İslamcı aklın hazin göçü
- GİRİŞ02.02.2012 09:47
- GÜNCELLEME02.02.2012 09:47
Kanaatimce, günümüzde yanlış algılamaya kurban giden en önemli konulardan biri, Mekke-Medine ayrımı. Hz. Peygamber (a.s.m.) ve sahabelerinin Mekke ve Medine’de yaşadıkları, tarihte yaşanıp bitmiş birer detay olmaktan çok öte anlamlar ve mesajlar taşıyor Müslümanlar için. Hangi şartlarda, nasıl hareket etmeleri gerektiğinin ipuçlarını da barındırıyor içinde.
Mekke’nin imanî takviyeyi, sabrı, ferdî ve ailevî hayata halisane odaklanmayı ifade ettiğini; buna karşılık, Medine’nin daha ziyade sosyal hayatı ve uzantısı olarak ekonomik ve siyasî idareye yön verilmesini sembolize ettiğini biliyoruz. Diğer bir deyişle, Mekke, kalbin iman ve kullukta sebatını; Medine, Mekke’yi de fethederek ve onu kıble edinerek bu imanî şuurun sosyal hayata taşınmasını ifade ediyor.
Hz. Peygamber’in (a.s.m.) ve sahabelerinin yaşadığı tecrübe bir örnek olarak bunu böylece önümüze koyuyor. Önce kalbin Kur’an’la terbiyesini, sonra ferdî hayatların, hiçbir dış gücün karışamadığı evdeki aile hayatının Kur’anî hükümler istikametinde yaşanmasını emrediyor ve bunu siyasî iktidarı ele geçirmek için bir basamak olarak değil, ebedî kurtuluşun vesilesi olarak yapmamız gerekiyor. Diğer bir ifadeyle, Mekke, yaşanması gerektiği için yaşanmalıdır. Medine’ye ulaşmak için değil! Medine’yi kendi içinde bir hedef gören ve Mekke’yi o yolda bir araç konumuna indirgeyen, dünyevî, felsefî ve arzî bir zihindir.
Kalbin değil, determinist, esbabperest nefsin kontrolündeki yüzeysel akıldır.
Bugün yaşamakta olduğumuz tecrübeler, kalplerimizin Mekke’yi yaşamaya muhtaç olduğunu gösteriyor; ama modern çağın iktidar propagandalarıyla boyanmış yüzeysel İslamcı akıl, hayalî bir Medine’yi kurmaya ve bu uğurda kalbi terk etmeye razı oluyor. (Namazı terk ve ihmal eden İslamcıların kulağı çınlasın!) İmanı kalplerde sağlamlaştırmaktan ziyade, Medine sözleşmeleriyle ilgileniyor.
Oysa ayetlerdeki sıralama belli: iman, hicret, cihad. Yüzeysel aklın kalbi ve diğer duyguları terk edip hayalî bir Medine uğruna girişeceği macerada, hicret hicret değil göç, cihad cihad değil Don Kişot'ça bir hayal savaşı olmaya mahkûm. Ne yazık ki İslamcı akıl, Mekke’den kaçtı, Medine’ye de varamadı, nedensellik çöllerinde derbederce dolaşıyor.
Ele geçirirken ele düşmek
Mekke-Medine hususunda yüzeysel aklın düştüğü hatayı ele veren bir diğer mihenk taşı, hicret. Hz. Peygamber neden hicret etti? Modern İslamcı akıl, “Mekke’de başaramadığı sosyal ve siyasî düzeni Medine’de kurmayı ümit ettiği için” diyor.
Sorulması gereken soru şu: Hz. Peygamber, hayatının herhangi bir döneminde iktidar mücadelesi yürüttü mü? Ne siyer kitaplarında ne hadis kitaplarında ne de sahabiden bize kalan mirasta böyle bir ize rastlamak mümkün değil. Hz. Muhammed’in (a.s.m.) iktidar mücadelesi olmadı, iktidardakilerle mücadelesi oldu ve bu sen-ben kavgası değil, doğrudan bir din mücadelesiydi. Mekke’deyken kendisine altın tepside sunulan yönetim yetkilerini dinin hakikatlerinden taviz vermesi istendiğindendir ki “ay ve güneş” benzetmesiyle reddetti. Din-iktidar çelişkisi, Hz. Ali ile Muaviye arasında şiddetli biçimde kendisini gösterdi. Hz. Ali, Hz. Peygamber’in yolundan giderek dini esas tuttu, Muaviye ise iktidarı. Bugün, İslamcıların bir taraftan Muaviye’ye ateş püskürüp diğer taraftan da iktidarı dinin adalet ve hakkaniyet gibi esaslarının önüne koyarak aynı Muaviye'yi örnek alması ne hazin!
Bugün, siyasetin ve felsefenin pençesine düşen İslamcı akıl, “Hz. Muhammed’in hicreti, devleti ele geçirme faaliyetidir” diyebiliyor. Mekke’den çıkarken arkasına dönüp şehre “Arzda bana senden daha sevgili bir yer yok. Kavmim zorlamasa seni terk etmezdim” diyen Nebi’nin, tarihe başlangıç olan hicreti bir çırpıda siyasî hücre faaliyetine dönüştürülüyor: “Yönetimi bu yolla ele geçirmenin tarihte bir benzeri daha bulunamaz.”
