktadır.
Kürt kimliği, asıl “Kürdistan” kurulduğu zaman tehlikeye girecektir. Ne Türklüğün maliyetini Kürtlere ne de Kürtlüğün maliyetini Türklere ödetmemek lazımdır.
Bırakalım, Kürt kimliği kendini Amerikan aksanıyla İngilizce olarak tanımlasın.
Türk’ten ayrı neleri varsa Kürtler kendi bulsun ki, sıra farklı toplumsal katman, dil, coğrafya, ekonomik ve kültürlerden olan Kürtleri kendi başına tanımlama noktasına gelsin.
Bir başka ifadeyle, Şirvan’ı baş tacı eden Kürt ile MTV’den gözünü ayırmayan Kürt birbiriyle buluşsun. Poşusuna milli sembol bilenle, poşudan utanan; Jeepe binenle, eşeğe binemeyen; ABD’de okuyan ile ilkokulu bitiremeyen; düğünlerde bir torba dolar saçanla, evine ekmek alamayan ve dağa çıkan Kürt bir araya gelmeli. Kendi kahramanlık hikâyelerini, efsanelerini anlatmalıdır. Feminist Kürt kadınıyla, sırf konuştuğu ya da gafilce arkadaşlık ettiği için cinayet kurbanı olan Kürt kadını bir araya gelsin. Beklenen Mesih’in Öcalan mı, Barzani mi, Talabani mi, yoksa Karayılan mı olduğuna Kürtlerin toplamının karar vermesine yardımcı olmak lazımdır.
Sonrasında, yeşil kartını, sağlık sigortasını, Diyarbakır Belediye Başkanından talep etmelidir. Bunu yaparken de tercüman kullanmalıdır.
Güney, Orta, Kuzey Kürtçelerinde basılmalıdır evraklar. Annesinin giydiğinden utanan genç Kürt ile ninesinin giydiklerini “Şark Köşesinde” aksesuar kılan Kürt’ün buluşması ancak böyle mümkün olacaktır.
Evinde “Tanrı misafiri” ağırlamayı vazife bilen Kürt ile misafir gelecek diye köşe bucak kaçan Kürt bir arada olmalı. İşçi Kürt ve patron Kürt bir arada olmalı. Laik Kürt ile dindar Kürt; Alevi Kürt ile Sünni, Şii Kürt bir arada olmalı. Muhafazakâr Kürt ile “modern” Kürt bir arada yaşayabilmeli. Varsa Zerdüşt olanlar, onlar da kendi aralarında Zerdüştlük sentezini kendisi düşünmelidir.
Bizim arada olmamız, bu buluşmaya engel olmaktadır. Biz arada oldukça Kürtleri yekvücut sanmaya devam edecek, hatta yekvücut olmak için varlığımızı kullanacaktır.
“Varlığını Kürt varlığına armağan” etmesi hakkıdır. Peki, bize düşen nedir? Kürdistan oluşumuna daha nasıl yardımcı olabiliriz?
Kendimize güvenmeli ve açıkça bir “ayrılık referandumu” yapmalıyız. “Eller ayırsa bile, yollar ayırsa bile, biz ayrılamayız” bir hoş seda maziden. “Bir tel kopar ve ahenk ebedi bozulur.”
Mesele budur.
Zoraki kardeş, zoraki eş, zoraki işteş, sancıdaş, vergidaş, vatandaş ve gönüldeş olunmaz.
Federasyonla gelecek huzur bir yanılsamadır. Gelin, şunu “kazan-kazan” poliçesine dönüştürelim.
Ayrılmak en iyisi.
Genişletişmiş Kürdistan projesinin tasarımı Batı’dan, finansmanı Türkiye’den olmaması lazımdır. Dahası, zaten “Büyük Kürdistan” ancak “Büyük İsrail”in arka bahçesi olacaksa buna da Kürtlerin kendileri karar vermelidir.
“Vaat edilen topraklar” haritası, Kürt nüfusun yoğun olduğu Güneydoğu bölgemizi içerir. Hatta Tevrat’ta tasvir edilen Cennetin içinden akan ırmaklardan üçünün adı, Fırat, Dicle ve Ceyhan’dır. Ama İsrail Fenikeler ya da Akatlara ortak ister mi kendisi bilecektir.
Belki “Büyük Kürdistan,” “Büyük İsrail”in koridoru olacaktır. Bu nedenledir ki, ya Irak içindeki Türkmen ve Arap unsurları da içimize alarak konfederasyona gitmeliyiz. Ya da Türkiye içindeki Kürtlerin bir halk oylamasıyla isteğe bağlı olarak Türkiye’den tamamen kopmalıdır. Ayrılmak isteyen Kürtlerle komşu oluruz. Kalanlarla can ciğer oluruz yeniden. Ayrılana Türk kahvesi ikram ederiz turist olarak uğrarsa, oteli gösteririz. Kalanı evimizde ağırlar, mutfakta beraber yemek de yapar, mırra da içeriz.
Toprak ve nüfus değişimi gerekirse Irak, Türkiye ve İran arasında adilce yapılabilir. Suriye ve İran bu sürecin içine sokulmalıdır. Irak içindeki 3 milyon Türkmen, İran içindeki 25 milyon Azeri Türkü bu konuda etkin olarak masada olmalıdır. Ayrıca Türkiye uluslararası anlaşmalarda hakkı olan ve uzun zamandır sumen altı ettiği, Kerkük petrollerindeki hisselerini yeniden gündeme getirmelidir. Türkiye’yi seven, vefasını, cefasını, nimetini, külfetini sahiplenen herkes “ayrılmak” hakkını kullanmalıdır. Ve barışık, adalet ve huzur içinde olmalı her şey.
Türkiye’nin aradan çekildiği noktada, millet olmanın ne olduğunu Suriye, Irak, İran Türkiye ve kopuntu Kürtleri daha iyi anlayacaktır.
Bir otuz yıl lazım.
Metin Bosnak - Haber 7
mbosnak@metinbosnak.com
Yorumlar1