Havuza taş atma yasaktır!
- GİRİŞ08.02.2012 08:59
- GÜNCELLEME08.02.2012 08:59
Can korkusunun, dünyevileşme sürecinin bir sonucu olarak her türlü değerin üzerinde tutulduğu bir zamanda yaşıyoruz. İnsanlar kendilerini sadece bu dünya hayatıyla sınırladığı ve tanımladığı ölçüde, toplumları şekillendiren ölçüler de arzîleşiyor ve zaman zaman otoriterleşiyor. Üstünden kaç yıl geçmesine rağmen hâlâ tartışılan 12 Eylül İhtilali’ne toplumun kahir ekseriyetinin destek vermesinin altında yatan aynı faktör; yani can korkusu değil miydi?
Benzer tartışmalar sadece Türkiye’de değil, özgürlük ve demokrasinin kökleştiği düşünülen Batı ülkelerinde de yaşanıyor ve bu ülkelerin otoriter tedbirlerle mahremiyeti, temel hak ve özgürlüklerin canına okumasına hassasiyet sahibi küçük bir azınlık dışında çoğunluk destek veriyor veya sessiz kalıyor.
Yönetimlerin, anayasaların, kanunların topluma hükmetmek, onu zapturapt altına almak veya sadece görev ve ödevlerini tayin etmek için değil, tam tersine, aslında bireylerin temel hak ve özgürlüklerini korumak için var olduğu anlayışının yerleştiğini, bizim kültürümüz açısından söylemek maalesef mümkün değil. Temel hak ve özgürlüklere yönelik en büyük tehdidin, bizzat yöneticilerin kendisi olduğunu, hukuk metinlerinin yöneticilerin bir anlamda toplumun hak ve özgürlüklerini ihlal etmeyeceklerine dair yazılı taahhütleri olduğunu da çoğu zaman unutuyoruz. Özgürlüğün sadece toplumsal açıdan değil, insanî açıdan da ne denli önemli olduğunu da...
İnsanı insan yapan, onu kabiliyet ve tekâmül noktasında diğer canlıların üzerinde halife kılan şey, cüz’î iradesini –başka bir yaratılmışın müdahalesi olmadan, modern tabirle, özgür iradesini– kullanabilmesidir. Cüz’î irade, insaniyetin başladığı sıfır noktasıdır ve aynı zamanda kâmil bir kulluğun olmazsa olmaz bir şartıdır. Yanlış yapabilir korkusuyla başka bir bireyin tercihlerinin ve eylemlerinin sınırlanması veya yönlendirilmesi, o bireyi insan olmaktan çıkarmak anlamına gelir. Düşünceleri ve eylemleri manipüle edilen veya sınırlanan kuklalar olmaktan çıkıp kendimiz olduğumuz ve bazen yanlışlar yaparak doğruyu bulabileceğimiz, insan olmaya başladığımız noktadır cüz’î irade. O yüzden, herhangi bir siyasî veya ideolojik şartlanmanın boyunduruğuna girmeyen her insanın, başta dinî kaygılarla, insan iradesi ve özgürlüğü üzerine konulan baskılara, sınırlamalara karşı çıkması gerekir.
Tarihte şahit olunduğu üzere, kimi zaman dindarlar devleti –ve güya böylece dini– koruma ve kollama uğruna hak ve özgürlüklerin haksızca sınırlanmasına taraftar olabildiler. Oysa siyasî değişimler yüzünden din adına korkma dönemi bittiği gibi, bu tür değişimlerden din adına ümit duyma dönemi de bitmeli değil mi? Hele ulusdevlet denilen türedî yönetim biçimine gönül bağlayacak ve uğruna haksızlıklar işlenmesini destekleyecek en son kesim dindarlar olmalı değil mi?
Özgürlük konusu açıldığında nedense yüreklere hep aynı duygu hâkim oluyor: korku! İçerdeki gizli düşmanlar, ajanlar; dışarıdaki düşmanlar, vs. Oysa zaafın tecavüzü davet ettiği; korkunun ecele fayda etmediği; olacak olanın yapay çarelerle engellenemediği değişmez bir gerçek. Havuzumuza atılan küçük bir eleştiri taşı bile suyumuzu bulandırmaya yetiyor; çünkü diplerde çok çamur ve kir var. O halde yapılması gereken, suyun akmasını sağlayıp çamurları temizlemek mi? Yoksa onu zapturapt altında tutup görüntüyü ve makyajı korumak, sonra da atılacak en küçük bir taştan bile korkmak ve bu yüzden eleştiriyi yasaklamak mı?
Maalesef korkuyoruz ve bu korku uğruna ilâhî ve mukaddes ölçüleri hiçe sayıyoruz. Korkmamak için, dayanak noktamızın arzî sistemler veya düşünceler değil, semavî olması gerekiyor. Ve anlamamız gerekiyor ki hakikî kulluğa atılan ilk adım olan özgürlük, hiçbir dünyevî kuruma veya değere feda edilemez!
Bu noktada, kanaatimce, özellikle dindarların kendilerini eleştirmeye ve tutarlı olmaya ihtiyacı var. Eğer kendileri hâkim konumdaysa –evde, cemaatlerde, iş yerlerinde, eğitimde ve nihayet siyasî alanda– fikir ve ifade özgürlüğünü güya kutsal amaçlarla, mesela dirliği, düzeni korumak veya fitne çıkmasını önlemek için rahatça kısıtlayabiliyorlar. Ama aynı kısıtlama başka güçlerce kendilerine dayatıldığında hak ve özgürlük kavramını bayrak ediniyorlar. Ailesinde babanın, okulda öğretmenin, iş yerinde patronun, cemaatte ağabeyin ya da hocanın otoritesine neredeyse mutlak itaate zorlanan bir insandan Allah’a hakkıyla kul olması ve kendisi iş başında olduğunda özgür ve sağlıklı bir ortam oluşturması beklenebilir mi?
Bu kısır döngünün kırılması için galiba önce kendimizden kurtulmaya; hiçbir değerin, hele hele semavî hakikatlerin ve misyonların fâni insanlarla kaim olamayacağını, insanların fâni, değerlerin baki kaldığını hatırlamaya da ihtiyacımız var. Kendimizi hakikatlerin veya misyonların "koruyucusu ve kollayıcısı" saydığımız anda bizzat o hakikate ve misyona zarar vermeye başlıyoruz. Zinde güçlerin korumaya çalışırken otoriterliğe meyledip devleti zaafa düşürdükleri gibi, biz de koruyalım ve kollayalım derken otoriter eğilimler göstererek bizzat o değerlere halel getiriyoruz.
Allah bizi, bizden korusun, vesselam!
Murat Çiftkaya - Haber 7
ciftkaya@yahoo.com
www.muratciftkaya.net
Yorumlar5