Bu bakış açısıyla, devleti ele geçirme veya daha yumuşatılmış bir ifadeyle yönetimde etkin olma ideali bugün her şeyin başında geliyor. Oysa yakın tarihimiz ve günümüz, devleti ele geçirmeye çabalarken devletçiliğin –ve bu arada devletin– eline düşenlerin; hakkı ve adaleti gözetmek yerine zulümlerin işlenmesine önayak olmanın ya da rıza göstermenin örnekleriyle dolu.
Güçsüzleştiren güç arayışı
İçeriği çarpıtılan diğer bir önemli husus, hak-kuvvet ayrımı. Teorik olarak, hakkın güçte değil, gücün hakta olduğunu söylesek de fiiliyatta işler değişebiliyor. Müslümanlar, kâinat Sultanı Cenab-ı Hakk’ın kudretinden gaflete düştüğünde, dünyevî güç peşinde koşabiliyor. Hakkın kendisini bizatihi güçlü kılacağı hakikatini unutarak ekonomik gücünü ve bunu kullanarak siyasî gücünü artırmaya çalışıyor. Ekonomik pastadan pay almaya çabalıyor. Gerçekte, siyaset arenası kadar ekonomi alanı da ehl-i hak için mayınlı bir tarla; güç toplayalım derken pratik materyalizm gayyasına düşürmeye müsait bir ortam. Bu noktada “Düşmanın silahıyla silahlanın” tavsiyesi fazlasıyla yanlış anlaşılıyor. Günümüzde düşman, dünyevilik, israf, hırs, kanaatsizlik, tahakküm, zulüm silahlarıyla dindarlara saldırıyor; dolayısıyla bu silahlara; ancak onları etkisiz kılacak karşı silahlarla dayanılabilir. Daha çok sermaye, daha çok israf, daha çok dünyevilik olsa olsa düşmanın işine yarar.
Zamanında dindar etiketi taşıdığı halde, “Daha çok büyüyelim. Diğerleriyle yarışalım” endişesiyle hareket eden kimi televizyon kanallarının manen ne kadar küçüldüğünü hepimiz biliyoruz. Kapitalist düzenin kurallarıyla “oynayan” kimi büyük “dindar” firmaların, işçilerine ne denli zulümler yaptığını da duymuşuzdur.
Evet, maalesef, haksızlıkla hakka hizmet edilemiyor. Dünyevî gücünü artırarak hakka hizmet edebileceğini hayal edenler, bırakın hakka hizmeti, bir noktadan sonra hem kendisine hem de hakka zarar vermeye başlıyor.
Malın mülkün; ancak ve ancak Rabb’ine şükretmek için istenebileceğini Salebe kıssası çok güzel ders veriyor. Resulullah’ın (a.s.m.) yanına gelip daha çok malı olursa dine daha iyi hizmet edebileceğini söyleyen Salebe’ye verilen nasihat bizim için hâlâ geçerli: “Şükrü eda edilen az mal, şükürsüz çok maldan daha hayırlıdır.” Salebe, bu nebevî ikazı dinlemeyip ısrarla Resulullah’ın Allah’a kendisi için dua etmesini istemiş, duası kabul olmuş, çok arzu ettiği yüzlerce, binlerce hayvana kavuşmuştu. Ama daha sonra kendisine zekât almak için gelen memurları azarlayarak geri göndermişti. Aklı, dünyevilik peşindeki nefsinin tuzağına düşmüştü Salebe’nin. Bizim halimiz de onunkine benzemiyor mu?
Modern çağda dine hizmetin en iyi örneğini kuşkusuz Said Nursî verdi. Onu hem Bediüzzaman hem de Bid’atüzzaman (zamanın eşsizi) yapan ve çağına ters düşüren en önemli prensiplerden biri, kanaatimce bütün hayatı boyunca bağlı kaldığı “iktisat” ve kanaatti. Dünyevî güçlerin baskısına aynı türden bir güçle karşılık verme yanlışına düşmedi. Kendisine parasal konularda yöneltilen kuşkucu ve suçlayıcı iddialara karşı nasıl bir sade hayat yaşadığını sayfalarca anlatmıştı. O açıklamalar, kendimizi muhatap ederek okunduğunda, Kur’an’a ve dine, onları hiçbir şeye araç kılmadan hizmet etmek için çok zengin değil, çok iktisatlı olmak gerektiğini ders veriyor. İla-yı kelimetullah için, yani hak dinin tebliği için gerekli olan maddî terakkinin; ancak iktisat, kanaat ve şükürle mümkün olabileceğini anlatıyor.
Bu noktada, bize İslam tarihi de yardımcı oluyor. Zaferlerin ve başarıların Müslümanların genelde sayıca az olduğu ve görünüşte daha güçsüz göründüğü zamanlar kazanıldığını, buna karşılık, sayıca daha çok ve daha güçlü de olsalar Müslüman orduların yenilgiden kurtulamadığını gösteriyor...
Evet, yüreklerimiz hüzünlenmeli. Yanlışlar; ancak onlara önce üzülmekle düzeltilebilir. Yapmamız gereken, hüznümüzü doğru adreslere yöneltmek. Yüzeysel esaretlerden önce kalp ve zihinlerimizdeki esaretlere hüzünlenmek...
Siyasetin Şerrinden isimli kitabımdan...
Murat Çitfkaya - Haber 7
ciftkaya@yahoo.com
www.muratciftkaya.net
Yorumlar1