Muhafazakâr Amerikancılık
- GİRİŞ16.03.2012 23:05
- GÜNCELLEME16.03.2012 23:05
Özal öncesinde evlerde telefon bir lükstü ve birkaç sene içinde yedi milyon telefon edindi milletimiz. Abone adayları yıllarca sıradaydı. Sonra Amerika’dan mülhem bir rüya girdi devreye. Televizyon renklendi, kanallar artmaya başladı. Okuma kültürü oturmadan görsel kültüre geçmiştik.
Memlekette bir video film furyası başladı. Türk sineması çöktü, yerini Amerikan filmleri almaya başladı. Gözlerimizden, gönüllerimize bir Amerikan film furyası akmaya başladı, büyüklerin de küçüklerin de. Yerlileri kovboylar öldürdükçe biz de sevindik, Rambo Afganistan’da Rusları darmadağın ettikçe biz de Çanakkale’mizi hatırladık biraz...
Yeni yeni gazeteler çıkmaya başladı piyasaya. Artık gazeteciler değil, patronlar vardı başlarında ve bir kapitalist işletme nasılsa o şekilde işlemeye başladılar. Babıâli bitmiş, “basın” dönemi başlamıştı. Patronlar krediler aldılar. Karşılığında daha önemli şeyler verdiler...
Özal da gelişim adına ve değişimin ve potansiyel siyasi destekleri için onların plaza kurmalarına, holdingleşmelerine piyasa ekonomisinin bir yansıması olarak baktı ve destekledi yerine göre. İlk özel televizyonu da aynı mantıkla destekledi, ta ki milletin parasıyla ve Özal vasıtasıyla palazlanıp hem Özal’a hem de yerine göre millete karşı diklenene kadar...
Ayrıca yeni yüzyıl “Türklerin” olacaktı ve Özal o zamana kadar kompleksten cesareti kırılan küçük burjuvaya bir öğretmen gibi ticareti, atılganlığı öğretti, moral verdi. Yanına alıp uçakla dünyayı gezdirdi zaman zaman. KDV ile beraber devletin gelirleri arttı, ama Özal’ın dediği gibi mallar ucuzlamadı. Enflasyon inecek dedi, ama arttı. Ama olsundu, ideolojik terör yoktu ya! Hem artık eskiden olmayan mallar vardı piyasada ve de taksitle alınabiliyorlardı. Bölücü terör uç vermeye başlamıştı usulcana…
Arabalar gibi, benzinlikler de değişmeye başladı. Önceleri sadece petrol almak için ve yağlama-yıkama için gidilen ve “bitse de gitsek” denilen mekânlar olmaktan çıkıp, içki dâhil herşeyin satıldığı hem dinlenme hem alışveriş yerleri oldu... Pompaların ve binaların görkemi arttı ve Tevrat’taki ifadeyi kullanacak olursak, halkımız baktı ki “it was good!”
Mağazaların çehreleri değişmeye başladı, vitrinlerinin albenisi ve içindeki malların çeşidi ve kalitesi arttı. Bir kısım insanlar TV'deki hayatla kendi hayatları arasındaki uçurumun kapandığını hissetmeye başladılar. Vitrin ışıltıları, neon pırıltıları altında “ibadet ne güzel şey”di.
Nakit olması mühim değildi, kredi kartları da gelmişti. Her türlü elektronik eşya, tekstil ürünü ve gıda maddeleri ve Çikitanın temsil ettiği yeni değerler yükseliyordu. Ve tahterevallinin bir ucunda o yücelirken, yükselen değerlerle, düşmeye başladı başkaları. Kapitalizmin tapınaklarında haftada birkaç kez tavaf eyleyip, Batılının aldığı gibi mallar aldık. Ama hep doğulu gibi kullandık. Kitapçıklarını bile okumadan, elektronik eşya prize takıldı. Canlandı. Can kattı.
Bu yeni ideolojinin yeni müritleri ve müttebileri ihtiraslıydılar. Yeni tapınaklar çekiciydi. Mesire yeri oldu, podyum oldu. Ve fakat halk herşeyin “tek yol” ve “tek tip”ine alışıktı. Tek tipe alışkın olunca, çok şeyin bir arada olması da sorun oldu. Seçmek de sorundu. Bu arada imdada son birkaç gündür o heyecanlı filmin arasında gördüğü reklamlar yetişmeye başladı. Yeni din her şeyi düşünüyordu... Artık ailecek kutsanmanın hazzını yaşamaya başlamışlardı.
Uzlaşma meydana gelmişti artık. Kavga yoktu. PKK da nasılsa hallolurdu. “Üç beş çapulcu” meselesi.
O halde 12 Eylül öncesinde tüketmek bir tarz iken, sonrasında sanki farz olmuştu. Bazen arz eksikliğinden tüketilemeyen demokrasi ve vatandaş gibi olma ihtiyacını telafiydi. Bazen yenileyemediğimiz benliğimiz adına, yeni şeyler alıp tüketmekti uzlaşmanın odağı. Bu arada gizli gizli yeni kastlar da oluştu. Toplumsal katmanlar arasındaki makaslar açıldı. Ama Peygamber efendimiz de, “zengini severdi!” zaten! Öyle buyrulmuştu.
Eskiden doğru amaçlar için yanlış şeyler yapılmıştı. Şimdi yanlış amaçlar için doğru olanlar. Küresel kapitalizmin tebaaları olmuştuk. “Gerçi kurtulduk esaretten”. Roman ve pop kültürü ile kulakları, McDonalds'la mideleri doldurduk. Ceplerimiz de mark da oldu dolar da. Artan paralar için de, 1993’den itibaren borsa vardı. O da zaten İslami bir şeydi!
Lüks arabalar ve balo kıyafetleriyle taksimde ilk açılan McDonalds’ta yemek yemek de mümkündü artık. Özgürlük anıtı kısmını bilahare düşünecektik. Kolanın İslami olanı, türbanın ecnebi olanıyla buluştuğu noktada nankörlük etmemek lazımdır. Ulvi Alacakaptan ifadesiyle, diğerlerinde olan her şeyimiz olsun, bir de türbanlısı olsun!”du. Sloganın başaramadığını “ayet” başarmış, bankaların da aslında yeni dönemde kar payları devreye girmişti.
Eskiden Almancılar, dışişleri mensupları ve burjuvanın farkını yansıtan arabalar artık her yerde vardı... Radyolar kuruldu. Ülke güvenliğini de sarsmadı nedense! DJ' liği öğrendik ve öğrendik ki, insan Türkçe bilmeden de radyo programı yapabilir, hatta bu ülkede başbakan bile olabilirmiş... Müzik ritme kurban, kalitesi ise oynattığı insana göre bir mikyasa vuruldu... Ağlatandan, oynatana dönmüş ve nihayet çağ atlamıştık. “Türkiye Tamam!”dı.
Dolmakalemler yerine tükenmezler iyice yerleşti hayatımıza, attık ve onunla beraber “kullan at” mantığı, hem insanı hem eşyayı.
Neyimiz eksikti ecnebilerden, neyimiz fazlaydı anlamaya başladık. Yüzyılın rüyası nihayet gerçek olmuştu... Biz Batılı olmuştuk. Uzlaşma ve uzaklaşmayı becermiştik. Ama sanki yönleri ve mahiyetleri farklıydı. Ama otoyollarımız ve ikinci köprümüz “anti-komünist” bir zaferin galiplerini sırtında yorulmadan taşırken, gerisi teferruattı, pardon “füruat”.
Marlboro ceplerde alenen gezerek hürriyetine kavuşmuş, Camel paketlerinde ise hala “Türk-Amerikan harmanı” yazıyordu. Türklerin deveyle ilişkisi yoktu, ama paketin ön yüzünde deve üstünde adam, arkasında piramitler vardı.
Ve Camel paketleri aslında Türkiye’nin yeni iki yüzünü anlatıyordu: Deve üstünde gidenler ve Piramitlere yerleşen yeni Firavunlar. Ondan kurtulmak için ise, Musa’yı biraz daha beklemek lazımdı…
Türk-Amerikan işbirliği ve ideal birlikteliği en iyi Camel sigaralarında oldu sanırım. Ha bir de harmanlanan Amerikan-Türk hükümetlerini anmak lazım. İçenleri ayrı konuşmak gerekiyor. Hâsılı, sigara paketlerindeki beliren Türk algısı, Amerika’nın Türkleri nasıl algıladığını anlatıyordu. Türkleri Araplarla karıştıran bir algıydı. Paketlerin üstünde deve yerine kısrak olursa bir gün, Amerikalının Türkü tanıdığı gün olacaktır. O gün için Amerikalı kadar Türk de hazır olmalıdır.
Metin Bosnak - Haber 7
mbosnak@metinbosnak.com
Bu yazıya ilk yorum yapan sen ol